Aziz İslâm dini, bir tek kelime ile ifade edilse türetildiği kök olan “selâm” kelimesinden de yola çıkılarak “barış” diye ifade edilebilir. İslâm, barış demektir. İslâm’ın sembolü olan selâm, barışı yaymak için kullanılır. İslâm’ın son tebliğcisi olan Hz. Peygamber (sas) bir barış elçisidir. Onun (sas) mübarek ellerinde yetişen o güzide sahâbe nesli, bir barış cemaati olmuştur. Hal böyle iken, ne yazık ki Müslümanların kökleri ile irtibatı zayıfladığı dönemlerden itibaren, ortaya çıkan sorunlara bir de dostların acziyeti ve düşmanların hileleri eklenince; bugün İslâm deyince muhatapların aklına barış değil, başka şeyler geliyor. Burada hepimize düşen en büyük sorumluluk şartlar ne olursa olsun yeniden ana kaynaklara yönelmek ve İslâm’ın en temel mesele ve mesajlarından biri olan barış konusunu, Allah’ın ve Resûlü’nün öğrettiği şekli ile ele almaktır.
Barış Nereden Başlar?
Barışın başladığı yer insanın kendi iç dünyasıdır. İç dünyası ile kavga halinde olan, kendisine verilen nimetlere nankörlük eden, elindekilerle yetinmeyip hep başkalarının elinde olanlara göz diken, kabiliyetleri ile zafiyetleri ile karakteri ile mizacı ile kendisini tam anlamı ile tanımayan birisinin, dış dünya ile barış halinde olmasını beklemek beyhudedir.
İnsanın kendi iç dünyası ile barışı tesis etmesi, ona bir yaratıcının varlığını ikrar ettirecek ve onu bir arayışa sevk edecektir. Bu arayış eğer doğru bir usul ile gerçekleşirse onu, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ulaştıracak ve kul olarak kendisini yaratan, yaşatan, hüküm koyan yaratıcının tüm söylediklerine teslim olacak ve bu teslimiyet onda yaratıcı ile kul arasında istenilen barışın yani uyumun, daha doğru bir ifade ile rızanın gerçekleşmesini sağlayacaktır.
İnsanın önce kendi nefsi ile ardından yaratıcısı ile barış sağlaması onun kâinat/evren ile barış halinde olmasına vesile olacaktır. Kullandığı eşyalardan, etrafında olan yüzlerce bitki, hayvan, dağ, ova, nehir, güneş, ay… aklımıza gelen her şey ile bir barış ortamı oluşturacaktır. Evreni bir emanet olarak görecek, iç dünyasındaki huzur, elinin altındaki her şeye etki edecektir. İyi bir gözlemci, bir şehre, bir mahalleye, bir sokağa veya herhangi bir eve baktığında, oranın sakinlerinin hem kendileri ile olan barışına hem de yaratıcıları ile olan münasebetlerine dair çok önemli ipuçları yakalayabilir. Çünkü insanın eşya ile münasebeti iç dünyasının bir yansıması olarak ortaya çıkar.
İnsanın bu sayılan üç alan ile barış halinde olması, kendi hemcinsleri olan diğer insanlarla barış halinde olmasını sağlayacaktır. İnsan, başkaları ile iletişim kurarak ancak hayatiyetini devam ettirebilir. Başkaları ile iletişim kuracak olan insanın, kendi iç dünyası ile, yaratıcısı ile ve evren ile barış halinde değilken, başka insanlarla barış halinde olmasını beklemek elbette doğru olmayacaktır. Aslında yaşadığı cahiliye çağını saâdet asrına dönüştüren Allah Resûlü (sas) bunu yapmıştır. Önce kendisini, sonra kendisine iman edenleri, kendi iç dünyaları ile, yaratıcıları ile, evren ile en sonunda da temel hak ve sorumlulukları ortaya koyarak başka insanlarla barıştırmış, böylece güvenin ve emniyetin olmadığı bir büyük coğrafyayı, “Dâru’s-Selâm’a/Selamet diyarına” çevirmiştir.
Neden Barış Daha Hayırlıdır?
Nisa Sûresi’nin 128. ayetinde Rabbimiz: وَالصُّلْحُ خَيْرٌ “Barış daha hayırlıdır.” buyurmaktadır. İlk bakışta bu ayetin iki toplum arasında geçen bir hadiseye binaen nazil olduğu düşünülebilir; ancak ayet karı-koca arasındaki sorunlar üzerine indirilmiştir. Ayet şöyledir: “Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh/barış yapmalarında onlara günah yoktur. Sulh/barış daha hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/128)
Kur’ân-ı Kerim’de geçen bu cümle her ne kadar özelde karı-koca arasındaki ilişkiler için söylenmişse de biz hayatın tamamı için bunu anlayabiliriz. Rabbimizin muradı her ne olursa olsun sulhtur, yani barıştır. Kavga, şiddet, savaş en son tercihtir. Bu hususu o kadar güzel anlamıştır ki İmam Matüridî, şöyle bir cihad tarifi vermiştir: “Cihad, savaşa giden yolları kapatmaktır.” Bu sözün anlamı gayet açıktır; aslolan barıştır, tüm yollar denenir, tüm gayretler ortaya konur; eğer ortak bir nokta bulunmazsa o zaman savaş kaçınılmaz olur. İşte savaşa giden yolları kapatma adına yapılan her söz ve fiil cihad olduğu için İmam Matüridi böyle bir tanım ortaya koymuştur.
