Hicretin 23.yılı, Zilhicce ayının 27.gününün sabah namazı vakti, İslam toplumunun önderi olan Hz. Ömer Müslümanlara namaz kıldırmak için mescide giriyordu. Nizama ve intizama aşık olan Hz. Ömer arkalardan başlayarak safları düzelterek geliyor, mihraba geçiyor ve tekbir getirip namaza başlıyordu. İftitah dualarını okuyor, tam Fatiha’ya başlayacağı anda Ebu Lülüe künyeli Firuz isimli Mecusi köle, iki saf arkadan bir anda ileriye doğru fırlıyor ve sinesinde sakladığı zehirli hançeri İslam’ın ikinci halifesi olan Hz. Ömer’in sırtına vurmaya başlıyordu. Hz.Ömer yediği hançer darbeleri ile yere yıkılıyor ve ağır yaralı bir biçimde evine taşınıyordu. Namazları yarım kalan cemaatin önüne Abdurrahman ibn Avf geçiyor, onlara namazlarını kıldırıyordu. Namazdan sonra Müslümanlar akın akın halifenin evine doğru koşuyor ve onun artık vefat yolunda olduklarını, o kanlar içerisindeki haline bakınca anlıyorlardı.
İnsanlar 10.5 yıldır; kuvvet, adalet ve rahmet ile kendilerini yöneten Hz. Ömer’den şöyle bir talepte bulunuyorlardı: “Ey Müminlerin Emiri! Ne olur bize kendinden sonraki halifeyi seç; eğer sen seçersen kimse senin bu seçimine itiraz edemez.” Bu teklifler ısrarla çoğalınca Hz. Ömer diyordu ki: “Ben 10.5 yıldır sizin sorumluluğunuzu taşıyordum. Zaten bu sorumluluk benim belimi bükmüştü. Şimdi siz bana aynı sorumluluğu öldükten sonra da mı taşıtmak istiyorsunuz? Hayır, ben sizi aynen Allah Resulü’nün bıraktığı gibi bırakacağım ve sizin işinize karışmayacak, kendi işinizi size havale edeceğim.”
İnsanlardan bazıları; “Ey Müminlerin Emiri! Bize oğlun Abdullah’ı halife olarak atasan olmaz mı? Gerçekten Abdullah bu işin hakkı ile üstesinden gelebilecek biridir” dediler. Hz. Ömer bu teklife öyle bir hiddetlendi ki; “Hayır, Vallahi! Ben ne oğlumu ne de ailemden başka birini bu işe bulaştırmayacağım. Eğer bu iş güzel bir işti ise biz zaten buna eriştik. Ama eğer bu iş zor ve sorunlu bir işse – ki öyledir – bir evden bir kurban yeter” dedi.
İşte Hz. Ömer’in bu sözü; hilafet ile saltanatın, imamet ile sultanlığın arasındaki en önemli farkı aleme haykırıyordu. Bu sözü doğru anlayan biri; hilafetin ya da yönetim işinin ne anlama geldiğini çok iyi kavrar, devlet içerisinde görev almayı bir fırsat olarak değil, büyük bir sorumluluk olarak anlardı. Koltuk için her yolu ve her işi meşru görmekten vazgeçer, aslında o koltukların ne kadar mesuliyetli olduğunun farkında yaşardı. Değil 7 torunu devlet yönetimine getirip, söz sahibi etmek, bu işi kurban olmakla eş değer tutar ve bir evden bir kurban yeter diyerek asla ailesini bu işe bulaştırmazdı.
Hz. Ömer nübüvvet medresesinde imamet ile saltanatın ne olduğunu çok iyi öğrenmişti. Halife ile sultanın asla aynı şeyler olmadığını, ikisinin bir araya gelemeyeceğini iyice talim etmişti; bunun için de ailesini bu işe bulaştırmak istemiyordu.
Ama halk Hz. Ömer’i rahat bırakmayacaktı. Bu konuda öyle ısrarcı olacaklardı ki; Hz. Ömer 6 kişilik bir istişare heyeti seçmek zorunda kalacaktı. Kimdi bu 6 kişi? Aşere-i Mübeşşere’den o gün için hayatta kalan 7 kişinin 6’sı idi. Bunlar; Abdurrahman ibn Avf, Hz. Ali, Hz. Osman, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah ve Sa’d b. Ebi Vakkas’tı. Hz. Ömer dünyada iken Efendimiz’in lisanı ile cennetle müjdelenen 7 bahtiyar insanın 6’sını seçmiş, birini ise bu heyete dahil etmemişti. Bu heyetin içerisine alınmayan sahabî; Said ibn Zeyd’di. İlk halkanın bir neferi olan Said ibn Zeyd; büyük muvahhid Zeyd ibn Amr ibn Nüfeyl’in oğlu, Hz. Ömer’in amcasının torunu, ayrıca hem eniştesi, hem de kayın biraderi idi. Hz. Ömer kendisine böyle yakın olan birini halife adayı olarak göstermemişti. Sebebi ise aynı hassasiyetti; soranlara yine; “bir evden bir kurban yeter” diyordu.
Bugünün dünyasında ister siyaset ve devlet yönetimi sahasında olsun, isterse hasbelkader insanlığa hizmet iddiasında olup bir yerlere gelen insanlar olarak hepimizin Hz. Ömer’in bu tavrından alacağımız çok dersler olmalıdır. Bugün konumlarımız her ne ise ara ara durup; “acaba ben bu makamın layıkı mıyım? Acaba kametim/duruşum, kıraatime/söylemime uyuyor mu?” diye kendimizi sorguya çekmemiz gerekiyor.
Selman-ı Farisî bize rivayet ediyor; “Hz. Ömer’i şehadetinden birkaç ay önce hacda gördüm. Sakalını elinin arasına almış, başını öne eğmiş ve gözyaşları içerisinde; ‘Ey Ömer! Halife misin, sultan mı bilemiyorum. Eğer sultansan vay haline!’ diyordu.”
Hz. Ömer gibi; “yaşadığını anlatan, anlattığını yaşayan” biri bile böyle bir sorgulamayı yapıyorsa, her halde bizlerin çok daha fazla bu muhasebeye ihtiyacımızın olduğu kesindir. Eğer bu sorgulamayı her an yaparsak, biz de Allah’ın bir ikramı olarak bizlere takdim edilmiş nice nimetin sorumluluğu altında inler; kamet-kıraat uyumluluğu için çaba içerisinde oluruz. Bunu yapmayıp, elde edilen bazı başarılara ve insanların şu anki teveccühlerine aldanıp; “ben neymişim böyle, ne akıllı ve ne zeki adammışım ki, bunları elde etmişim” demeye başlarsak; artık onarılamaz yaraların açıldığını söylemek çok da zor değildir.
Muhammed Emin YILDIRIM