Efendimiz’i (sas) Neden Sevmeliyiz ?
Neden sorusu bir meselenin mahiyetini ve içeriğini iyice kavramak adına sorulması gereken bir sorudur. Gerçi, bir Müslüman neden peygamberini sevmesi gerektiğini çok iyi bilir; ama yine de bu sevginin istenilen düzeyde tesisi için bu soruyu kendine sormak ve Kur’an- Sünnet ekseninde de cevaplar bulmak zorundadır. Biz de bu soruyu soruyor; verilecek onlarca cevaptan, Fatiha Sûresi’nin ayet sayısından ilham alarak sadece yedi tanesini burada aktarmakla iktifa ediyoruz:
- Efendimiz’i (sas) sevmek, hissiyatın ve heyecanın konusu değil, imanın bir gereğidir.
Bir Müslüman için peygamber ile arasındaki sevgi bağının nedeni konusunda söylenecek ilk ilke bu olmalıdır. İnanan insan, iman etmek zorunda olduğu peygamberini sevme meselesini, hissiyat ve heyecana indirgenmeyecek kadar mühim bir konu olduğunu bilmek durumundadır. Çünkü, bu konuda gerek Rabbimiz Kur’an’da gerek o ilahi mesajları bize öğreten Efendimiz (sas) onlarca açık beyanlarında, bu meselesinin nasıl iman konusu olduğunu çok net ifadelerle bildirmişlerdir. Mesela; Rabbimiz Tevbe Sûresi’nde şöyle buyurmuştur:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler;[1] size Allah’tan, Resulü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ve sevgili geliyorsa o zaman Allah’ın sizin hakkınızdaki hükmünü bekleyin durun. Allah fasıklar topluluğunu asla hidayete erdirmez.” [2]
Büyük müfessir İmam Kurtubî bu ayetin tefsirinde şöyle bir ifade kullanır: “Bu âyet, Allah’ı ve elçisini sevmenin farz olduğuna delildir ve bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Ayrıca bu sevgi, her sevgi ve sevgiliden önce gelir.” [3]
Bundan dolayıdır ki biz “Neden Sevmeliyiz?” sorusuna vereceğimiz ilk cevap:“Efendimiz’i (sas) sevmek, hissiyatın ve heyecanın konusu değil, imanın bir gereğidir.” olmalıdır.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, imanın tadını ve lezzetini elde etmenin en önemli vesilesidir.
İman etmek ve imanın tadına ermek/varmak; biri işin bidayeti/başlangıcı, diğeri işin nihayeti yani varılacak menzilidir. “İmanın tadını ve lezzetini elde etmek” çok önemli bir husustur. Tam bu noktada şunu itiraf etmeliyiz ki: “Tatmayan bilmez, tadan ise anlatamaz.” Ancak bu menzile ulaşabilme, kulluk yolunda belirlenen bu hedefe varabilme adına burada şu soruyu sormak zorundayız: “İman etmek ile imanın tadına varmak arasında nasıl farklar vardır?” Bazı farkların olduğu muhakkaktır; eğer fark olmasaydı böyle bir hedef inanan insanın önüne konulmazdı. Bu konuda çok şey söylenir; ama birkaç cümle ile özetlemeye çalışırsak; iman eden, Allah’a kul olur, imanın tadına varan, Allah’a Hz. İbrahim gibi Halil, Efendimiz gibi Habib olur. İman eden Allah’ın kendisinden istediği bazı emir ve nehiyleri tekellüf/sorumluluk olarak görür. İmanın tadına varan her emri veya nehyi kendisini Rabbine yaklaştıran en büyük vesile olarak görür. Mesela; iman eden için namaz Allah’ın günün beş ayrı vaktinde kendinden istediği bir ibadet; imanın tadına varan için ise Allah ile buluşma, O’na kavuşma, Rabbi ile dertleşme ve konuşma imkânıdır. Böyle olduğu için de imanı en fazla tadan bir beşer olan Efendimiz için namaz; gözünün nuru ve aydınlığıdır. [4]
İşte iman eden ile imanın tadına varan arasındaki farklar böyledir. Peki, inanan bir insan imanın tadını nasıl elde edebilir? Ne yaparsa böyle mühim bir değer kazanabilir? Bu önemli soruya cevap vermeden önce Hucûrât Sûresi’nin 7. ayetini hatırlamamız gerekmektedir. Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurur:
“… Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinizin ziyneti kılmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size kerih/çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” [5]
Bu ayette ifade edilen hususlar Efendimiz’in (sas) dünyasında ve dilinde bir duaya dönüşmüştü. Kur’an’ın, O’nun yüreğine ve zihin dünyasına düşürdüğü bu ufuklar, o mübarek lisanda şöyle bir ifade bulmuştu: “Allah’ım! Bizlere imanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti kıl. Küfrü, fıskı/her türlü çirkinliği, taşkınlığı ve yine sana karşı isyanı ise kerih göster. Bizleri aklî olgunluğa ermiş olanlardan eyle.” [6]
Burada dikkat çektiğimiz ayette ve nebevî duada geçen “imanı sevmek” ifadesi çok önemlidir. İmanı sevmek ve bunu gönüllere sindirmek, yüreklerin ziyneti kılmak; işte imanın tadına varmak budur. Bu açıklamalardan sonra asıl üzerinde durmamız gereken mesaja bir daha dönersek ve imanın tadına nasıl varılacağını yeniden sorarsak nasıl bir cevap elde ederiz. Cevabı böyle bir ufku ve hedefi bize bildiren Efendimiz veriyor. Buyuruyor ki: “Üç şey kimde bulunursa o, imanın tadını almış demektir: Allah ve Resulü’nü (sas) her şeyden ama her şeyden daha fazla sevmek; sevdiğini sadece ve sadece Allah için sevmek; iman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe/cehenneme atılıyor gibi kerih görmek.” [7]
Efendimiz’in imanın tadına varmak için saydığı üç temel sebepten ilki: “Allah ve Resulü’nü (sas) her şeyden ama her şeyden daha fazla sevmektir.” İşte biz bu sebepten dolayı diyoruz ki Efendimiz’i sevmek, imanın tadını ve lezzetini elde etmenin en önemli vesilesidir.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, Allah’ı sevmenin ve O’nun mağf iretini ve rahmetini kazanmanın en temel sebebidir.
Bu mesajın Kur’an’daki ifadesi şöyledir: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, beni izleyin ki Allah da sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” [8]
Bu ayette Rabbimiz açıkça kendisinin gerçek manada sevilmesini, elçisine tabi olunması ve O’nun izlenilmesi şartına bağlamıştır. Tabi olmak, izlemek, taklit etmek ya da iletilen mesajların gereklerini yerine getirmek sevgi ile yakından alakalıdır. İnsan sevmediği birinin söylediklerini neden yapsın ki? Çünkü tâbi olmak, sevmek ile başlar.
Burada bir noktaya daha dikkat etmemiz gerekmektedir: Din dediğimiz ilahi yapının üç temel esası vardır. Bunlar sırası ile Allah, Kitap/Kur’an ve peygamberdir. Bu üç temel esastan bize mahiyet olarak en yakın olanı peygamberdir. Neden? Çünkü peygamber insandır, beşerdir; gönderildiği muhatap çevresi de insandır, beşerdir. Bundan dolayıdır ki ayette Rabbimiz, “Beni izleyin, bana tabi olun” diyerek, müminleri kendisine değil: “Gönderdiğim elçiyi izleyin O’na tabi olun.” diyerek, elçisinin izlenmesine yönlendirdi. Hâl böyle olunca aslında peygamber ile kurulması gereken hukuk ve münasebet her şeyin öncesinde yer almalıdır. Bu hukukun ilk basamağı da elbette O’nu gerçek manada sevmektir. Sevmek, O’na tabi olmayı, tabi olmak ise Allah’ın sevgisini kazanmayı, o büyük sevgiyi kazanmak ise ilahi rahmet ve mağfiretin hak edilmesini sağlayacaktır.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, 23 yıllık risalet hayatı ile gecesini, gündüzünü ümmeti için feda eden Kutlu Nebi’nin bizlerden istediği tek şeydir.
