Şehirlerde insanlar gibidir; halleri ve dilleri vardır. Onlara sıradan bir toprak parçası olarak bakan, tabi ki sadece toprağı ve üzerinde ki bazı yapıları görecektir. Ama şehirlere Hz. Peygamber’in Uhud dağına baktığı gibi bakabilenler, çok daha farklı şeyler görecek, hissedecek ve okuyacaklardır. Böyle bir istifadeden dolayıdır ki, ilahî kelam onlarca ayetinde bize; “gezin, dolaşın, okuyun ve ibret alın” demektedir. Aslında irfan ehlinin; “devran olmak, seyran olmak ve hayran olmak” dediği şeyde bu olsa gerek. Dolaşmak, seyredip görmek ve okumak; en sonunda da elde edilen bilgilere hayran olup, el-Vahid olan kapının eşiğine varmak… Eserden müessire, kitaptan katibe, nakıştan nakkaşa ve var edilen her şeyden mutlak yaratıcıya varmak; “her şeyde bir ayet vardır ve her ayet el-Vahid olan Allah’a işaret etmektedir” hakikatine ulaşabilmek…
Böyle bir bilinç ile; Kutlu Nebi’ye ve öncesindeki bir çok hadiseye yataklık eden yeryüzünün en kutsal şehirleri olan Medine ve Mekke’deyiz. Aslında size bu bereketli toprakları yazacaktık ama ruh halimiz buna engel oldu; o güzel toprakların hatıralarını daha sonraki yazılarımıza havale ediyoruz.
Kaldığımız otelin penceresinden Yeşil Kubbe’nin altında ikamet eden Alemlerin Sultanına halimizi arz edip, dertleşirken birden televizyondan gelen siren sesleri ile sarsılıyor ve yine hangi parçamız yanıyor, yine nerede ki annelerimiz feryatlarını yükseltiyor, yine nerden gözyaşı ve kan etrafa saçılıyor merakı ile o kara kutuya yöneliyoruz. Meğer ağlayan şehrimiz içinde bulunduğumuz Peygamber yurdu Medine ile çok yakın bağları bulunan bir şehir olan Gazze’ymiş. Medine’den Gazze’yi okumak ve hatırlamak belki sizlere garip gelebilir, ama ne zihnimize nede kalemimize hakim olamıyor, Hz. Peygamber’in kokusunu en üst düzeyde hissettiğimiz bir beldede, sınır tanımaz işgalci güçlerin zalim namlularının çevrildiği Gazze’nin, Hz.Peygamber ile nasıl bir bağı olduğunu hatırlıyor ve bunu sizlerle paylaşıyoruz.
Efendimiz’in dedesinin babası Haşim yada asıl ismi ile Amr ibn Abdulmenaf, Kureyş içerisinde güçlü iradesi, eşsiz kabiliyeti ile öne çıkan bir şahsiyettir. Amr ibn Abdulmenaf Kureyş’in selameti için civar tüm kabilelerle antlaşmalar yapmış; yaz ve kış aylarında ayrı ayrı bölgelere ticari kervanlar göndermeye başlamıştı. Mekke’de ciddi kıtlığın olduğu bir sene, Suriye’den getirdiği ekmekleri kırarak et suyunun içerisine doğrayıp gelen hacılara ikram ettiği için Haşim adını almıştı. Haşim; kıran, ufalayan ve dağıtan demekti. Bu isim ile meşhur olan Amr, yine ticari bir maksatla Medine’ye yada o zaman ki ismi ile Yesrib’e gelmişti. Burada kurulan panayırların içerisinde soyluluğu ve nezaketi ile ilgisini çeken bir hanım ile tanışmıştı. Bu hanım daha sonra adını çokça duyacağımız Neccar oğullarına mensup Selma isimli bir hanımdı. Haşim, Selma’ya talip oldu ve bu yolculuk sırasında da onunla evlendi. Bir müddet beraberce Medine’de kaldılar. Bu süre zarfında Selma hamile kaldı; Haşim’de ticari seferini tamamlamak için Gazze’ye gitti. Takdir-i İlahi Haşim Gazze’de hastalandı, vefat etti ve orada defnedildi. Bundan dolayı Araplar bu şehre halen Gazzetü Haşim derler. Selma kocası Haşim’in Gazze’de vefat ettiğini öğrenince çok üzüldü ve karnındaki bebeği babasız olarak doğurdu. Doğan çocuğun saçlarında biraz beyazlık olduğu için ona Şeybe ismini verdiler. Şeybe annesinin yanında Medine’de yetim olarak büyüdü. 8 yaşlarına gelince amca Muttalib yeğenini yanına getirmek istedi ve bu amaçla Medine’ye geldi. Şeybe’yi alıp Mekke’ye getirirken olayın öncesinden haberleri olmayanlar Muttalib’in arkasında duran çocuğun, pazardan alınmış bir köle olduğunu zan ederek, o çocuğa Abdulmuttalib/ Muttalib’in kölesi demeye başladılar. İnsanların böyle isimlendirdikleri bu çocuk ileride Kureyş’in reisi, Hz. Peygamber’in dedesi olacak olan Abdulmuttalip’ti. İşte Gazze’nin ve şuan içerisinde bulunduğumuz Peygamber şehri Medine’nin, Efendimiz ile doğumundan öncesine dayanan böyle bağları vardır.
Gazzatü Haşim diye anılan bu tarihi şehrin İslamlaşması Kudüs’ün öncesine dayanır. Kudüs Hz. Ömer zamanında İslam otoritesinin altına girmişken, Gazze Hz. Ebubekir’in hilafetinin ilk yıllarında fethedilmiştir. İmam Şafiî’nin de doğduğu bu güzide şehir, ne yazık ki, 1917’de Osmanlı’nın bölgeden çekilmesi ile birlikte ağlamaya başlamış, 1948’de işgal devletinin kurulması ile birlikte yüzü bugünlere kadar gülmemiştir.
Medine’de Yeşil Kubbe’nin karşısında ümmetin bu halini, yolumuzun tartışılmaz tek rehberi olan Efendimiz’e arz ettiğimizde; “ne zaman bu ümmet gülecek Ya Resulullah!” der gibi olduk. Sonra tüm ihtişamı ile o Kubbe’nin şöyle haykırdığını hayal ettik: “Ne zaman beni güldürürseniz, sizde o zaman gülmeye başlayacaksınız.”
Zaten başımıza gelen her toplumsal musibet O’nu (s.a.v.) üzdüğümüzden dolayı değil miydi? Eğer O’nu (s.a.v.) güldürebilirsek, Gazze’de, Kudüs’te, Mekke’de, Medine’de, İstanbul’da, Şam’da, Kahire’de gülecek; şehirler gülünce ümmette gülecektir.
Muhammed Emin YILDIRIM