Hz. Ömer’in hilafet günleri, İslam’ın izzet, şeref ve adalet günleridir. O büyük kamet, on buçuk yıl süren hilafet görevi ile değil sadece dostlarına, düşmanlarına bile birçok şey öğretmiştir. İmamet ve hilafetin ne demek olduğunu çok iyi anlayan Hz. Ömer, bir ömür İslam toplumunu büyük bir dikkat ile yönetmiş, en küçük bir sapmaya ya da bozulmaya karşı çok ciddi önlemler almıştı. İşte o günlerin birinde, altı yıl Nübüvvetin mesajına, cahiliyenin kendi üzerinde oluşturduğu taassuptan dolayı karşı olan koca Halife, Peygamber Mescidi’nde, genç neslin ellerindeki en büyük imkân olan imanın yüceliğini anlamaları için cahiliye ile İslam arasındaki farkları onlara anlatmaktadır.
Zaman zaman duygulanan, zaman zaman kızan Raşid Halife, özellikle Medine’nin gençlerine İslam’ın kıymet ve değerini öğretme adına diyor ki: “Biz, öyle karanlık bir zaman diliminde yaşadık ki kız çocuklarımızı ‘Hadi, dayına gidiyoruz!’ diye yanımıza alır; Mekke’nin dışına çıkarır, kendi ellerimizle kazdığımız çukurlara diri diri onları gömerdik. [1] Yine ellerimizle helvadan putlar yapar, acıkınca biraz önce önünde el pençe divan durduğumuz o putları yerdik.”
Hz. Ömer’i “Ömerü’l-Faruk” olarak tanıyan ve onu hiç kimsenin aklına gelmeyen ince, derin ve uzak görüşlülüğü ile bilen ve Hz. Peygamber’den onun hakkında; “Ömer’in dilinin üzerinde meleğin dili vardır; Ömer konuşan değil, konuşturulandır.” sözlerini işiten o gençler, böyle bir insanın kız çocuklarının gömülmesine nasıl seyirci kaldığını ve nasıl helvadan yapılmış putlara tazim ederek cahiliyenin inançlarına kapı açtığını bir türlü anlayamıyorlardı. Çünkü onlar Hz. Ömer’i hep farukiyeti ile tanımışlardı. Cemaatte bulunan bir genç daha fazla dayanamayarak, ayağa kalktı ve Hz. Ömer’e dedi ki: “Ey Müminlerin Emiri! Siz cahiliyede bu işleri yaparken aklınız yok muydu? Ancak aklı olmayan biri bunları yapabilir!”
Bir anda Hz. Ömer’in yüzünde acı bir tebessüm belirdi ve üzerinde durup saatlerce düşüneceğimiz şöyle bir cevap verdi: “Ya Büneyye! İndena akıl ve lakin lem tekün indena hidayet.” yani “Ey Evladım! Aklımız vardı, ama hidâyetimiz yoktu.”
Öyle ya, hidâyetsiz akıl ne işe yarar ki! Hidâyetsiz akıl, ışıktan mahrum olan göz gibidir. Gözü olup da, ışıktan mahrum biri, var olan gözüne rağmen halen nasıl körlük çekiyorsa; aklı olup hidâyetten mahrum olan biri de, akıl gibi büyük bir nimete rağmen, delilere rahmet okutacak işler yapabilir. İşte Hz. Ömer, cahiliye günlerinde kendilerinde olan en büyük eksikliği böyle dile getiriyor ve Medine’nin genç Müslümanlarına hidâyetin ne kadar önemli olduğunu veciz bir şeklide böyle ifade ediyordu.
Hz. Ömer, İslam’ın kıymetini çok iyi anlayan biriydi. O, cahiliyenin zifiri karanlığından, en büyük hidâyet kaynağı olan Kur’an’ın mesajları ile kurtulmuştu. Bunun için de; “İslam’dan daha büyük şeref mi olur?” diyordu. Ömerü’l-Faruk biliyordu ki; Kur’ansız bir dünya, aklını kaybeden, yani deli olan bir insan gibidir. Çünkü “Kur’an, dünyanın aklıdır.” Kur’an gibi bir nimetten mahrum olan birinden hayatının tamamında bir istikrar, düzen ve adalet beklemek boşa bir bekleyiştir.
