Hicretin 9.yılının Recep ayında, mevsimler yazın sıcağını ve hasat günlerini gösterdiği bir zamanda; Alemlerin Efendisi Medine’den 780 km. uzaklıkta ki Tebuk’a doğru 30 bin askeri ile birlikte yola çıkıyor. Bu imtihan yolcuğu sırasında; imanlarının gereği gidenler var, nifaklarının gereği gidemeyenler var ve bir de sadece ihmallerinin gereği Medine’de kalanlar var. İşte o kalanlar işin başında hata etmelerine rağmen, sıdk ile davranıp tevbe ettikleri için, hatalı davranışları kendileri için bir rahmete dönüşüyor ve en sonunda Tevbe Sûresinin 118. ayetinde övülen sadıklardan olma şerefini elde ediyorlar. Tevbeleri kabul edilen bu sıdk abideleri kimlerdir? Biri Akabe Biatları’nın yiğitlerinden Ka’b b. Malik, diğer ikisi ise; Bedrin aslanlarında Mürâre b. Rebî ile Hilâl b. Ümeyye’dir.
Efendimiz (s.a.v.) Tebuk’a varıp, düşmanla karşılaşmadan Medine’ye geri döndüğünde, her zaman yaptığı gibi hücre-i saadetine gitmeden mescidine uğramış, iki rekat namaz kılmış, ve bir müddet orada oturarak insanların dertlerini dinlemeye başlamıştı. Özellikle münafıklar birer birer o rahmet membaının huzuruna girmiş, türlü türlü bahanelerle Tebuk seferine niçin katılmadıklarını dile getirmişlerdi. Efendimiz (s.a.v.) her söyleneni dinlemiş, mazeretlerini işitmiş ve onları Allah’a havale etmişti. Sıra Kur’an’ın sadıklar diye öveceği üç yiğide gelince, onlar sadıklara yakışır bir şekilde doğruyu söylemişlerdi. Demişlerdi ki: “Ya Resulullah! Hiçbir mazeretimiz yok. Bineklerimize güvendik ve yetişiriz zan ettik. Bugün yarın derken seferden geri kaldık.” Allah Resulü (s.a.v.) bu üç yiğide; “Kalkın gidin; sizler cezayı hak ettiniz” demişti. Dışarıya çıktıklarında insanlar onlara; “neden sizde bir mazeret söyleyip, Efendimiz’i ikna etmediniz” demişlerdi. Bu üç yiğit demişti ki: “Biz bir kez hata işledik. Şimdi o hatamızı daha büyük bir hata ile mi telafi edelim? Hayır, biz asla yalana tenezzül etmeyeceğiz ve Efendimiz’in vereceği hükme rıza göstereceğiz.”
Allah ve Resulü bu yiğitlerin doğruluklarının daha da olgunlaşmasını istiyorlardı. Bunun için Efendimiz (s.a.v.) bir karar çıkarttı. Bu karara göre hiç kimse onlarla selamlaşma dahil asla konuşmayacaklardı. Tam 40 gün Medine’nin sokakları bile bu insanlara küsecek, ne onlar başkalarına bir tek kelam edecek, ne başkaları onlarla konuşacaklardı. Bu zorlu günler içerisinde Ka’b b. Malik bir imtihanla yine baş başa kalacaktı. Gassan Meliki, Efendimiz’in arkadaşlarına böyle bir ceza verdiğini duyunca Ka’b’a bir mektup yazacak ve “benim ülkeme gel, senin gibiler bizim yanımızda çok değer görür” diyecekti. Ka’b b. Malik buda bir imtihan diyecek ve hatasını hata ile telafi etme yoluna girmeden gelen mektubu yırtıp, atacaktı.
Kırkıncı günün sonunda Alemlerin Efendisi ikinci bir emir daha çıkartacaktı. Bu yeni emre göre bu üç yiğit, hanımlarından ayrılacaklardı. Emir bu sahabîlere tebliğ edilince sadakat potasında pişmek için yanan o yürekler hiçbir itiraza kapı açmadan; “Acaba Efendimiz hanımlarımızı boşamamızı mı istiyor” diyeceklerdi. Gelen elçi; “Hayır, sadece ayrı kalmanızı istiyor?” diyecekti. Böyle bir ceza ile daralan dünyaları daha de sıkıntılı bir hale girecekti. İçlerinden Hilâl b. Ümeyye’nin hanımı Efendimiz’e giderek eşinin yaşlı oluşunu dile getirecek, kendisinin bu emirden istisna tutulmasını isteyecek, Allah Resulü’de bunu kabul edecekti. Ama diğer iki sahabî bu cezaya da sabredecek, günlerce gözyaşı içerisinde Efendimiz’in kendilerini af ettiğine dair müjde vereceği günü bekleyeceklerdi. Bu müjde ellinci günün sonunda gelecekti. Hem de bu müjdeyi veren alemlerin yegane sahibi olan Allah’tı. İnen ayet bu yiğitlerin bağışlandığını söyleyecek, onların sadıklar olduğunu aleme duyuracak ve tüm iman edenlere; “sadıklarla beraber olun” tavsiyesinde bulunacaktı. İşte o an Ka’b b. Malik hepimizin zihinlerine silinmez harflerle kazımamız gereken şu temel hakikati duyuracaktı: “Ben ancak doğruluğumla kurtuldum.”
Evet, doğruluk kurtuluştur. İşin başında zorlu bazı imtihanlar olsa da, sonu kesinlikle saadetle biten bir yoldur. Bunun için Sözün Sultanı; “Doğruluk sahibini cennete, yalan ise sahibini cehenneme taşır” demişti. Bunun için; “Mümin korkak ve cimri olabilir. Ama asla asla yalancı olamaz” demişti. Yalan ile imanın bir arada bulunamayacağı gerçeğinin altını çizmiş, sadece dostlara değil; düşmanlara bile yalan söylenemeyeceğinin uyarısında bulunmuştu.
O (s.a.v.) her güzel ahlakî vasfın sultanı olduğu gibi, sıdkında tartışılmaz yegane sultanıdır. O (s.a.v.) Muhammedü’l Emin’dir. O (s.a.v.) Sadıku’l Emin/Özünde, sözünde doğru ve güvenilir olandır. O (s.a.v.) Sadıku’l Masduk/ Söyledikleri doğrulanan, ne söylemişse gerçekleşmiş olandır.
O (s.a.v.) böyle ise O’na ümmet olduğunu iddia edenlerin hayat defterlerinde yalanın yeri olur mu?
Muhammed Emin YILDIRIM