Başörtüsü meselesi ile ortalığı velveleye veren malum güruhun neden böyle davrandığını anlamakta zorlanan bazı dostlar; “bunların hiç mi vicdan ve insafı yok?” diye söyleniyorlar. Biraz olsun tarihin sayfalarını karıştırsak, aslında değişen hiçbir şeyin olmadığını görür; ortaya konan tavır ve davranışları daha iyi anlayabiliriz. İsterseniz anlamamıza katkı sağlayacak bir örnek verelim.
Hz.İsmail Mekke’de yerleşip Cürhümilerden bir hanım ile evlenmesiyle birlikte bu Yemenli kabile, Kâbe’nin idaresini yürütmüş ve yüzyıllar süren bu uygulama Huzalıların yönetimi ele geçirmelerine kadar devam etmişti. Huzalılar ve bunların en meşhur lideri olan Amr ibn Luhay, bölgede var olan birçok şeyi olumsuz anlamada etkilediği gibi, en büyük sapmayı da Şam topraklarında gördüğü şekilli putlardan bir tanesini satın alarak Mekke’ye getirerek yapmıştı. Amr, Şam’da bir ziyaret sırasında gördüğü bu şekilli putların nelerin sembolü olduğunu öğrenmiş ve o güne kadar şekilsiz taşlara kutsiyet atfeden bölge ahalisine güya bir iyilik olsun diye; kırmızı akikten yapılmış, insan suretinde bir put olan Hubel’i Mekke’ye getirmişti.
O günlerde tarihler Milattan önce 3.yüzyılı gösteriyordu. Hz. İbrahim’in ateşe atılmasına sebep olan putçuluk, şimdi İbrahim’in tevhid üzere inşa ettiği Kâbe’nin hemen yanı başına kadar gelmişti. Hubel isminin ne anlama geldiği konusunda birkaç farklı yorum yapılmıştır. Bunlardan en isabetli gördüğümüz şudur: Hubel muhtemelen İbranicede ki Ha-bal’ın muharref şeklidir. Ha-Bal; ise aslında iki kelimeden oluşmaktadır: Ha; İbranicenin harf-i tarifidir; yani Arapçadaki el takısı gibi. Bal ise; Rab anlamındadır. Zaten Kur’an içerisinde bu ifade birkaç ayette Rab anlamında kullanılmaktadır. Dolayısı ile Habel yani Hubel, aslında er-Rab demektir.
Hubel’in Mekke gelişi, bölge insanın dini yapısının birçok açıdan değişime uğramasına sebep olmuştu. Öyle ki, Mekkeliler tüm işlerini Hubel’in önünde ve onun vereceği karar doğrultusunda yapmaya başlamışlardı. Yani Hubel, isminin anlamına uygun olarak, halkın hayatına müdahil olan bir Rab olmuştu. Mekkeliler Ezlam denen fal oklarını Hubel’in önünde ve onun adına çekerlerdi. Bu oklar 7 tane idi ve her birinin üstünde bir şey yazıyordu. Mesela; “Evet, Hayır, Diyet, Sizden, Başkasından, Mulsak, yani saf değil, nesebi belli değil, Rabbim emir etti, yada nehy etti.” 7 ok, 7 farklı sonuç verirdi. Böyle olunca halk tüm işlerini bu fal okların sonuçlarına göre yaparlardı. Yolculuğa çıkmak, ticaret yapmak, herhangi bir işe başlamak, evlenmek, nesebi şüpheli bir çocuğun babasını tespit etmek, öldürülen kimsenin diyetini belirlemek ve daha nice ihtiyaçlarını, yani hayatlarında var olan tüm işlerini Hubel’in önündeki bu fal merasimi ile belirlerlerdi. Tabi bu iş ile sorumlu bir görevli vardı ve bu işleri babasının hayrına yapmazdı. Bayağı bir para, putlar adına kesilen kurbanlar ve ona takdim edilen hediyelerle ancak bu işi yapardı. Peki, Nübüvvetin mesajı Mekke’de yankılanmaya başladığı zaman bu işe bakan kimdi? Bu zat ismini çok iyi bildiğimiz davete en düşmanca tavrı ile öne çıkan Benû Cumuh’tan Ümeyye ibn Halef’ten başkası değildi. Şimdi Ümeyye’nin davete olanca düşmanlığı ile karşı çıkışının sebebini ve İslami davete olan tavrının neden hırçınlık boyutunda olduğunu daha iyi anlıyoruz değil mi?
Allah Resulü (s.a.v.) getirdiği mesaj ile aslında Ümeyye’nin her gün üzerinden onlarca dinar kazandığı kazanç kapısını yerle bir ediyordu. “La ilahe” denince, en başta “Yok olsun Hubel” denmiş olunuyordu. Böyle olunca da elbette Ümeyye davete karşı oluyor; “Hubel elden gidiyor” diye ortalığı velveleye veriyordu. Ümeyye ibn Halef, Mekke ahalisinin karşısına çıkıp, “Muhammed’in getirdiği din benim kazanç kapımı kapatıyor ve yıllardır üzerinden nemalandığım alanı yok ediyor” diyemezdi. Kaybetmekten korktuğu rant kapısına halkında hassas olduğu bir kılıf bulmak zorundaydı. Kılıf belliydi, işin sonuna kadar dendiği gibi; “Muhammed yüzyıllardır atalarımızın miras bıraktığı inancı yok ediyor. Halkı birbirine düşürüyor ve sosyal yapımızın temellerini sarsıyor” denecekti.
Doğruydu; Muhammedî Davet bunları yapıyordu; ama bunları dile getirenlerin çoğunun derdi aslında bu değildi. Asıl dertleri kaybetmekten korktukları rant kapıları ve koltuklarıydı. Böyle olunca da “Yetişin Ey Millet! Elden gidiyor” diye çığlık üstüne çığlık atıyorlardı.
Bugün sanki bu halden farklı bir tablo mu var? Yine birileri Hubellerin arkasına saklanmıyor mu? Yine birileri bir şeyler elden gidiyor diye ortalığı velveleye veriyorlar mı?
Sahi bilen var mı elden giden ne?
Muhammed Emin YILDIRIM