Kur’an’ın hidayet dağıtan mesajlarından önce, o günün dünyasında en modern ve en ilerici olan Mekke toplumunun cahiliye diye isimlendirilmesi, asla o insanların bilinen manada cahiller oldukları yanlışına bizleri düşürmemelidir. Unutmamalıyız ki, o günün Mekke’si coğrafi, tarihi, iktisadi ve kültürel anlamda dünyanın merkezi konumundaydı. Böyle üstün meziyetleri olmasına rağmen cahiliye diye isimlendirilmesi, hidayetten ve hidayetin en büyük kaynağı olan Kur’an’dan mahrum olmalarından kaynaklanıyordu.
Bu bilgiler ışığında o günlerden bugünlerimize bir pencere açarsak; modern cahiliyenin mahrum olduğu şeyin de, Mekke cahiliyesi ile aynı olduğunu görmekte zorlanmayız. Bugün koca koca adamların, isimlerinin önünde ve arkasında büyüklüklerini (!) ifade eden unvanlar taşımalarına rağmen, dağdaki hiçbir şeyden haberi olmayan ümmi bir çobanı dahi güldüren sözlerini duyunca, hidâyetin kıymet ve değerini daha iyi anlıyor; bu insanların gözlerine rağmen körlük çekmelerini, akıllarına rağmen dengeden mahrum işler yapmalarının sebebini daha bir iyi anlıyoruz.
Nisa Sûresinin 5 ve 6. ayetlerinde yetimlere bakmak durumunda kalan velilerin sorumlulukları anlatılırken, ilahî kelam düşünce ufuklarımızın gelişmesine oldukça katkıda bulunacak iki kelimeyi bizlere ulaştırır. Sûrenin 6. ayetinde denilir ki; “Sorumluluğunuz altındaki yetimleri evlilik çağına gelinceye (bulûğ) kadar deneyin; eğer onlarda akılca bir olgunluk görürseniz (rüşd) mallarını kendilerine iade edin.”
Ayette geçen iki kelime üzerinde biraz durmamız bize çok önemli faydalar sağlayacaktır. Bu kelimelerden biri; bulûğ, diğeri ise; rüşd’dür. Her ne kadar çoğunlukla biz Türkçemizde bu kelimeleri birbiri yerine kullansak da, Kur’an’ın dili olan Arapçada iki kelime ile kastedilen ifadeler birbirinden farklıdır. Bu farkı en kısa biçimde şöyle özetleyebiliriz: Bulûğ; fiziksel ergenlik, rüşd ise; aklî ergenliktir. Dolayısıyla, iki kelime de sonuç itibari ile sahibini ergenliğe ulaştırsa da, bu ergenliklerden biri fiziksel ergenlik, diğeri ise aklî ergenliktir.
Fiziksel ergenliğin kişide oluşup oluşmadığını tespit etmek çok kolaydır. Bazı iklim ve coğrafi şartlar, cinsiyet ve bölgesel farklılıklar birkaç yaş farkı oluştursa da, biyolojik bazı gelişmeler sahibinde fiziksel ergenliğin oluşup oluşmadığını hemen gösterir. Aklî ergenliğin tespiti ise biraz daha zordur ve çok fazla da ihmal edilmektedir. Genelde fiziksel ergenlik oluştuğunda, aklî ergenliğinde kendiliğinden oluştuğu zannedilir. Aslında bu iki ergenliğin oluşmasının birbiri ile yakın ilişkisi vardır; ama çoğu zaman fiziksel ergenlik oluşmasına rağmen, aklî ergenlik gecikebilir, hatta hiçbir zaman da oluşmayabilir. Böyle olunca da, şu an etrafımızda çokça görmeye alıştığımız büyük çocuklara her an rastlamak imkân dâhiline gelmekte; yaşları 30, 40 hatta 50 olmasına rağmen, rüşd yaşı halen 10-15 civarlarında olan yığınla büyük çocukların varlığına şahit olmaktayız.
