Renklerimizin, dillerimizin, fiziksel şekillerimizin ve elbette düşünce dünyalarımızın farklılığı, hep Kerim olan Rabbimizin birer ayeti ve şükredilmesi gereken birer nimetidir. O (c.c.) isteseydi tüm insanlığı bir tornadan çıkmış gibi aynı şekilde yaratırdı. Ama meşiet-i ilahiyyenin böyle tezahür etmemesi tabiî ki hayatın yaşanılabilir olması için gerekliydi. Eğer genelde tüm insanlık, özelde ise Ümmet-i Muhammed her meselede aynı düşünseydi ve her şeye aynı tepkileri verseydi, o zaman istişarenin, fikir alış verişinin ve münazaranın bir anlamı olabilir miydi? Bugün bir mesele hakkında kaleme alınan onlarca kitabın varlığı bize bir zahmet değil, istifademize sunulan ve her biri bizlerin düşünce dünyalarına farklı ufuklar açan birer rahmettir. Aslında bu rahmeti ve zenginliğimizi, zahmete dönüştüren ne yazık ki bu güzellikleri kullanmayı beceremeyen bizler değil miyiz? Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak anlamayıp, bizim gibi düşünmeyenlere karşı ortaya koyduğumuz tahammülsüzlükler, hayatımızı zorlaştırdığı gibi daha güzel düşünce ve fikirlerin oluşumuna da engel olmaktadır. Ama biz rahmet peygamberi olan Efendimiz’in (s.a.v.) hayatında, farklı düşünce ve fikirlerin nasıl hayat hakkı bulduğuna ve kendi yetiştirdiği insanlara bile nasıl sonuna kadar böyle bir alan açtığına dair siyer içerisinde yüzlerce örneği görüyoruz.
Mesela; Uhud Gazvesi öncesinde özellikle genç Sahabîlerin Medine dışında düşmanı karşılama fikirlerini dile getirmeleri ve bu konuda ısrarcı olmaları, Efendimiz’in kendi düşüncesi bunun aksi olmasına rağmen onların bu tekliflerini kabul edişi hepimizin malumudur. Allah Resulü’nün (s.a.v.) kendi düşüncesinin aksine olan bu fikri kabul etmesi, sonrasında yaşanan acı olaylara rağmen bir gün olsun “sizin yüzünüzden bunlar başımıza geldi” dememesi, elinin altındaki insanların düşünme melekelerine gem vurmaması, O’nun (s.a.v.) bu alandaki tavrını anlamamız için çok önemli bir hadise değil midir?
Yine Bedir Harbi öncesinde askerlerin konakladıkları yere itiraz eden HubabibnMunzir’in insanı hayran bırakan o edebe uygun, ama Efendimiz’in uygulamasına karşı olan fikri, aslında bize farklı düşüncelerin nasıl rahmet olduğuna dair çok önemli mesajlar vermektedir. Hubab, Allah Resulü’ne gelip; “Ya Resulullah! Ordunun buraya konaklatılması Allah’ın bir emri mi, yoksa sizin kendi görüşünüz mü?” diye sorunca, Efendimiz: “Benim fikrim” demişti. Hubab bu sefer gerekçesi ile konaklanan yerin savaşı uzatacağını ve bununda çok acı sonuçlara mal olacağını söylemiş; Efendimiz (s.a.v.) hemen sahabeye Hubab’ın fikrine uygun olarak Bedir kuyularının arka tarafına konaklanması emrini vermişti. Burada Hubab’ın tavrı takdire şayan olduğu gibi, Efendimiz’in tavrı da elbette daha fazla takdire şayandır. Bir ordu komutanı ve peygamber olan Allah Resulü; “Benden daha mı iyi bileceksin? Ben Allah’ın peygamberi iken bana karşı mı geliyorsun? Benim verdiğim karar üzerine başka bir fikir mi beyan ediyorsun?” dememişti. Aksine Hubab’ın dile getirdiği görüşten dolayı oldukça memnun olmuş; akla, mantığa ve savaş kurallarına uygun olan bu fikri benimseyerek gereğini hemen yaptırmıştı. Efendimiz’in farklı görüşlere karşı sergilediği bu tavrı elbette Sahabeye cesaret veriyor, farklı düşünme ve farklı fikirler üretme konusunda hep onların öz güvenlerinin muhafazasına zemin hazırlıyordu.
Hubab ibn Munzir’in tavrının bir benzerini Hendek Gazvesi sırasında Ensar’ın yiğitlerinden Sa’d ibn Muaz’da da görüyoruz. Efendimiz (s.a.v.) uzayan ve bir türlü neticelenmeyen savaşı bitirme arzusu ile Medine’nin yıllık mahsulünün bir miktarını Gatafan’lılara vermek istemişti. Bu arzusunu Sahabeye açtığı zaman Sa’dibnMuaz, aynen HubabibnMunzir gibi büyük bir edep ile aynı soruyu sormuştu: “Ya Resulullah! Bu düşünce Allah’ın size bir emri mi, yoksa sizin kendi görüşünüz mü?” Efendimiz bunun kendi görüşü olduğunu söyleyince Sa’d bu düşünceye karşı olduğunu şöyle beyan etmişti: “Ya Resulullah! Biz bu teklife karşıyız. Bizler cahiliye döneminde bile bunlara bir tek hurmamızı vermez iken, şimdi İslam ile aziz olduğumuz bir dönemde mi bunlarla mahsulümüzü paylaşacağız?! İşin sonunda ne kadar süreceği belli olmayan bir savaşta olsa biz onlara bir tek hurma vermeden savaşacağız.” Sa’d b. Muaz’a bu düşüncesinden dolayı Efendimiz (s.a.v.) herhangi bir şey söylemiyor, memnun ve hoşnut olarak Sa’d’ın fikrini kabul edip, düşmanla bir tek hurmayı paylaşmamaya karar veriyordu.
Yine Hendek savaşının hemen arkasından cereyan eden ve Sahabenin farklı düşünce ve eylemler ortaya koymalarına nasıl müsaade edildiğine dair güzel ve önemli bir örneği biz Ben-i Kurayza Yahudileri ile yapılan savaşta görüyoruz. Allah Resulü Cebrail’in getirdiği haberle, Sahabeye: “İkindi namazlarınızı bile kılmadan, onların yaşadığı mahalleye gidin” emrinin faklı şekillerde yorumlanıp, buna göre amel edilmesine herhangi bir müdahalede bulunmaması, farklı düşüncelerin o ilk nesilde nasıl var olduğunun ve uygulama sahası bulduğunun en güzel örneklerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. O güzide neslin bir kısmı bu savaş sırasında, Allah Resulü’nün dile getirmiş olduğu sözü emir olarak algılayıp namazlarını Ben-i Kurayza mahallesinde kılmak üzere ertelemişlerken, bir diğer kısmı ise bu sözün aslında işi çabuk yerine getirme adına söylenmiş bir tavsiye olarak anlamış ve namazlarını bulundukları yerde eda ederek yola çıkmışlardı. Bu iki farklı uygulama Allah Resulü’ne intikal edince, yollarının tek rehberi olan Efendimiz, iki uygulama sahibi Sahabeye de herhangi bir müdahalede bulunmamış ve bu iki farklı amele de onay vermişti.
Muhammed Emin YILDIRIM