Önce Barış, Sonra Savaş!
Malum olduğu üzere Allah Resûlü (sas) Mekke’de, 13 yıl boyunca hem kendisi hem de iman eden diğer Müslümanlar birçok hakaret ve eziyete maruz kalmışlardı. Zaman zaman sabırların tükendiği anlarda bile Hz. Peygamber (sas) asla Müslümanlara, kendilerine zulmeden müşriklere karşı fiili bir karşılık vermeleri için müsaade etmemişti. Medine’ye hicret edilip, oradaki şartlar biraz iyileşmeye yüz tutunca, “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi…” (Hac, 22/39) ayeti nazil olmuş, böylece savaş konusunda Müslümanlara izin verilmişti.
O günden Hz. Peygamber’in (sas) vefat edeceği günlere kadar, birçok seriyye ve gazve yapılmıştı. Allah Resûlü (sas) tüm bu askeri seferlerde özellikle bu seferler sırasında inen ayetlerin verdiği mesajların gölgesinde; bir savaş, barış, ganimet, esir ve diğer meselelerle alakalı hukuk oluşturmuştu. Söylenen ve ortaya konan bütün mesajlardan alınacak en temel mesaj şudur: “Önce Barış, Sonra Savaş!”
Nereye gidilirse gidilsin, muhatap kim olursa olsun, eğer bir barış ihtimali varsa bunun kullanılmasını hem kendisi yapmış, hem sahâbeye bunu tavsiye etmiştir. Birkaç örnek üzerinden bunun nasıl olduğunu görelim.
Hz. Peygamber (sas) Yolu Gösteriyor…
Süleyman b. Büreyde’nin babasından naklettiği şu rivayet bize bu konu hakkında geniş bir bilgi vermektedir. Diyor ki: “Resûlullah (sas) ordunun veya seriyyenin başına birini komutan seçtiğinde ona Allah’tan korkmasını ve beraberindeki Müslümanlara iyi davranmasını vasiyet ederek şöyle derdi: “Allah yolunda, Allah’ın adıyla savaş. Allah’a küfredenlerle harp eyle! Savaşta ganimete hıyanet etmeyiniz, ahdi bozmayınız, düşmanlarınızın ağız ve burunları kesmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz.”
Sonra Hz. Peygamber (sas) direk komutana hitaben savaşın nasıl başlayacağına dair şunları söyler: “Müşriklerle karşılaştığın zaman onları üç şeye davet et, bunlardan hangisini kabul ederlerse onu kabul et ve onlardan elini çek! Onları İslâm’a davet et. Müslüman olmayı kabul ederlerse, sen de kabul et ve savaşı bırak. Sonra onlara kendi yerlerini bırakıp muhacirlerin yanına intikal etmelerini emret ve muhacirler için geçerli olan yükümlülüklerin onlar için de geçerli olacağını haber ver. Şayet kabul etmezlerse, Müslüman Arap köylüler gibi olacaklarını, Müslümanlar için geçerli olan Allah’ın hükümlerinin onlar için de geçerli olacağını, Müslümanlarla beraber savaşmadıkça ganimetten faydalanamayacaklarını haber ver. Bunu da kabul etmezlerse cizye vermelerini iste. Eğer kabul ederlerse savaşma; şayet kabul etmezlerse, Allah’a sığın ve onlarla savaş.”[1]
İşte burada ortaya konan ilkeler korunduğu için Hz. Peygamber (sas) bizzat kendisinin katıldığı 28 gazvede elinde kılıç, savaş meydanında olmasına rağmen, kılıcının üzerinde beşerin kanı yoktur. Ve yine Efendimiz’in (sas) tüm gazveleri içerisinde ölen insan sayısı sadece 354 ‘dür. 354 kişinin 138’i Müslümanlardan şehit olanlar, 216’sı ise düşmanlardan öldürülenlerdir.[2]
Hatırlanılacağı üzere Mekke’nin fetih sürecini sağlayan birçok hadise vardır ama özellikle Hicretin 6. yılı olan Hudeybiye ve bir yıl sonra olan Hayber, bu süreci hızlandırmıştır. Hudeybiye gerçekten İslâm’daki barış ve fetih ufkunu anlamak için çok özel ve derinlemesine tahlil edilmesi gereken bir alandır. Herkesin mağlubiyet olarak gördüğü, yapılan antlaşmada tüm maddeler Müslümanların aleyhine olduğu bir zeminde Kur’ân’ın olanlara fetih demesi, hem de Feth-i Mübin demesi, yani apaçık bir fetih olarak görmesi, (Fetih, 48/1-3; 27) İslâm’ın barış ve fetih anlayışının ne demek olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.