Böyle bir sorun ne yazık ki, toplumumuzun artık sosyal bir olgusudur. Bazen koca koca adamların, ilköğretim okullarına giden çocukların bile yap(a)mayacağı işleri yapmaları, söyle(ye)meyeceği sözleri söylemeleri başka ne ile izah edilebilir ki?
Bunun için her insan fiziksel yaşını kolaylıkla tespit edip, söyleyebilir; ama rüşd yaşının tespiti, ancak kişinin olaylara karşı gösterdiği tepkilerle belli olur. İnsanın nelere sevinip, nelere üzüldüğü, neleri kazanınca yerinde duramaz bir hale gelip, neleri kaybedince dünyasının yıkılıp gittiğini düşünmesi; rüşd yaşının kaç olduğu noktasında bize ipuçlarını verir.
Peki, neden bir türlü rüşde eremiyoruz? Sizce aklî ergenliğe eremememizin sebebi nedir? Belki bu soruya herkes farklı bir pencereden bakarak değişik cevaplar verebilirler; ama âcizane biz bunun sebebini muhakeme yeteneğini bir türlü kazanamamamızda görmekteyiz.
Muhakeme yeteneği, sahibine olayları derinlemesine görmesini sağlayacaktır. Sadece bugünü değil, dün ile birlikte yarını da düşünmesini insana öğretecektir. Tasavvurunu oluşturan nice kavramı yeniden oluşturmaya çalışacak ve yine sahibine bu kavramlara müspet manada değerler yükletecektir. Hal böyle olunca; hayatı algılama noktasında çok farklı bir konuma gelecek, çocuksu tavır ve davranışların yerini gıpta edilecek bir olgunluk alacaktır.
Nasıl mı? Bu konuda iki örnek vererek meselenin daha iyi anlaşılmasını istiyoruz. İlk örneğimiz; fiziksel olarak yaşı 10 olan Hz. Ali’dir. Küçük Ali 5 yaşında iken Efendimizin isteği ve çabası ile Hatice validemizin şefkatli kolları ile buluşmuş ve bu evde terbiye edilmeye başlamıştı. Hz. Ali nübüvvetin ikinci gününde bir yönü ile babası ve annesi sayılan Hz. Muhammed ile Hz. Hatice’yi namaz kılarken görmüş, asalete o günden âşık olan Ali, namazdaki o asil eylemlere vurulmuştu. Hayran hayran onları seyretmiş ve bir an önce bu ibadetlerinin bitmesini beklemişti. Onlar namazlarını bitirir bitirmez Ali koşmuş, Efendimizin karşısında durmuş ve biraz önce ne yaptıklarını sormuştu. Efendimiz; 5 yıldır kendisi ile aynı atmosferi paylaşan bu çocuğun, fiziksel yaşının 10 olduğunu, ama onun rüşd yaşının ise daha üst düzeyde olduğunun çok iyi farkındaydı. Bunun için, O (sas) Ali ile olgun bir insan ile konuşuyormuş gibi, ona risalet vazifesine dair her şeyi anlatmış ve sözün sonunda da, Ali’yi bu yeni dine davet etmişti. Aklî ergenliğe fiziksel ergenlikten önce varan Ali’nin bu davete karşı verdiği cevap şu olmuştu: “Ey Muhammed! Bırak beni biraz düşüneyim, düşünüp öyle karar vereyim.” Efendimiz tebessüm ile bu talebi karşılamış ve düşünmesi için ona fırsat tanımıştı. Ali o gün ve o gece, sabaha kadar bu daveti düşünmüş ve ertesi gün Efendimizin huzuruna gelmişti. Allah Resulü (sas) Ali’nin geldiğini görünce sevinmiş, Ali ise gelip Efendimizin karşısında yine olgun bir eda ile durmuş ve demişti ki: “ Ey Muhammed! Dün bana söylediklerini bir kez daha tekrar edebilir misin?” Allah Resulü dün anlattıklarını yeniden tekrarlamış ve daha söz bitmeden Ali’nin küçük lisanından o büyük söz duyulmuş ve Ali, iman ettiğini tüm âleme ikrar etmişti.
