Nasıl sorusu meselenin usulünü anlamamız için sorulması gereken bir sorudur.Bu soruya verilecek doğru cevaplar,Efendimiz’e (sas) karşı ortaya konması gereken sevginin daha sıhhatli ve daha istifadeli olmasını sağlayacaktır.Eğer “vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzden” kaynaklanıyorsa;yani hedefe varamamamızın en önemli sebebi usulün olmayışı ya da bu noktadaki eksikliklerimiz ise yapılması lazım olan şey, sevginin usulünü de belirlemektir.Öyleyse buyurun “Efendimiz’i nasıl sevmeliyiz?” sorusunun altında, bu alanın usulüne ait en temel ilkeleri de anlamaya çalışalım.“ Efendimiz’i neden sevmeliyiz?” sorusunu yedi madde ile cevaplamakla sınırlandırdığımız için,“Efendimiz’i nasıl sevmeliyiz?”sorusuna da sadece yedi madde ile cevap vereceğiz.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, hiçbir şeyi O’nun kadar sevmemekle mümkündür.
Bu ilke çok önemli olduğu için, biz de en başa bunu aldık. Çünkü Efendimiz’i (sas) sadece sevmemiz yetmez, Allah (cc) dışında hiçbir şeyi O’nun kadar sevmemek, tabir caiz ise sevgide O’nu rakipsiz kılmak şarttır.Bu tespiti biz heyecandan ya da hamasetten kaynaklanan duygusal bir hal ile söylemiyoruz; bunun böyle olduğunu bize öğreten bizzat Rabbimiz’dir; bizzat sevmek zorunda olduğumuz Efendimiz’dir.
Kur’an, bu konuda birkaç ayette Efendimiz’e (sas) tahsis edilmesi gereken sevginin boyutuna dair açıklamalarda bulunur.Bu ayetlerden biri Ahzab Sûresi 6. ayettir. Ayette Rabbimiz şöyle buyurur:“Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha evladır, önceliklidir ve onun hanımları müminlerin anneleridir…” (Ahzab Sûresi, 33/6) Kur’an’ın bu açık beyanı, peygamber ile inanan insan arasındaki sevginin boyutunun hangi seviyede olması gerektiği konusunda çok net bir bilgi vermektedir.
Bu konuda Efendimiz’in (sas) beyanlarına gelince; Efendimiz her zaman olduğu gibi, bu konuda da adeta Kur’an’daki ifadeleri tefsir ve tebyin edecek nitelikte açıklamalarda bulunur.O der ki: “Sizden biriniz, ben kendisine babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli/sevgili olmadığım müddetçe tam iman etmiş olamaz.”( Buhârî, İman, 2; Müslim, İman, 69; Nesâî, İman, 114)
İşte bu ayet ve hadisin beyanlarından anlıyoruz ki sadece Efendimiz’i (sas) sevmek yetmez, bu sevginin her şeyden ama her şeyden daha fazla olması gerekmektedir.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, hayatın her anında ve her alanında O’nu tartışılmaz rehber edinmekle mümkündür.
Gerçek sevginin nasıl olacağına dair söylenecek ikinci ilke budur. Seven sevdiğinin yolunda olur; seven sevdiğinin istediği şekilde olur; seven sevdiğinin hoşlanacağı işleri yapar; seven sevdiğinin sevmediklerini terk eder… Dolayısı ile hem sevdiğini söylemek, hem de sevdiğinin kabul edemeyeceği işleri yapmak, o sevgiyi sadece dilde kalan bir hâle düşürür.
Rabbimiz gönderdiği elçisini bize tanıtırken, O’nunla aramızdaki hukukun nasıl olması gerektiğini öğretircesine şöyle buyurur: “And olsun ki Allah’ın Resulü’nde, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örneklik vardır.” (Ahzab Sûresi, 33/21)
Ayette geçen “üsve-i hasene” ifadesine; “güzel örnek, kâmil misal, ideal duruş, numune-i imtisal, mükemmel örnek” ve daha nice anlamlar verilmiştir. Ama biz, bu Kur’anî ifadeye: “hayatın her anının ve her alanının tartışılmaz rehberi” şeklinde bir anlam yüklüyoruz. Böyle bir anlamlandırmanın mesajı şudur: Efendimiz’in (sas) rehberliği bir zaman ve mekân ile sınırlı değil, zamanlar ve mekânlar üstüdür. Hayatın hangi alanında olursa olsun ve zaman itibari ile hangi zaman diliminde olursa olsun, Efendimiz (sas) tüm zaman ve mekânlarda mutlak söz sahibi olandır. O’nu sevdiğini ifade eden her iddia sahibi de bu iddiasını hayatında Efendimiz’i ne kadar rehber edindiğini göstererek ispat etmiş olur. Gerçek sevgi ancak böyle bir rehberiyete kayıtsız ve şartsız tâbi olmak ile mümkündür.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, O’nun verdiği hükümlere tam anlamı ile teslim olmakla mümkündür.