Kur’an, birçok ayetinde bizlere gönderilen elçilerin ahlaki ilkelerinden, şahsiyetlerinin en temel özelliklerinden bahsetmektedir. Bu ilkeler içerisinde en önemlilerinden biri yapılan ağır ve zor işe karşılık, insanlardan hiçbir şey beklememektir.
“Benim ecrim/karşılığım ancak Allah’a/âlemlerin Rabbine aittir.” ilahî fermanı Kur’an içerisinde, farklı farklı elçilerin lisanı ile tam dokuz kez geçmektedir. Allah bu temel hakikati, insanlığın ikinci atası olan Hz. Nuh’un lisanıyla,[9] Âd kavmine gönderilen Hz. Hûd’un lisanıyla,[10] Semûd kavmine gönderilen Hz. Salih’in lisanıyla, [11] azgın ve inatçı bir kavim olan Sodom ve Gomore halkına gönderilen Hz. Lût’un lisanıyla,[12] Medyen halkına gönderilen Hz. Şuayb’ın lisanıyla [13] ve tabi insanlığın tamamına rahmet olarak gönderilen Efendimiz’in lisanı ile [14] tüm âleme duyurur.
Bu hakikatin Efendimiz’in (sas) lisanı ile Kur’an içerisinde iki kez geçtiğini görmekteyiz. Biri Sebe Sûresi’nde geçen; “Eğer ben sizden (bu çabam karşılığında) bir ecir/karşılık istemişsem o sizin olsun. Benim ecrim/karşılığım yalnızca Allah’a aittir. O her şeye şahittir.” [15] ayetidir. Şura Sûresi’nde geçen ayette ise Efendimiz hiçbir şey istemediğini beyan etmesine rağmen bir şey istemiştir. Şöyle ki: “…Sizden bu çabam karşılığında bir ecir/karşılık istemiyorum. İstediğim tek şey, içinde yakınlık olan bir sevgidir…”[16] demektedir. Ayette geçen; el-meveddete fi’l-kurbâ” ifadesine müfessirlerimiz birkaç farklı anlam vermişlerdir. Mesela; İmam Taberi, İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete dayanarak, Kurbâ’dan maksadın soy akrabalığı olduğunu söylemekte ve ayetin şöyle bir anlam ihtiva ettiğini belirtmektedir: “Bana peygamber olmam itibariyle tabi olmuyorsanız bari akrabalık bağı sebebiyle sahip çıkın!”[17]
İmam Sa’lebî ve İbn Kesir ise yine İbn Abbas’tan nakledilen bir hadise dayanarak; “el-meveddete fi’l-kurbâ” ifadesini; “Allah’a yakın kılacak işler yapmak” şeklinde yorumlamışlardır. İbn Abbas’ın naklettiği hadis ise şöyledir: “Size getirdiğim bu hidayet ve hakikatlerden ötürü herhangi bir ücret beklemiyorum; beklediğim tek şey sadece kendinizi Allah’a sevdirecek işler yapmanız ve emirlerine itaat etmekle O’na yaklaşmanızdır.” [19]
Birçok müfessirimiz ise bu ayette kastedilen mananın, dar anlamda Ehl-i Beyt’e (Hz. Ali, Hz. Fatıma ve bunların çocukları) karşı duyulması gereken sevgi olduğunu söylemişlerdir.
Bu yorumlardan hangisini kabul edersek edelim, varacağımız temel mana “sevgi” meselesidir. Dolayısı ile Efendimiz (sas) ister Kureyş’e akrabalık bağlarını hatırlatarak onlarla sevgi bağlamında bir iletişim kurmaya çalışması olsun, ister Ehl-i Beyt’e sevgi istemiş olsun, ister Allah’a yakın kılacak ameller istemesi olsun –ki bu amellerin başında Efendimiz’i sevmeyi yazabiliriz.- hepsinin vardığı nihai nokta sevgidir.