İkinci örneğimiz; fiziksel yaşı 50’nin üzerinde olan üvey amca Ebû Leheb’tir. Efendimiz, “Yakın akrabalarını uyar!” ilahî emri gereği bir davet tertip etmiş ve tüm akrabalarını bu toplantıya çağırmıştı. Öncesinde yemekler yenmiş, misafirlerin memnun olmaları için tüm imkânlar seferber edilmişti. Yemek sonrası davetin sahibi olan Efendimiz konuşmaya başlamış ve yakın akrabalarını bu yeni dinden aynen küçük Ali’yi haberdar ettiği gibi haberdar etmeye başlamıştı. Daha sözü bitmemişken amca Ebû Leheb, sinirlenmiş sözün sonunu dahi dinlemeden; “Ellerin kurusun! Bizi bunun için mi çağırdın?” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.
Aradan yıllar geçmiş Ebû Talib’in vefatından sonra yeğeni Muhammed’e biraz yakınlaşmak isteyen Ebû Leheb, yeğenine şunu sormuştu: “ Ey yeğenim! Ben Müslüman olursam bana ne var?” Yeğeni Muhammed demişti ki: “Amca, herkese ne varsa, sana da o var!” Fiziksel ergenliğe erip, aklî ergenliğe eremeyen dolayısı ile muhakeme yeteneğinden mahrum olan Ebû Leheb, sinirlenmiş ve demişti ki: “Beni herkes ile bir tutan din olmaz olsun.” Ebû Leheb bu hal üzere yaşamış ve yine bu hal üzerede ölmüştü.
Şimdi gelin hep beraber bu iki örnek üzerinde biraz düşünelim. Hz. Ali fiziksel olarak 10 yaşında olmasına rağmen, 50 yaşında olgun biri gibi muhakeme yeteneğini kullanıyor, ne düşünmeden bilinçsizce kendisine yapılan davete, heyecana gelip tabi oluyor, ne de; “Bu da nerden çıktı, sen babam Ebû Talib’ten bu işleri daha mı iyi biliyorsun?” deyip karşı çıkıyor. Düşünmek için zaman istiyor, o minik dimağı ile söylenenleri tartıyor, ölçüyor ve kararını veriyor. Üvey amca Ebû Leheb ise, fiziksel olarak 50 yaşında olmasına rağmen, 10 yaşındaki bir çocuk gibi davranıyor. Olgun bir şahsiyetin en büyük ziyneti olan muhakeme yeteneğinden mahrum olarak, “Ben şimdi bu halimle yetim yeğenim Muhammed’in söyleyeceklerine mi tabi olacağım?” diyerek hem dünyasını hem ahiretini bitiriyor. Yaşının, toplumsal kariyerinin, elindeki imkânlarının asabiyetine saplanıyor ve aklî olarak büyümeyerek ebedi kurtuluşuna vesile olacak çağrıya çocukça bir tepki veriyor.
Hz. Ali o günler çocuk olmasına rağmen, büyükçe davranıp kazanıyor; amca Ebû Leheb ise büyük olmasına rağmen, çocukça davranıp kaybediyor.
Sahi atalarımız zaten dememişler miydi; “ Akıl, yaşta değil baştadır.” diye…
Muhammed Emin Yıldırım
[1] Hz. Ömer’in bu sözünden yola çıkarak, onun kendi kızını gömdüğü dile getirilir. Ancak, Hz. Ömer bu sözü ile cahiliyeyi resmetmektedir. Onun doğum tarihi Miladi 584, ilk kızı olan Hz. Hafsa validemizin doğum tarihi ise Miladi 604’tür. Hz. Hafsa doğduğunda, babası Hz. Ömer 20 yaşlarındadır, ondan önce de hiçbir çocuğu olmamıştır.