Efendimiz, bir şâri’/hüküm koyucudur. O esasen Allah’ın koymuş olduğu hükümleri tebliğ ve tebyin etmiş, bazen de Allah’ın kendisine verdiği izin ve sınır çerçevesinde bazı hükümler ortaya koymuştur. Müminlere düşen, artık hiçbir itiraza kapı açmadan, şüphe ve tereddütlere kapılmadan, acabalı sorular sorarak, vazedilen hükmü yerine getirmemek için kılıflar bulmaya çalışmadan o hükümlere teslim olmak ve gereklerini yerine getirmektir. Böyle bir teslimiyet gerçek sevginin de en önemli gereğidir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkek ve kadına artık o işi kendi isteklerine göre yapma hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulü’ne karşı gelirse apaçık sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab Sûresi, 33/36) Nur Sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurur: “Aralarında hükmetmek üzere Allah’a ve Resulü’ne davet olunduklarında müminlerin sözleri ancak: ‘İşittik ve itaat ettik.’ demektir. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”(Nûr Sûresi, 24/ 51) Rabbimiz’in bu açık mesajlarını Efendimiz’de şöyle beyan etmektedir: “Benim söylediklerime, hevalarını tâbi kılmayan, bütün arzuları ile teslim olmayan tam anlamı ile iman etmiş sayılmaz.” (Beyhakî, el-Medhal ilâ Kitabi’s-Sünen, 188; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, 7791)
İşte bu ilahî ve nebevî beyanlardan öğreniyoruz ki Efendimiz’i (sas) gerçek manada sevmek, ancak O’nun verdiği hükümlere tam anlamı ile bütünüyle teslim olmakla mümkün olabilmektedir.
- Efendimiz’i sevmek, sadece akıl ile değil; hem akıl hem kalp ile ama özellikle de kalp ile mümkündür.
Sevgi akıl işi değil, kalp işidir. Her sevgi böyledir; çünkü sevginin ana yatağı akıl değil, kalptir. Modern dünyanın Müslümanları olarak bizler ne yazık ki bu hakikati bilerek ya da bilmeyerek bazen ihmal etmekteyiz. Her şeyi kalplerimiz ile severken, iş Allah (cc) ve Resulü’ne gelince en büyük akılcı kesilir, bu meseleyi akla havale etmeye çalışırız. Ancak unutmamamız gereken bir hakikat var ki muhabbet sadece aklın işi değil, kalbin ve yüreğin işidir. Kişi aklı ile anlar, tanır, kavrar; ama yüreği ile sever.
Bu gerçeği bir peygamber sevdalısı şair-filozof Muhammed İkbal şöyle dile getirir:
Aklı rehber edinme,
Binbir tuzakla doludur o.
Sen aşka gel,
Gayesindeki mükemmellik ve şaşmazlıkla dolup taşan!
Aşk yoluna,
Aklın rehberliğinde mi gireceksin?
Güneşi aramaya,
Titrek bir mum ışığının aydınlığında mı koyulacaksın? (K. G. Saiyidain, İkbal’in Eğitim Felsefesi, s. 85)
Bu hakikatten dolayıdır ki Rabbimiz, Efendimiz (sas) ile müminler arasındaki hukukun nasıl işletilmesi gerektiği konusunda bir uyarı niteliğinde şöyle buyurur: “Hayır; Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükme karşı, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın bu hükmü tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa Sûresi, 4/65)
Bu ilahi beyanda Rabbimiz şöyle bir hakikate vurgu yapıyor: İnsanın içinde oluşması imkân dâhilinde olan şeylere – özellikle nefsani arzularına– söz geçirebilmesi için ancak kalbinde büyük bir sevgi ve muhabbetin olması şarttır. Yoksa bir anda hem aklını ikna etmesi hem yüreğini tam anlamı ile tatmin etmesi mümkün değildir. İnsan diline söz geçirebilir ama asla kalbine söz geçiremez. Kalbe söz ancak muhabbetle geçer. İşte bundan dolayı diyoruz ki Efendimiz’i sevmek, sadece akıl ile değil; hem akıl hem kalp ile ama özellikle de kalp ile mümkündür.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, O’nun adımının önüne adım, sesinin üzerine ses yükseltmemekle mümkündür.
