Batı dünyası İslam Coğrafyalarını fiziksel olarak işgal etmeye başlamadan önce, yıllarca Müslüman halkların tasavvur ve zihinlerini işgal etme yollarını aramışlardı. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki; coğrafyaların işgali, ancak tasavvur ve zihinlerin işgali ile mümkündü. Öyleyse Müslüman toplumlara özgüven kazandıran iki temel kaynak olan Kur’an ve Sünnet’ten ve onların inşa süreçlerinden Müslümanları koparmak, zihin dünyalarını batının yalan balonları ile donatmak şarttı. Bu plan çerçevesinde yıllardır Müslüman halklar üzerinde oyunlar oynadılar, projeler geliştirdiler ve bunları uygulamak içinde her türlü imkanlarını cömertçe harcamaktan geri durmadılar.
Onların bu planlarının en tahrip edicisi hiç şüphesiz, tasavvurlarımıza yaptıkları yoğun telkinlerin neticesinde kendilerinin güçlü, bizlerin ise zayıf olduğu propagandasıydı. Bu yalanı öyle şişiriyorlardı ki; tüm ümitlerin yok olmasına, ne yapsak biz onlarla baş edemeyiz teslimiyetçiliğine bizleri sürüklüyorlardı. Zaten onların elde etmek istedikleri de buydu: Zahiren/ dış görüntü itibari ile; Müslüman, Batınen/ tasavvur ve akıl itibari ile batıya kayıtsız şartsız teslim olmuş zavallılar… Böyle bir Müslüman onların sevdiği; en azından şimdilik sevdikleri bir Müslüman tipiydi. İşte Afganistan’da kadınlar eziliyor diye bir taraftan bağırıp, çağırırlarken, yıllardır Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmalarına izin verilmemesine ses çıkarmamaları bundan dolayıdır. Onlar için halkların özgürlüğü sadece kendilerine olan teslimiyetin boyutu ile alakalı bir durumdur.
Batının bu abartı dolu telkinlerinin neticesinde ne yazık ki; Müslüman halklar onların istediği gibi olayları değerlendirmeye başladılar. Öyle ki; bazen bizler bile farkına varmadan onlarla aynı dili konuşuyor, hadiselere onların istediği gibi bakıyoruz. Onlar ellerindeki imkan ve güçlere güvenerek Allah’ın arzında, Allah’a rağmen bir hayat inşa etmeye çalışırlarken, kendilerini ilahlaştırarak Allah’a ait alanların sahipleri olduklarını iddia ediyor ve bunu insanlara ispat etmek için de her türlü yolu meşru sayıyorlardı. Kendilerine göre; onlar her şeyi bilen /Alîm, her şeyi gören/Basîr, her şeyi duyan/Semî, her şeye hükmeden/Hakîm, her şeye güç yetirebilen /Kavî ve her şeyi kuşatan/Muhsî bir imkanın sahipleridir. Onların kendilerini böyle görmeleri bir tarafa, işin acı yanı bu sayılan sıfatların Allah’a ait olduklarını bilen Müslüman toplumlar bile, bu kasıtlı propagandanın tesiriyle tasavvurlarında onları böyle şekillendiriyorlardı. Böyle bir ön kabul zaten mağlup olma anlamına geliyordu.
Hayır, böyle olmamalı… Müslüman halklar şunu bir kez daha bilmek zorundadırlar: Tarih boyunca Allah’la savaşıp da galip gelen hiçbir güç yoktur. Kim ve ne adına olursa olsun Allah ile savaşmaya kalkışanların sonu hem bu dünyada, hem ahiretde alçalmaktır, yok olmaktır.
O halde imanın bizlere kazandırması gereken teslimiyet ve emniyet ile yeniden nefislerimizi sorgulamak zorundayız: Bizler ne kadar bu yalan-yanlış propagandaların tesiri altındayız? Vahye inşa ettirmemiz gereken kavramlarımızı gerçekten büyük bir teslimiyet içerisinde ona inşa ettirebilmiş miyiz? Gerek Vahyin, gerekse onun ilk ve en önemli öğretmeni olan Hz.Peygamber’in (s.a.s.) mesajları, bizlerde ne kadar yankı buluyor? Bu iki kaynaktan duyduğumuz her hakikate kayıtsız-şartsız teslim olup, hiçbir şüphe duymadan, içimizden bile acaba demeden inanabiliyor muyuz? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz, ama gelin bunlarla yetinelim ve şu iki hakikat çerçevesinde muhasebe yapalım:
İlki; İlahî bir ferman ve müjde: “Zulmedenler pek yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini görecekler” ( 26/ 227)
İkincisi; ise bir Nebevî haber: “Yahudilerle/ Siyonistlerle savaşacaksınız ve onları öldüreceksiniz. ( Dünyaya bela saçan bu azgın güruhtan herkes bıkarak onların yok edilmesini isteyecek) Her taş ve ağaç size şöyle seslenecek: ‘ Ey Allah’ın kulu, işte arkamda bir Yahudi var, gel ve onu öldür.” ( Buhari, Kitabü’lCihad, 57- Müslim, Fiten,82)
Muhammed Emin YILDIRIM