Bundan dolayı diyoruz ki Efendimiz’i (sas) sevmek, 23 yıllık Risalet hayatı ile gecesini, gündüzünü ümmeti için feda eden Kutlu Nebi’nin bizlerden istediği tek şeydir. Ümmetine düşen vazife ise bu sevgiyi hakkıyla yerine getirmektir.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, bizi kendisine kardeş kılan Rahmet Peygamberi’ne karşı bir vefa borcudur.
Efendimiz, vefatına sayılı günler kala bir grup ashabı ile birlikte Baki Kabristanlığı’na gitmişti. Kabristanlığın önünde durup o diyarın sakinlerine şöyle bir selam vermişti:
“Allah’ın selamı iman ehli olan kabir sakinlerinin üzerine olsun. Bizler de Allah’ın izniyle sizlere kavuşacağız.” [20]
Efendimiz’in bu selamında bile, Rabbi ile buluşma ve O’na kavuşma arzusu vardı. Sonra bazı kabirleri tek tek dolaşmaya başladı. Önce Osman b. Ma’zûn, sonra kızları Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm, ardından oğlu İbrahim ve torunu Abdullah ve daha niceleri… En son Hz. Ali’nin annesi ve Efendimiz’in “Annemden sonra annem” [21] dediği iki hanımdan biri olan[22] Fatıma bint Esed’in kabri…
Onların kabirlerinin başında bir müddet duruyor, gözleri dolu dolu oluyor, onlara dua ve istiğfarda bulunuyordu. Allah Resulü’nün (sas) bu alışılmışın dışındaki hareketlerini sahabe dikkatle izliyor, O’nun bu ruh halini anlamaya çalışıyorlardı.
Bir müddet sonra Efendimiz mübarek gözlerini ötelere doğru çevirdi, sanki yıllar sonrasını okurcasına bekledi ve sonrasında şöyle buyurdular: “Selam olsun kardeşlerime! Onları görmeyi ne kadar da arzu ediyorum.” Orada bulunan Ashab-ı Kiram Efendilerimiz, Resulullah’ın bu sözü üzerine birbirlerine baktılar ve dediler ki: “ Ya Resulallah! Kardeşlerin bizler değil miyiz?” Allah Resulü’nün ötelere bakması ve bu sözü söylemesi sahabeyi şaşırtmıştı. Onlar kendilerini Resulullah’ın kardeşleri olarak görüyorlardı. Efendimiz onlara dedi ki: “Sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerim ise beni görmedikleri hâlde bana iman edenler, sesimi işitmedikleri hâlde çağrıma kulak verenler, benimle aynı zamanı aynı mekânı paylaşmamalarına rağmen bana tabi olanlardır. Ben onları Kevser havuzunun başında, o dehşetli günde bekleyeceğim.”
Bu müthiş bir müjde idi; bu müjde üzerine sahabeden birisi dedi ki: “Ya Resulallah! Onları görmediğin hâlde, nasıl tanıyacaksın?” Sahabe, Resulullah’ın ümmetini nasıl tanıyacağını merak etmişlerdi. Öyle ya; ümmetin sayısı hem çoğalacak hem de Efendimiz onlardan birçoğunu göremeyecekti. O dehşetli günde, herkes nefsi nefsi diye başının çaresine düştüğü bir anda, Resulullah havuzun başında ümmetinden olan kardeşlerine kendi eliyle su ikram etmek için bekleyecek ve onları tanıyacaktı. Sahabenin bu sorusuna Resulullah (sas) şöyle cevap verdi: “Bir adamın; alnı ak, ayakları sekili/ayaklarında parlaklık olan atları olsa ve bunlar koca bir at sürüsünün içerisine karışsa o adam kendi atlarını tanımaz mı?” Sahabe hep bir ağızdan: “ Evet, tanır.” dediler. Efendimiz dedi ki: “İşte ben de ümmetimden olanları namaz için aldıkları abdest izlerinden tanıyacağım.” [23]
Efendimiz kendisini görmedikleri hâlde iman eden ümmeti için böyle büyük bir müjde veriyordu. Kardeşlerini nasıl bir sevgi ile sevdiğini beyan ediyordu. Madem Efendimiz (sas) kardeşlerini böyle seviyor; onlara böyle müjdeler veriyor; O’na karşı yapılması gereken en önemli vazife, bu büyük vefaya karşı vefalı davranmak değil midir? Bu sevgiyi karşılıksız bırakmak en büyük vefasızlık değil midir? Böyle bir vefasızlığı yapmamak adına bile bir Müslüman, çok şey borçlu olduğu peygamberini hakkınca sevmek zorundadır.