Kur’an, bir yönü ile ahlak sûresi, diğer bir yönü ile peygamber ile kurulacak insanî ilişkilerin ilahî ölçülerinin neler olduğuna dair en temel esasları verdiği için nebevî hukuk sûresi olan Hucûrât Sûresi’nin ilk ayetlerinde şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işiten ve bilendir. Ey iman edenler! Peygamberin sesinin üstüne ses yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile (donatarak) imtihan ettiği kimselerdir. Onlara büyük bir mağfiret ve büyük mükâfatlar vardır.” (Hucûrât Sûresi, 49/1-3)
Bu ayetlerin Efendimiz (sas) ile birlikte yaşama bahtiyarlığına eren o ilk neslin dünyalarına söylediği mesajlar bellidir. Özellikle ayetlerin sebebi nüzûllerine baktığımızda ya da bu ayetlerin ilk muhataplarda nasıl yankılandığına müracaat ettiğimizde bunların nasıl olduğunu görebilmekteyiz. (Buhari, Tefsir, 4; Tirmizi, 3266; Nesâî, Kadâ, 6; Vâhidî, Esbabü’n-Nüzûl, s. 273; Çetiner, Bedreddin, Fatiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, c. 2,s. 817-820)
Meselenin bizim dünyamıza söylediklerine gelince, Efendimiz’in (sas) önüne geçmemek, sesinin üzerine ses söylememek, birbirlerimiz ile konuştuğumuz gibi O’nunla konuşmamak, Efendimiz’in mirasına yani sünnetine karşı takınılacak tavır ile alakalıdır. O’nun mübarek bedeni aramızda yoktur ama O’nun mirası, misyonu, bıraktığı değerleri taptaze olarak varlığını sürdürmektedir. Sevginin en büyük alameti işte O’nun yürüdüğü bir yolda öne geçmemek, O’nun konuştuğu bir meselede o söz üzerine söz söylememek, acaba deyip işin içine şahsi yorumlar katmamak, şöyle de olur, böyle de olur deyip, o nebevî terekeyi basite almamaktır. Dolayısı ile Efendimiz’i (sas) hakkı ile sevebilmek, O’nun insanlığa miras olarak bıraktığı değişmez değerler olan Kur’an ve sünnete sahip çıkıp, onları tüketmekle değil, üretmekle, yani asrın idrakine söyleterek yaşamakla gerçek manada mümkündür. Zaten Efendimiz bunu şöyle beyan etmiyor muydu? “Size, sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmeyeceğiniz iki emanet bıraktım. Biri, Allah’ın Kitabı, diğeri ise benim sünnetimdir.” (İmam Mâlik, Muvattâ, Kader, 3) O’nun adımının önüne adım atmamak, sesinin üzerine ses yükseltmemek; işte bu büyük iki emanetin gereğini yerine getirmektir.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, O’nu sadece tatlı bir hatıraya dönüştürmeden, O’nunla canlı bir bağ kurmakla mümkündür.
Miladi 6. yüzyılda yaşayıp, her beşer gibi bir hak olan ölümü tadıp giden Efendimiz ile bugünün dünyasında canlı bir bağ kurmak mümkün müdür? Elbette mümkündür. Çünkü aziz kitabımız Kur’an:
“Va’lemû enne fi kûm Resulallah…/İyi bilin ki, Allah Resulü sizin içinizdedir…” demektedir. (Hucûrât Sûresi, 49/7) Bu ilahî beyanın sahabe nesli için anlamı belliydi. Bizler için anlamına gelince Kur’an’ın burada söylemek istediği hakikat, Efendimiz’in (sas) mirasının taptaze varlığını muhafaza etmesidir. Elbette, Efendimiz’in (sas) mübarek bedeni aramızda yok; ancak mirası, mesajları, emanet ettiği hakikatleri dipdiri avuçlarımızda durmaktadır. O’nunla aynı zamanı ve aynı mekânı paylaşmalarına rağmen o hakikatlere kulak tıkayıp, peygamber yokmuş gibi davrananlar o gün vardı. Bugün de Efendimiz ile aynı zamanı aynı mekânı paylaşmamalarına rağmen, sanki O varmış gibi davrananlar da olmalıdır. Çünkü Efendimiz, inanan bir insan için asla tarihte yaşamış gitmiş, tatlı bir hatıraya dönüşmüş, efsanevi bir kişilik kazanarak hayatın dışına itilmiş biri değildir; olmamalıdır da…
O, evrensel mesajların sahibi olarak nebevî terekesi ile canlı olan ve canlı bir iletişim isteyen biridir.
