Yaşadığımız çağın bizlere teknolojik anlamda birçok şey kazandırdığı muhakkaktır. Babalarımızın ve dedelerimizin hayallerine bile gelmeyen nice şeyler, bizlerin hizmetine sunulmuş durumdadır. Bu hızlı gelişme gösteriyor ki, yarın çocuklarımız bizlerden daha fazla şeylere sahip olacaklardır. Ama gelin görün ki yaşadığımız bu çağ, hep de böyle olumlu gelişmelerle dolu değildir. Bu konuda çok şeyler söylenebilinir; ama biz bu yazımızda sadece bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Nedendir bilinmez bu çağın insanları olarak bizler büyüklerinin kıymet ve değerini bilmez bir hale geldik, yada daha doğru bir ifade ile birilerinin sayesinde bu hale getirildik. Yaşayan büyüklerimizin değer ve kıymetlerini bilmediğimiz gibi, tarihin belli bir zamanında yaşayıp aramızdan ayrılan, ama geride bıraktıkları ilmi miras ile aslında aramızda yaşayan büyüklerimizin de ne yazık ki kıymet ve değerlerini hak ettikleri ölçüde bil(e)miyoruz. Uzun sözün kısası bu çağın insanları olarak bizler hürmetsiz bir toplum oluvermişiz. Eğer böyle önemli bir eksikliğimiz varsa –ki olmadığını hiç kimse söyleyemez- büyük gözükmeye çalışan cücelerden değil, bizler ara ara tarihin sayfalarına müracaat edip, gerçekten büyük olan rehberlerimizden; büyüklerimizin kıymet ve değerlerini öğrenmek zorundayız. Çünkü ancak, büyükler büyüklerin kıymet ve değerini gereğince bilirler ve kapılarına varanlara da bunu büyük bir cömertlikle öğretirler. Öyleyse gelin bir büyük insandan büyüklerin büyükleri olan Sahabe neslinin değer ve kıymetini öğrenmeye çalışalım.
Size Tabiî’nin büyük imamlarından biri olan Mesruk b. Ecda’nın Sahabe neslinin değer ve kıymetini bizlere öğretecek bir sözünü aktaracağım. Ama öncesinde madem adı anıldı ve yeri geldi; bir büyük insan olarak Mesruk b. Ecda’yı da birkaç cümle ile tanımaya çalışalım. Kaynaklarımız, bu büyük insanın Efendimiz’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yıl olan, Miladi 622’de doğduğunu söylerler. Yani O, 10–11 yaşlarına gelinceye kadar Efendimiz (sav) hayattadır ve Medine’dedir. Ama Mesruk, büyük bir fırsatı kaçıracak, bir türlü Medine’ye gidip, sahabe olma bahtiyarlığına eremeyecek ve Efendimiz’le aynı dönemi yaşamasına rağmen O’nu (sav) dünya gözü ile göremeyecektir. Ancak Allah Resulü’nün vefatından sonra Medine’ye gidebilecek, Hz. Ebubekir’in arkasında namaz kılma şerefini elde edecek ve Hz. Ömer dönemini de o büyük insanın adalet dağıtan sancağının altında yaşayacaktı. Hz. Ömer ile bir gün Medine’de karşılaştıklarında Hz. Ömer ona, ismini ve babasının ismini soracaktır. Mesruk kendini tanıtınca; Hz. Ömer, neden isminin Mesruk olduğunu soracaktır. Çünkü Mesruk, Arap dilinde; “çalınmış ve kaybolmuş” anlamına gelmektedir. Mesruk, “çocukken bir ara birileri tarafından çalınıp, kaçırıldığını daha sonra ise bulunduğunu ve bundan dolayı böyle bir isim ile anıldığını” beyan edecektir. Hz. Ömer Mesruk’a babasının adını sorduğunda, o babasının isminin “Ecda” olduğunu söyleyecektir. Hz. Ömer; “Ben Resulullah’tan duydum ki, Ecda; şeytanın isimlerindedir, öyleyse gel; biz bu ismi “Abdurrahman” diye değiştirelim” diyecektir. Mesruk bu teklifi kabul edecek ve o günden sonra Mesruk b. Abdurrahman diye anılacaktır.
Mesruk Medine’de kaldığı süre içerisinde Hz. Aişe validemizden sürekli ilim talep edecektir. Aişe validemiz Mesruk’u çok sevecek ve ona her zaman iltifat edecekti. Mesruk’taAişe validemizin bu yakınlığını en güzel şekilde kullanacaktı. Bir gün Allah kendisine bir kız çocuğu nasip edince adını “Aişe” koyacak ve o günden sonra “EbûAişe” künyesi ile anılmaya başlanacaktı. Mesruk daha sonraları Kufe’ye gidecek, orada Abdullah ibnMesud’un ilim halkalarına katılacak ve İbnMesud’un en gözde talebelerinden biri olacaktı. Bugün Hadis kitaplarımızda İbnMesud’dan bize gelen 800 hadisin büyük bir bölümünün aktarılmasında onun dikkate değer bir katkısı ve çabası olacaktı.
İlimde Tabiîn uleması içerisinde zirvelere oynayan bu büyük insan, yeri ve zamanı geldiğinde rahlesini kılıçla değiştirmeyi de bilecekti. Hz. Ömer döneminde Kadisiye savaşına katılacak, bu savaşta birçok yara alacak; kolunu kaybedip çolak olacak ve başından aldığı bir darbe ile de felç geçirip, kambur olacaktı. O günden sonra da Mesruk, ne ilmi, ne cihadı bırakacaktı. Hz. Ali’nin hilafet yıllarında İslam tarihinin en acı ve kanlı sayfalarından biri olan Sıffın savaşı patlak verince, Mesruk’ta o savaşın öncesinde iki ordu arasında dolaşarak elinden geldiğince bu savaşı önlemeye çalışacak, ama oda birçokları gibi buna muvaffak olamayacaktı. Böyle ilim ve cihad yolunda geçen bir ömrü Mesruk, Hicri 63, Miladi 683’te 62 yaşlarında, arkasında kendisini hayırla yâd edecek büyük bir miras bırakarak vefat edecekti. Allah kendisinden ebeden razı olsun ve Rabbim onu da bizi de cennette Efendimiz’e komşu eylesin inşallah…
Mesruk b. Abdurrahman bir gün ilim meclislerinin birinde Sahabenin değer ve kıymetini insanlara öğretme adına şöyle diyecekti: “Ben Efendimiz’in ashabının birçoğunu gördüm ve onlarla beraber zaman geçirdim. Onların hali aynen şuna benzer: Hani susuzluktan sinesi çatlayan toprağa yağmur yağarda, o toprak alabildiğince suyu içerisine alır, gerisi ise tertemiz bir halde toprağın üstünde kalır. Sonra o kalan su, suya ihtiyacı olan canlılardan birini, ikisini, onunu, yüzünü sular. Hatta onlardan bazıları üstlerindeki su ile arzın tamamını sular. İşte sahabe nesli böyle bir nesildir. Onlar Efendimiz’den aldıkları mesajları önce içlerine almış, o mesajları içselleştirmiş, sonra da durumlarına göre ümmeti o mesajlarla sulamışlar yani nasiplendirmişlerdir.”
Bu ifadeler bir büyük insandan büyüklerin kıymetini, bizler gibi küçüklere öğretecek en güzel örneklerden sadece biriydi. Ne diyelim; Rabbim bizleri haddini bilenlerden eylesin. (amin)
Muhammed Emin YILDIRIM