- Efendimiz’i (sas) sevmek, O’nu bize bir nimet olarak bahşeden Rabbimize gerçek manadaki şükrü eda edebilmemizin bir gereğidir.
Allah’ın (cc) insana bahşettiği nimetler sayılmayacak kadar çoktur. İnsan şöyle bir akıl ve yüreğini zorlasa binlerce nimet sayabilir. İşin sonunda da “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, asla sayamazsınız.” [24] İlahî fermanın bir gereği olarak bu konuda aciz kalınacaktır. Ancak nimetler sayılırken bazen birçok şey akla gelir de Kur’an’ın, imanın, İslam’ın, meleklerin, cennetin hatta cehennemin bile bir nimet olduğu akla gelmeyebilir.
Biz burada sadece konumuz ile alakalı olarak peygamberin nimet oluşuna değineceğimiz için diğerlerine girmeyeceğiz. Rabbimiz, âlemlere rahmet olarak gönderdiği elçisinin büyük bir nimet olduğunu şöyle beyan ediyor: “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan onları temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir elçi göndermekle Allah, müminlere büyük bir nimet bahşetmiştir. Hâlbuki daha önceleri onlar apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.” [25] Ayette açıkça ifade edildiği gibi gönderilen son elçi, müminlere Allah’ın ihsan ettiği bir nimetti. Hatta nimetlerin en büyüklerindendi. Her nimete kendi cinsinden şükür yapmak gerekir. Mal nimetinin şükrü, ondan Allah yolunda harcamaktır/infaktır. Beden nimetinin şükrü, onu Allah yolunda terletmektir. Evlat nimetinin şükrü, onları Allah’ın memnun ve razı olacağı bir şekilde yetiştirmek ve istihdam etmektir. Peki, Efendimiz (sas) gibi bir nimetin şükrü nasıl eda edilmelidir? Elbette O’nun gibi bir nimetin şükrü, O’nu hakkı ile sevmek ve bu sevginin gereklerini yerine getirmeye gayret etmektir. İşte bu sebepten dolayı diyoruz ki: Efendimiz’i (sas) sevmek, O’nu bize bir nimet olarak bahşeden Rabbimize gerçek manada şükür edebilmemizin bir gereğidir.
- Efendimiz’i sevmek, dünyada da cennette de O’nunla birlikte olmanın en önemli yoludur.
Sahabeyi en fazla heyecanlandıran hadislerden bir tanesi hiç şüphesiz: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” [26] hadisiydi. Bu hadis, sevginin akıbeti ile alakalı çok önemli bir haber veriyordu. Sevginin kurtuluş olduğunu, gerçek manada sevenin dünyada da ahirette de sevdiği ile beraber olacağını bildiriyordu. Sevginin nelere kadir olabileceğinin nebevî lisan ile bir beyanı idi.