O’nunla aynı zamanı ve aynı mekanı paylaşmasına rağmen, sadece O’nu isim ve konum itibari ile bilip, O’ndan nasiplenemeyen bahtsızlar o günlerde vardı. Ama bugün O’nunla aynı zamanı ve aynı mekanı paylaşmamasına rağmen, Efendimiz’i hakkı ile tanıyan, mesajlarını hakkı ile anlayan, gereklerini hakkı ile kavrayan ve aradaki mekan ve zaman fasılalarına takılmadan O’nunla beraber yaşayan; böyle olup da “Peygamber görmeden sahabî olma” (“Peygamber görmemiş sahabî” ifadesi, İslam tarihinde ilk kez Etbâ-i Tabiîn’in büyük imamlarından Abdullah b. Mübarek için kullanılmıştır. Böyle bir ifade Sahabî ufkunun bir kez daha yakalanabileceğinin en büyük işaretidir. Bkz: Zehebi, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, c. 8, s. 390) şerefine nail olanlar olmalıdır. İşte böyle bir şerefe nail olabilmek ancak Efendimiz’i (sas) hakkı ile sevebilmek ve O’nu sadece tatlı bir hatıraya dönüştürmeden, O’nunla canlı bir bağ kurmakla mümkündür.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, her şeyi ile ama her şeyi ile O’nu razı ve memnun etmekle mümkündür.
Rabbimiz, âlemlere rahmet olarak gönderdiği son elçisi ile müminler arasındaki hukuku netleştirme adına çokça bilinen, ancak hep eksik anlaşılan bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin ve tam bir teslimiyet ile O’nun getirdiklerine teslim olun.” (Ahzab Sûresi, 33/56)
Ayette geçen salât kavramı ne yazık ki hep bir manaya indirgenmiş ve işin sadece kâl/söz boyutu ile gündemde tutulmuştur. Sanki bu ayette Rabbimizin bizden istediği, sadece ve sadece Efendimiz’in (sas) adı anıldığında, O’na yakışacak ihtiram cümlelerinin kullanılması olarak anlaşılmıştır. Bu doğru değildir; ayette beyan edilen salavât kavramı çok daha geniş bir anlam ihtiva etmektedir. Dolayısı ile bu ayette geçen mesaj, sadece kâl/söz ile sınırlandırılmamalı; dilin, aklın, kalbin, bedenin, ailenin, toplumun salavâtı olarak anlaşılmalıdır. Nasıl mı?
Dilin salavâtı: Efendimiz’in (sas) adı anıldığında her türlü ihtiram ve edeple anılması, O’nun şanına yakışacak ifadeler kullanılmasıdır.
Aklın salavâtı: Aklı O’nun hizmetine verip, sahabî hasbiliğinde bir zihin geliştirerek, şüphe ve tereddütlere kapıları kapatarak, mutlak bir teslimiyet gösterilmesidir.
Kalbin salavâtı: Yüreğe O’ndan başkasını konuk etmemek, gönül tahtında tartışılmaz sultan olarak O’nu bilmek, mirasına karşı yürekte en ufak bir tatminsizlik taşınmamasıdır.
Bedenin salavâtı: Hayatı O’nun gösterdiği gibi yaşamak, hayatın her alanında ve her anında O’nun rehberliğine müracaat ederek yürünmesidir.
Ailenin salavâtı: Evde O’nu hakem tayin etmek, aileyi O’nun cihana bıraktığı mesajlar çerçevesinde diri tutmaya çalışmaktır.
Toplumun salavâtı: Efendimiz’in mirasına sahip çıkmak, O’nun risalet davasına destek olmak, topluca O’nun emanetlerini miraslarını korumaya çalışmak ve gereklerini yerine getirmektir.
İşte bizden istenilen salavât budur; ancak böyle bir salavât Efendimiz’i gerçek manada razı ve memnun edecektir. Muhammed Emin Yıldırım