İmam Buhari, el-Edebü’l-Müfred adlı ahlak ile alakalı hadisleri topladığı kıymetli kitabında, büyük Sahabî Ebû Musa el-Eş’arî’nin oğlu Ebû Bürde’nin lisanından bir rivayet aktarır. Ebû Bürde, hadiseyi Abdullah b. Ömer’den duyup, şahit olmuş ve bizlere nakletmiştir. Abdullah b. Ömer, bir hac veya umre sırasında Yemenli bir adamın, sırtında annesini taşıyarak Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştür. O Yemenli bir taraftan annesini taşırken bir taraftan şöyle demektedir.
“Annemin zelil bir devesiyim ben;
(Başka) binekleri usansa da usanmam ben.”
O Yemenli zat büyük bir heyecanla annesini sırtında tavaf ettirmekte, bir taraftan da bu şiiri okumaktadır. O anda o zat, Abdullah b. Ömer’i karşısında görünce: “Ey İbn Ömer! Ne dersin annemin hakkını ödemiş oldum mu, böyle bir hizmetle ona olan borcumu ödedim mi?” diye sormuştur. Kur’an’dan ve Resulullah’tan ana-baba hakkını çok iyi öğrenen ve bu konuda hükümleri çok iyi bilen Abdullah b. Ömer, adama: “Hayır! Onun doğum esnasında çektiği acılara karşı dile getirdiği bir tek ah çekmesini dahi karşılayamadın.” demiştir. Alim Sahabî Abdullah b. Ömer, bu meselenin değerini bilen biri olarak bunu söylemiştir. [1]
Kur’an-ı Kerim’de, ana-baba hukukunu doğrudan dile getiren ayetler; Ahkâf, 46/15, Ankebut, 29/8, Lokman, 31/14 ve İsra, 17/23’tür. Bu ayetleri okuduğumuz zaman, ilk bakışta Kur’an’ın hep ana-babaya ihsandan bahsettiğini görmekteyiz. Kur’an’da ana-babaya ihsandan bahsedilirken hadislere baktığımız zaman itaat vurgusunun daha önde olduğuna şahit olmaktayız. Öyleyse burada sorulması gereken soru şudur: Neden Kur’an’da ihsan vurgusu önde iken hadislerde itaat vurgusu daha fazladır? Burada haşa bir çelişki mi var?
Burada iki temel bakış açısından bahsedebiliriz. Biri, sözlük üzerinden hareket ederek, Kur’an’ın kelimelerine sözlük anlamlarını vererek, elde edilen mana üzerinden de bir hüküm ortaya koyup, “Allah’ın bizden istediği ana-babaya ihsan yani iyilik yapmaktır, yoksa itaat değil” gibi bir kanaat oluşturulmasıdır. Diğeri ise, “Allah’ın kelamını en iyi doğrudan ve ilk muhatapları olan Sahabe nesli anlar, onun için öncelikli olarak onların ne dediklerine bakmak gerekir” deyip; bu konuda bir gayret içerisine girilmesidir. Böyle bir gayret ile Sahabe neslinin meseleyi nasıl anladıklarına baktığımız zaman şu bilgiyi elde etmekteyiz: “Onların dünyasında ihsan kavramı, itaati de içerisine alan geniş bir kavramdır. İhsanın içerisinde zorunlu olarak itaat vardır; ama itaatin içerisinde ihsan olmayabilir.” Sahabe’nin dünyasından bu bilgiyi alınca şunu çok iyi anlıyoruz ki; anne ve babalara sadece itaat etmemiz yetmez; aynı zamanda onlara ihsanla, itaatin üzerinde bir iyilikle muamele etmemiz gerekir.
Zaten Kur’an’ı Kerim’de ilgili ayetleri dikkatle okuduğumuz zaman itaat ve ihsan kavramlarının içi içe kullanıldıklarını da görmekteyiz. Mesela Lokman Sûresi, 14 ve 15. ayetler bunun en açık göstergesidir. Bu ayetlerde Rabbimiz buyurur ki: “Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. (Fela tudi’huma) Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” [2]
Ayetin mesajı gayet açıktır: “Annen ve baban seni günaha, şirke, kötülüğü zorlarlarsa onlara itaat etmeyeceksin. Ama onlar seni marufa, iyiliğe, hayra, imana teşvik ederlerse onlara itaat edeceksin!” Demek ki, Kur’an bizden içinde itaat olan bir ihsan istemekte, günahta, masiyette ise asla itaatin olmayacağını söylemektedir. Efendimiz’in (sas) tüm beyanlarının mesajı da aynen böyledir.
Müfessirlerimiz bu ayetlerin tefsirlerinde, Efendimiz’in (sas) çeşitli beyanlarından da yola çıkarak, ana-babaya ihsanın şu on hususta olabileceğini söylemişlerdir. Nedir bunlar?