Bu nebevî müjde hadis kitaplarımızdan öğrendiğimiz kadarı ile bir kez değil, birkaç farklı olay sonrası Efendimiz tarafından defaatle dile getirilmiştir. O tablolardan bir tanesini Enes b. Malik bize naklediyor. Hz. Enes diyor ki: “Bir adam, Rasûlullah’a gelerek: “Ey Allah’ın elçisi! Kıyamet ne zaman kopacaktır?” diye sordu. Efendimiz: “Sen boş ver kıyametin ne zaman kopacağını da bana, onun için ne hazırladığını söyle.” dedi. Adam: “Allah ve Resulü’ne karşı beslediğim sevgi dışında hiçbir şey hazırlamadım.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz :“Şüphe yok ki sen, sevdiklerinle beraber olacaksın.” diye buyurdu.
Efendimiz’in kutlu lisanından bize tam 2286 tane hadis rivayet eden [27] Enes b. Malik bu hadis ile alakalı şöyle bir itirafta bulunacaktı: “Efendimiz’den duyduğumuz ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir.’ sözüne sevindiğimiz kadar başka hiçbir şeye sevinmiyorduk. Çünkü bu söz bizim için adeta bir düğün bayramdı. Bu sözü her ikrar edişimizde diyorduk ki: Bizler Hz. Peygamber’i, Hz. Ebû Bekir’i ve Hz. Ömer’i çok seviyoruz. Her ne kadar amellerimiz onlarınki kadar olmasa bile bu sevgimizin hatırına ahirette onlarla birlikte olmayı ümit ediyoruz.” [28]
Efendimiz’in fasılasız on yıl hizmetinde bulunan büyük sahabî Enes b. Malik’in bu sözü çok anlam ihtiva etmektedir. O kutlu nesil, sevgi ile nasıl bir noktaya varacaklarını çok iyi anlamışlardı. Bundan dolayıdır ki biz, Efendimiz’i sevmenin insana dünyada kazandırtacakları bir tarafa; ahirette, cennette O’na komşu olmanın en önemli vesilesi olduğunu anlıyoruz. O’nun komşuluğunu elde etmek için insan nelerini feda etmez ki değil mi?
[1] Ayette ifade edilenlerden ve sözün gelişinden anlıyoruz ki, Rabb’imizin demek istediği “her şeyiniz, ama her şeyiniz” sevgide tercih meselesinin konusudur.
[2] Tevbe Sûresi, 9/24
[3] İmam Kurtubî, Tefsiri, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 8, s. 165
[4] “Bana dünyanızdan güzel koku ve kadın sevdirildi. Namaz ise gözü-mün nuru kılındı.” Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/285; Hâkîm, Müstedrek, 2/175
[5] Hucûrât Sûresi, 49/7
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/424
[7] Buhari, İman, 14; Müslim, İman, 68, 68; Nesâî, İman, 3; Tirmizi, 2624
[8] Ali İmran Sûresi, 3/31
[9] Yunus Sûresi, 10/ 72; Hûd Sûresi, 11/ 29; Şu’ara Sûresi, 26/109
[10] Hûd Sûresi, 11/51; Şu’ara Sûresi, 26/127
[11] Şu’ara Sûresi, 26/145
[12] Şu’ara Sûresi, 26/164
[13] Şu’ara Sûresi, 26/180
[14] Sebe Sûresi, 34/47
[15] Sebe Sûresi, 34/47
[16] Şûra Sûresi, 42/23
[17] Taberi, Câmiu’l-Beyan, c. 25, s. 25
[19] Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid, 7205
[20] Ebû Davud, 2338; İbn Sünni, Amelü’l yevm ve’l leyle, 593
[21] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/212
[22] Diğer hanım Ümmü Eymen validemizdir. Hakkında daha fazla bilgi için bkz: Yıldırım, Muhammed Emin; Hz. Peygamber’in (sas) Albümü, s. 90, 91
[23] Müslim, Taharet, 39; Nesaî, Taharet,110; İbn Mace, Zühd, 36
[24] İbrahim Sûresi, 14/34
[25] Âl-i İmran Sûresi, 3/164
[26] Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165
[27] Yıldırım, Muhammed Emin; Sahabeyi Nasıl Anlamalıyız?, s. 136
[28] Buhârî, Fedâili Ashabi’n-Nebi, 11