“Müminin ferasetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi, 5/298) Sözün Sultanı olan Efendimiz (a.s.) müminin bakışının önemini böyle açıklıyordu. Eğer bir bakışta Allah’ın nuru varsa, o bakış Allah’ın gösterdiğini görüyordur. O bakış, olayların sadece ambalajlarına takılmıyor, muhtevasını da görüyordur. O bakış, perdenin yada duvarın önünü değil, arkasını da görüyordur. O bakış, at gözlüğü ile değil, at gözüyle görüyordur. Zaten feraset yada aslî kullanımı olan firaset, feres’ten türetilmiş bir kelimedir. Feres; ise Arap dilinde atlara verilen bir isimdir. Allah atlara diğer canlılardan farklı bir kabiliyet olarak, 360 derece görme yeteneği vermiştir. Bunun için onlar bakışları ile önlerini görebildikleri gibi, arkalarını da görürler. Böyle olunca sahipleri tarafından kullanılma imkanları azalır; sırtlarına binenleri, yada arkalarına bağlanan yükleri gördükleri için kendilerini rahat hissetmezler. İşte bu sebepten dolayı çoğu canlıya iyice görme yeteneği kazandırmak için takılan gözlükler, atlara görmelerini sınırlamak için takılır. Onlar bu gözlük ile sadece önlerini görmeye başlarlar ve arkalarında olan-bitenden habersiz bir durumda bırakılırlar.
Atlar için belki bir zorunluluk olan bu gözlüklerin, insan tarafından hele müminler tarafından takılması hoş görülmez. Kur’an ve onun en büyük öğretmeni olan Allah Resulü (s.a.v.) bizlere hep; “bu gözlükleri çıkarın, kimselere takmayın, kendinize de taktırmayın ve sizde olayların tamamını görün” diye öğütler verir. KehfSûresinde Musa (a.s.) ile Allah’ın kullarından bir kul (Hızır) arasında geçen konuşmalar; bize etrafımızda olan olayların görünen yüzlerinin olduğu gibi, birde perde arkalarının var olduğundan haberdar ettirerek, meselelere böyle bir göz ile bakmanın önemini öğretir. Rum Sûresinde; “Onlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü (zahirini) bilirler…” derken, asıl fark edilmesi gerekenin herkesin gördüğü değil, göremediklerini görmek olduğunu söyler. Yine Bakara Sûresinde geçen o ilahî uyarıda; “… Sizin hayır zannettiğiniz nice şeylerde şer, şer zannettiğiniz nice olaylarda size hayır vardır. Bunların hepsini siz değil, Allah bilir” diyerek, bu konuya dikkat çeker.
Tüm bu söylenenler bize eşyanın zahiri yani görünen yüzü olduğu gibi, birde batinî yani görünmeyen bir yüzünün olduğunu gösterir. Bazen hakikat eşyanın batınında saklı olduğu gibi, bazen de bizzat zahirinde de olabilir. O halde mümin bir insana düşen vazife, eşyanın hakikatini bulmak olmalıdır.
Eşyanın hakikatine vakıf olmak, at gözlüğü ile değil, at gözü ile görmektir. Çünkü bazen batıl, hak ambalajına sarılıp bizlere takdim edilebilir. Bazen şeytan insana sağdan yaklaşarak, güzel ve yaldızlı sözlerle ayaklara çelme takabilir. Bazen şeytanları bile hayrete düşüren iki ayaklılar olayların parçalarını, meselenin bütünü gibi başkalarına takdim edebilir. İşte böyle zamanlarda ellerimizi gözlerimize götürmeli ve bakışlarımızı sınırlamak için birilerinin bize herhangi bir gözlük takıp takmadığını kontrol etmeliyiz. Ellerimizle yapabildiklerimizi yaptıktan sonra, Söz Sultanın bu konuda söylediğini de kendimize vird edinmeliyiz.
“Allah’ım! Bana batılı batıl olarak gösterip, ondan kaçınmayı, hakkı hak olarak gösterip, ona tabi olmayı nasip et. Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster.”
Eşyanın hakikatine vakıf olmak, eşyaya Allah’ın verdiği değer kadar değer vermektir. Hak olarak gösterdiğini hak olarak görmek, batıl olarak gösterdiğini de, batıl olarak görmektir. Sadece gözün sınırına takılanlara bakmak değil, ötelerini de görme çabası vermektir. Hadiselerin parçalarına değil, bütününe talip olmaktır. Sadece dünyayı değil, ahiretide düşünmektir. Bugün elde edeceğini değil, yarın neleri kaybedip, kazanabileceğinin muhasebesini de yapabilmektir.
Bu karanlık çağda yaşamak zorunda olan biz Müslümanlar ne yazık ki ferasetlerimizi yitirdik. Çünkü feraset Allah ile doğru ve canlı bir ilişki kuranların elde edebileceği bir ödüldü. Aslında biz önce Allah’ın birleştirilmesini emrettiği bağları kopardık ve bunun sonucunda da, dost-düşman herkesi hayran bırakacak ferasetlerimizi kaybettik. Bundan dolayı da olayları derinlemesine tahlil etme imkanı bulamadık ve savrulmaya başladık.
Ama ne kadar savrulursak savrulalım biliyoruz ki; “Mümin taze ekin gibidir. Rüzgar estikçe savrulur; yatar, kalkar ama kökünden tamamen kopmaz” ya inkarcı; “ o ise çam ağacı gibidir. Sağlam görünür, bakanlar rüzgardan etkilenmediğini zan ederler, ama bir devrildi mi, bir daha doğrulamaz.”
Allah’ım! Ne olur bizlere çam ağaçlarını devirecek ferasetler nasip et. (Amin)
Muhammed Emin YILDIRIM