- Onlara karşı sesi yükseltmemek
- Kötü nazarlarla bakmamak
- Onlardan önce söze başlamamak, konuştuklarında sözlerini kesmemek
- Yaşlanıp bakıma muhtaç duruma düştüklerinde onlara hizmet etmek
- Önlerinden yürümemek, toplum içerisinde saygınlıklarını zedelememek
- Arkalarından konuşup-gıybet yapmamak
- Onlar istemeksizin sevinecekleri işler yapmak
- Şeref ve haysiyetlerini zedeleyici işler yapmamak
- Onları kendi nefislerine, kendi rahatlarına tercih etmek
- Sövmemek veya sövülmelerine sebebiyet vermemek
En son madde hakkında birkaç cümle izahta bulunmak yerinde olacaktır. Bir evlat nasıl anne ve babasına sövebilir, yada sövülmesine sebebiyet verebilir ki? Bu sorunun cevabını Asr-ı Saadet’ten öğreniyoruz. Abdullah b. Amr’ın rivayet ediyor, diyor ki: “Hz. Peygamber (sas) buyurdu ki: “Adamın ana-babasına sövmesi, büyük günahlardandır.” Ashab: “Ya Resulullah! Bir insan nasıl kendi anne ve babasına söver, bu olacak iş midir” dediler. Hz. Peygamber: “ Bir kimse, karşısındaki adama kötü söz söyler, adamın anne ve babasına söver, tutar o adam da, o kimsenin ana ve babasına söver! Böylelikle başkasına sövdürmüş olur!” buyurdu. [3] Bu nebevî buyruktan dolayı Abdullah b. Amr (ra) şöyle demiştir: “Bir insanın babasına sövülmesine sebep olması, Allah katında büyük günahlardandır.” [4]
Burada Hz. Ali’den de nakledilen önemli bir rivayet kaynaklarımızda mevcuttur; onu da aktarmamızda fayda var. Ebû’t-Tufeyl’den rivayet edildiğine göre bir gün Hz. Ali’ye: “Hz. Peygamber (sas), bütün insanlara söylemediği bir şeyi, size özel olarak bildirdi mi?” diye soruldu. Hz. Ali bu soruya şöyle cevap verdi: “Resulullah (sas) bize özel olarak bir şey söylemedi; yalnız şu kılıcımın kınında bulunan kağıtta yazanlar müstesna…” Sonra (kılıcının kınından) bir sayfa çıkardı, insanlar meraktan neredeyse düşüp bayılacaklardı. O anda Hz. Ali okumaya başladı: “Resulullah (sas) şöyle buyurdu: “Allah adından başkasına (putlara veya şahıslara) hayvan kesene Allah lânet etsin. Arazinin sınır taşlarını çalana Allah lânet etsin. Ana-babasına lânet edene Allah lânet etsin. Bir fesatçıyı, toplumu birbirine düşüren bozguncuyu himaye edene Allah lânet etsin.” [5]
Evladın anne ve babası ile olması gereken münasebetinin boyutunu anlayabileceğimiz başka bir tabloyu kaynaklarımız yine bize nakleder. Efendimiz (sas) bir gün Mescidi Nebevi’de Sahabe ile otururken birisi gelir ve: “Ya Resulullah! Bir genç ölmek üzere… Ona ölürken ‘La ilahe illallah…’ sözü telkin edildi. Ama bunu söylemedi.” der. Resulullah (sas) bu haberi getiren zata: “O genç namaz kılıyor muydu?” diye sorar. Gelen zat: “Evet” diye cevap verince Resulullah (sas) hemen ayağa kalkarak o gencin yanına giderler. Hz. Peygamber (sas) ölmek üzere olan delikanlıya: “La ilahe illallah de, diye telkinde bulunur.” Genç bir türlü diyemez. Normal konuşur: “Söyleyemiyorum, Ya Resulullah gücüm yetmiyor.” der. Hz. Peygamber (sas) gencin yakınlarına sorar: “Niçin?” böyledir der. Orada bulunanlardan birisi der ki: “Ya Resulullah! Bu delikanlı biraz annesine karşı asiydi. Annesini çok kırıyordu, acaba bundan dolayı olabilir mi?” Efendimiz: “Evet, ondandır, başka neyden olacak” buyurdu. Sonra: “Peki, annesi sağ mı, yaşıyor mu?” diye sordu. “Evet” dediler. “Çağırın gelsin” dedi. Hemen çağırdılar, kadın nasıl kırılmışsa oğluna, oğlunun ölüm haline bile gelmiyor. Resulullah “seni çağırıyor” denilince, emir büyük yerden olduğu için hemen geliyor. Efendimiz (sas) o hanıma: “Bu senin oğlun mu?”diye sordu. Kadın: “Evet.”dedi. “Ona çok kırgınmışsın ve hakkını helal etmiyormuşsun öyle mi?” dedi. Kadın: “Evet” dedi. Efendimiz (sas): “Kızgın alevlerle yanan kocaman bir ateş gördüğünde sana: ‘Eğer oğlunu sen bağışlarsan biz de