Ahlâk-ı Hamidiye olarak sayılan İsâr, bu çağın Müslümanları olarak hayatımızdan önce uygulaması, sonra ismi tamamen kaybolup unutulmuş bir kavramdır. Bunun için İsâr gibi önemli bir ahlaki meziyetin ne olduğunu, buna Kur’an’ın ve Efendimiz’in ne anlam ve değer yüklediğini ne yazık ki tam anlamı ile bilemiyoruz. Öyleyse gelin önce bu kavramı bir anlayalım; sonra bu kavramı kavli ile değil, hali ile âleme haykıran bu çağın yetiştirdiği önemli bir İslam şahsiyeti olan Bediüzzaman Said Nursi’yi vefatının 48. yıldönümü münasebeti ile onun hayatındaki isârı örnek alma gayesi ile hatırlayalım.
“Eşya zıtları ile bilinir.” Bu hayatın temel kaidelerinden biridir. İyinin kıymetini kötüden, güzelin değerini çirkinden, temiz, hoş, tayyib ve helalin kıymetini; pis, nahoş, necis ve haramdan anlarız değil mi? Ne diyordu büyük müfessirimiz Razi; “İki zıttan biri ne kadar erzelse, mukabili de o kadar eşreftir.” Yani, birbirine zıt olan iki şeyden biri, ne kadar rezilse, alçaksa; karşısındaki ise o kadar şereflidir ve yücedir.
Öyleyse bir Kur’ani kavram olan İsârı’da zıttı ile anlamaya çalışırsak, onun karşısına yine Kur’an’da geçen üç kavramı koyabiliriz. Bunlar; Şuhh, Bağil ve olumsuz manada Ğayre’dir. Bu üç kavram bazı nüans farkları aralarında olsa da, buluştukları ortak payda; insanın sadece kendisini düşünmesi, kendi için yaşaması, kendinden başka derdi olmamasıdır. Böyle olunca elbette; “İnsan başka bir insanın kurdudur” mantığı, bir hayat tarzına dönüşecek, herkes birilerinin çukurunu kazmaya başlayacaktır.
Bu üç olumsuz kavram karşısında, derecelerine göre üç olumlu kavramın olduğunu görüyoruz. Bunlarda; Seha, Cüd ve İsâr’dır. Seha bu işin kapısı, İsâr ise bu işin çatısıdır. Biraz daha açarsak; Seha: Elindeki imkânları başkaları ile paylaşandır. Cüd: Elindeki tüm imkânları başkalarına tamamen verendir. İsâr: Eline daha imkân geçmeden, güzelliklerin başkalarının eline geçmesine çalışandır. Yani İsâr; insanları kendi nefsine tercih eden, başkalarının mutluluğu için kendi saadetinden vazgeçen, daha doğru bir tanım ile yaşamak için değil, yaşatmak için yaşayandır.
İşte bu duruş, peygamberi bir duruştur; bu duruş sahabece bir duruştur. Kapitalist bir dünyada yaşamak zorunda kalan ve her gün biraz daha bencilleşen nefislerimizin bu duruşu anlamaları gerçekten çok zordur. Ama bugünlerde vefatının 48. yıldönümü münasebeti ile anlamaya çalıştığımız o büyük insan, bu çağda da isârın hayatlarda tekrardan diriltebileceğini en gür sedası ile haykırmış ve peygamber görmeden sahabi olunabileceğini hayatı ile ispat etmiştir.
İnsanlığa risaletin mesajlarını duyurmayı en büyük vazife olarak gören Üstad’ın şu sözleri, isârın hayatında ne kadar önemli olduğunu anlamamız bakımından çok mühimdir. Der ki: “Bana, ‘sen, şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var. O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler… Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi bile feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu var. Cemiyetin iman selameti uğruna bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül ve gülistan olur.”
İşte 20.yüzyılda bir isâr kahramanın feryadı böyledir. O değil dünyasını, ahiretini dahi feda edebilecek kadar, insanlığın ebedi kurtuluşu için çırpınan bir yürek ile alevleri semaya yükselen yangını söndürmek için bir ömür uğraşıp durmuştur.
87 yıllık bereketli bir hayatın sahibi olan Üstad Hazretleri bize eşsiz bir kültür hazinesi olan Risaleleri miras olarak bırakıp gittiği gibi, sayfalara yazdığı her bir cümle ve kelimeye hayatını da şahit kılmıştır. Kıraat ve kamet dengesi ile yani, söylem ve eylem birlikteliği ile bize ilmin önemini, yitirdiğimiz büyük bir değer olan ihlâsın zaruretini, ibadetin bir tekellüf değil, bir nimet olduğunu ve daha nice şeyleri öğretmektedir. Herhalde onun öğretileri içerisinde bulunan hayati ilkelerin en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz isârdır.
Onun hayatından ve sözlerinden aldığımız ilham ile diyoruz ki; yangın hala devam ediyor. Hala imanlarımız yanıyor, hala milletimizin imanları yanıyor. Öyleyse çağın itfaiyecileri olup, hem imanlarımızı, hem milletimizin imanlarını kurtarmak için seferber olmak zorundayız. Yoksa yükselen bu alevler dünyamızı yakıp kavurduğu gibi, ahiretimizi de mahvedecektir.
Muhammed Emin YILDIRIM