Kur’ân ile Fethedilen Şehirler…
Hicret yurdu olan Medine nasıl fethedildi? Bunu Efendimiz (sas) çok veciz bir şekilde ortaya koyuyor: “Ülkeler ve şehirler zorla (kılıçla) fethedilir, Medine ise Kur’ân’la fethedilmiştir.”[3]
Medine’deki fetih gerçekten insanı hayran bırakan bir fetihtir. Akabe biatları ile başlayan süreç, Es’ad b. Zürâre ve 5 arkadaşının başlattıkları davet, arkasından bir muallim ve davetçi olarak Mus’ab b. Ümeyr’in oraya gidişi ve kılıçların değil, sözlerin meydanlarda dillendirilmesi ve neticede 75 insanın son Akabe biatları için Mekke’ye gelip, Hz. Peygamber’e biat etmeleri, Yesrib’in Kur’ân’la fethedildiğinin en önemli göstergesidir.
Mus’ab b. Ümeyr’in bir yıllık davet çalışmalarının ardından Hz. Peygamber’in (sas) huzuruna gelip, yapılanları anlatırken şöyle demişti: “Ya Resûlullah! Yesrib’de imanın girmediği ev kalmadı!” Bu güzel müjdeye karşı Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştu: “Ne güzel! Desene Allah (cc) senin vesilen ile Yesrib’e imanı ulaştırdı, senin elinle Yesrib’e hayrı ulaştırdı.” O günden sonra artık Mus’ab b. Ümeyr, ‘Mus’abü’l-Hayr’ diye anılacaktı.[4]
Aslında Medine için söylenen o nebevî söz ve o sözün nasıl hayat bulduğuna dair başta Hz. Mus’ab olmak üzere sahâbenin ortaya koyduğu örneklik, Hz. Peygamber’in (sas) barışla şehirlerin fethedilmesine dair çok büyük bir özlemini ifade etmektedir.
Hz. Peygamber’in (sas) bu mesajlarını çok iyi anlayan sahâbe, hep o nebevî ufkun gölgesinde yürüdüler. Nasıl olduğunu anlayabilmek için sadece Hz. Ömer’i hatırlamak yeterlidir. Büyük komutan Amr b. el-Âs, önce Mısır’a, Mısır’ın fethi tamamlanınca Kuzey Afrika’ya sefer düzenlemek için Halife Hz. Ömer’den izin istediğinde, Hz. Ömer, daha ileriye gitmenin, ele geçirilen toprakların güvenliğini tehlikeye düşüreceği, fethedilen yerlerdeki insanların iyice İslâm ile tanışmalarını sağlamanın daha öncelikli bir mesele olduğu ve aslolanın savaş değil barış olduğunu söylemesi çok önemlidir.[5]
İmam Ebû Yûsuf da Mısır’ın ekseriyetle savaşla fethedilmiş olmasına rağmen, Hz. Ömer’in bu toprakları sulhen/barış yolu ile fethedilen topraklar statüsüne dâhil ettiğini, onun bu uygulamayı Müslümanların hayır ve menfaatine uygun görerek yaptığını ifade etmiştir.[6]
Barış Zordur, Bedel İstemektedir!
Sadece Hz. Peygamber’in (sas) Hudeybiye’de çektikleri hatırlandığında görüleceği üzere barış, gerçekten tesisi ve muhafazası çok zordur. Kavga, şiddet, savaş… bedelleri olsa da barışın tesisi onlardan daha zordur. Çoğu zaman barış meselesi konuşulduğunda en büyük tepkiyi insanın yanındakileri verir. Çünkü genellikle barışta karşılıklı fedakârlıklar söz konusu olduğu için insanlar bunu taviz olarak algılar ve bu acziyete düşülmemesi gerektiği dillendirilir. Ama unutulmamalıdır ki barış bedel ister; bazen insana baldıran zehiri içirir. Bundan dolayıdır ki barış; cesaret, basiret, hamiyet, sükûnet ve sebatın istenilen düzeyde kuşanılmasını ister.
Barış uğruna birçok bedel ödeyen Cennet gençlerinin efendisi olan Peygamber torunu Hz. Hasan’ın dediği gibi, “el-Âr, hayrün mine’n-nâr/ Utanmak ateşten hayırlıdır.”[7] ilkesi gereği, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan, Allah (cc) istediği için barış adına adımlar atmak zorundayız.
Eğer Müslümanın yeryüzünde imar ve inşa etme gibi bir görevi varsa ve bu görev ancak barış ortamlarında tam anlamı ile tesis edilebiliyorsa, olması gereken sürekli barış adına çalışmak, barışın yeryüzüne hâkim olması için gayret göstermektir.
Muhammed Emin Yıldırım
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2018/7 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Müslim, Cihad, 3; Ebû Davûd, Cihad, 82; İbn Mace, Cihad, 38.
[2] Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 13.
[3] Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 6.
[4] İbn Sa’d, Tabakât, III, 127, 128.
[5] İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır, s. 172-173; Ya‘kûbî, Tarih, I-II.
[6] Ebû Yûsuf, Kitabu’l-Harâc, s. 189.
[7] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 376.