bırakırız, bağışlamazsan, onu gördüğün bu ateşe atacağız denilse bağışlamaz mısın?” O anda kadının şefkat damarı kapardı, gözyaşları içerisinde: “Ya Resulullah! Öyleyse onu affediyorum. Bütün haklarımı ona helal ediyorum, yeter ki o yanmasın, yeter ki ona bir sıkıntı gelmesin” dedi. Efendimiz: “Ondan razı olduğuna dair Allah’ı ve beni şahit tut.”dedi. Kadın: “Allah’ım! Sen ve Peygamberim şahidimsiniz, oğlumdan razıyım ve bütün haklarımı ona helal ediyorum” dedi.Hz. Peygamber (sas) bu konuşmadan sonra delikanlıya dönerek: “Ey Delikanlı ‘La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Rasülühü’ de, diye telkinde bulunur ve delikanlı bu kez söyleyebilir ve ruhunu bu şekilde Allah’a teslim eder.” Delikanlının iman üzere vefat etmesi üzerine sevinen Efendimiz (sas) gözünden yaşlar boşanırken: “Şefaatim sebebiyle onu ateşten kurtaran Allah’a hamd olsun” diyerek, memnuniyetini dile getirir. [6]
Sünnet’ten öğrendiğimiz bir başka hakikate göre, anne ve babanın vefatı ile evladın sorumluluğunun bitmemesi, bazı şeylerin vefatlarının arkasından sürdürülmesidir. Bunların neler olduğunu da Efendimiz (sas) bizlere beyan ediyor. Asıl ismi Malik b. Rabia olan Ebû Üseyd bize naklediyor. Diyor ki: “Peygamberimizin (sas) yanında idik. Bir adam dedi ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ebeveynim öldükten sonra, onlara iyilik edebileceğim bir şey kaldı mı? Vefatlarının ardından onlar için neler yapabilirim? ” Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Evet, dört haslet iyilik vardır. Onları yaparsan sorumluluğunu yerine getirmiş olursun. Bunlar: Onlara hayır duada bulunmak ve onlara mağfiret dilemek. Varsa vasiyetleri, onları yerine getirmek. Onların arkadaşlarına ikram etmek. Akrabalara ihsan ve ikramda bulunmak.” [7]
Demek ki evladın anne ve babasına karşı sorumlulukları onların vefatlarının ardından bile devam etmektedir. Bakın bu konuda Hz. Ebû Hureyre ne diyor? “Ölümden sonra, bazı ölülerin derecesi yükseltilir. Ölü der ki: “Ey Rabbim! Bu (güzel) şey nedir?” Ona: “Çocuğun, senin için istiğfar etti (Allah’tan mağfiret diledi), bundan dolayı da senin derecen yükseltildi” denir. [8]
Bilinen meşhur rivayette ise Resulullah (sas) şöyle buyuruyor: “Kul vefat edince, bütün amellerinin sevabı kesilir; üç ameli müstesnadır. (Bunlardan birincisi) Sadak-i cariyedir. (İkincisi) Kendisi ile faydalanılan şerefli bir ilimdir. (Üçüncüsü) Kendisine dua eden salih bir evlattır.” [9]
Bu Kur’anî ve Nebevî mesajlar ışığında bizlerin hayata gelmelerine en büyük vesileler olan, büyüyüp ayaklarımız üzere durana kadar yüzlerce sıkıntıya katlanan anne ve babaların kıymetleri iyice bilinmeli, modern dünyanın menfi telkinlerine kapılmamalı ve bu konuda bizden beklenilen kamet/duruş ne ise o ortaya konmalıdır. Bu manada meselenin ehemmiyetini daha iyi kavramak için hem evlat penceresinden, hem ebeveyn penceresinden konuya bakarak bazı mesajları vermek istiyorum.
Evlat penceresinden, anne ve baba ile olan münasebetleri şöyle anlaşılmalıdır:
Nikmet değil, nimet bil!
Zahmet değil, rahmet bil!
Zarar değil, hazine bil!
Dert değil, derman bil!
Yük değil, burak bil!
Ebeveyn penceresinden ise evlatlara karşı takınılması gereken tavırlar şöyle olmalıdır:
Bedduayı değil, duayı kuşan!
Menfaati değil, merhameti kuşan!
Adaveti değil, muhabbeti kuşan!
Beklentiyi değil, fedakârlığı kuşan!
Dünyayı değil, ahireti kuşan!
[1] Buhari, el-Edebü’l-Müfred, 6 [2] Lokman Sûresi, 31/14, 15 [3] Buhari, Edeb, 4; Müslim, İman, 146 [4] Buhari, el-Edebü’l-Müfred, 28 [5] Müslim, Edâhi, 44, 45 [6] Beyhakî, Şu’abü’l-İman, c. 6, s. 197, 198 [7] Ebû Davud, Edeb, 119, 120; İbn Mace, Edeb, 1 [8] İbn Mace, Et’ime, 1 [9] Müslim, Vasiyet, 14; Ebû Davud, Vesâyâ, 14Muhammed Emin Yıldırım