Çok sıcak bir süreçten geçiyoruz. Her gün yeni bir iddia ve yeni bir itiraf ile sarsılıyor, bu topraklarda var olduğu hep tahmin edilen gizli ellerin sadece bir kısımlarını görmenin heyecan ve şaşkınlığı ile dillerimiz tutuluyor. Sahi, bunca plan, derin hesap, kan, gözyaşı, şantaj ve daha nice şey, ne için? Ne ister bu adamlar? Dertleri nedir? Bu toprakları kime karşı ne adına savunurlar? Bu yaptıkları iddia ettikleri ideolojilerinin bir gereği midir? Yoksa her fırsatta arkasına sığındıkları Kemalizm’e yada Atatürkçülüğe sevdalı (!) olmalarının bir neticesi midir? Ama yapılan işleri ve iddianameye yansıyan bazı telefon kayıtlarını dikkate alırsak, bu adamların kendi şahsi hesaplarından başka dertlerinin olmadığını anlamakta zorlanmıyoruz.
Peki, değer mi bunca mazlum insanın kanına girmeye, onların ahını ve bedduasını almaya? Nasıl bu insanlar böyle derin ve karanlık işleri yapabilirler. Bir insan böyle bir noktaya nasıl varır? İşte bu sorularımıza Kur’an cevap verir.
İbrahim Sûresi 3. ayette Rabbimiz, dünya hayatını ahirete tercih edenleri daha doğru bir ifade ile ahiret yokmuş gibi davrananları nitelendirmek için çok orijinal bir ifade kullanır. Böylelerine “Dalâlin Baîd/ Derin bir sapkınlık” içerisinde olanlar demektedir. Demek ki, bütün mesele, ahiret yokmuş gibi davranmakta saklıymış. Eğer bir insan ölümden sonraki hayatı düşünse, var olan ve her insan için mukadder olan, bir hesabın şuurunda olsa, o hesaptan sonra bir cezanın ve mükâfatın geleceğinin bilincinde olsa, derinlerde ne işi olur? Hal böyle olduğu için Kur’an, ilk muhataplarına söz söylemeye başladığı zaman, ısrar ve tekrar ile ahiret hayatına vurgular yapmaya başlamıştır. Çünkü muhatapların zihin dünyalarında tesis edilecek doğru bir ahiret tasavvuru, onları derin sapkınlıklardan muhafaza edecekti.
Kur’an’ın bu ısrarlı tavrından elbette rahatsız olanlar vardı. Vahyin sesini kısmaya çalışanlar, o duyulmasın diye ellerindeki tüm imkânları seferber edenler, dünya ve ahiret saadetinin vesilesi olan çağrıları eskilerin masalları diyerek, insanların teveccühünü önlemeye çalışanlar ve gizli-açık bu davete karşı düşmanlık yapanlar azımsanmayacak kadar çoktu.
Nübüvvetin ilk 13 yılının geçtiği Mekke’de, iman ile inkâr birbirleri ile merdane mücadele ederlerdi. Bir avuç iman insanı inançlarının gereği her şeyi göze alarak, imanlarının bedellerini öder, karşı tarafta olanlar ise gizlenmeye gerek duymadan inkârlarının gereğini yerine getirirlerdi. Ama kaynaklarımızda Mekke’nin sonlarına doğru derin bir ses duymaktayız. Bu sesin sahibi kimselerin pek de tanımadığı Necid’li bir ihtiyardır. Necid; Mekke’ye takriben 900 km. uzaklıkta, bugün başkent Riyad’ı da içerisine alan bölgedir.
Mekke’nin ileri gelenleri Daru’n-Nedve’de toplanmış, artık Efendimiz için nihai bir karar almak istiyorlar. Herkes görüşünü beyan ediyor; “kimi hapsedelim, kimi zincirlere vuralım ve bir yerde teşhir edelim, kimi çöllere sürelim” diye farklı farklı görüşler ileri sürüyorlar. Birden Daru’n-Nedve yaşlı bir ses ile sarsılıyor; sesin sahibi Necid’li ihtiyardır. Diyor ki: “Hayır! Vallahi sizin ileri sürdüğünüz bu görüşlerin hiçbiri makul görüşler değildir.” Tüm bakışlar o anda Necid’li ihtiyarın üzerinde odaklanıyor ve yine Mekkeliler görüşlerini beyan etmeye devam ediyorlar. Mecliste yine farklı fikirler ileri sürülüyor. Necid’li ihtiyar bir kez daha konuşulanlara müdahale ediyor ve bu görüşleri beğenmediğini söylüyor. Bu sefer sözü Ebu Cehil alıyor ve diyor ki: “Bu işten kökten kurtulmak zorundayız. Bunun yolu da Muhammed’i öldürmektir. Her kabileden güçlü kuvvetli bir delikanlı seçip, onun evine gönderelim. Hepsi bir anda Muhammed’e saldırıp, onu kılıçları ile öldürsünler. Böyle yaparsak Haşimoğulları tüm kabilelerle savaşmaya güç yetiremezler ve bu iş böylece kapanır gider.”
Ebu Cehil’in bu fikri karşısında ne diyeceklerini şaşıran Mekkeliler daha bir şeyler demeden, Necid’li ihtiyar sözü alır ve der ki: “ İşte makul görüş, işte en isabetli fikir. Haydi, durmayın ve bunun gereğini yerine getirin.”
Mekke ahalisinin Efendimiz’e olan düşmanlığını anlıyoruz da; bu Necid’li ihtiyara ne oluyor diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Bu soruyu soran sadece biz değiliz; birçok siyer kitabında da bu soru sorulur ve Necid’li ihtiyarın aslında insan suretine giren şeytan olduğu kanaati dile getirilir. Necid’li ihtiyar insan suretine giren şeytan mıdır? Bilemiyoruz, ama derinlerden gelen bir sesin sahibi olduğu muhakkaktır.
İslam Medine’ye varıp, orada siyasal bir güç haline gelince, derinlerle mücadelesi daha da belirginleşmişti. Medine’de kimi zaman Yahudilerin ve Münafıkların oluşturduğu ittifaklarla, kimi zaman dışarılardan uzanan ellerle hep mücadele etmişti. O günden itibaren de derinlerin sesi hep duyulmuştu. Hz. Ömer’in Mecusi köle Firûz tarafından hançerlenmesinden, Hz. Osman döneminde başlayan ve derin devletin o günkü görünen yüzü olan Benî Ümeyye’nin entrikaları ile zirvelere varan, sonunda da Hz. Osman’ın şehadeti ile sonuçlanan olaylarda kim derin devletin varlığını inkar edebilir ki? Ya Cemel’de bir kardeş kavgası olan o acı hadiseleri tezgâhlayıp, olayları içinden çıkılmaz bir hale getiren, Sıffın’da Kur’an’ı mızrakların ucuna taktıran, Kerbela’da Peygamber’in öpücük kondurduğu başı kestiren, hep derinlerde dolaşan aynı eller değil miydi?
Ne diyelim; Rabbimiz bu kirli ve derin ellerin şerlerinden, bizleri muhafaza buyurusun. (amin)
Muhammed Emin YILDIRIM