Kelime olarak barış anlamına gelen İslâm, huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. İslâm’da olduğu gibi diğer ilahî dinlerde de sevgi, merhamet ve barış teşvik edilmiş; zorbalık, zulüm, şiddet ve terör benzeri hareketler yasaklanmıştır. Çükü dinlerin yayılması, taraftar bulması ve öğretilerinin kabul görmesi barışın devamına bağlıdır. Barışın olmadığı yerde dinler gelişme gösteremez.
İslamiyet, inanan-inanmayan ayrımı yapmadan insan hayatının kutsallığını kabul etmiş ve hiçbir insanın haksız şekilde öldürülmesine müsaade etmemiştir. Nitekim Yüce Allah, haksız şekilde bir kişiyi öldürenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi olacağını, bir kişinin hayatını kurtaranın da sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olacağını bildirmiştir.[1] Buna göre her bir fert, başkasının hayatını kutsal kabul edip onu korumaya çalışmakla yükümlüdür.
Savaş ve barış, hem Kur’ân’ın hem de Hz. Peygamber’in (sas) üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. Hadis kaynaklarının özellikle sulh, cihâd ve siyer bölümlerinde savaş ve barışla ilgili çeşitli hükümler yer almıştır.
Bütün inananları barışa çağıran[2] Yüce Allah; savaşa, ancak bir saldırı olması durumunda izin vermiş, haksız bir şekilde saldırmayı ise yasaklamıştır.[3] Kur’ân’da Müslümanlara, saldırıya uğradıkları zaman sadece misliyle karşılık vermeleri tavsiye edilmiş, sabrın ise daha hayırlı olduğu bildirilmiştir.[4]
Kur’ân’ın ortaya koyduğu ilkeye göre din yüzünden Müslümanlara düşmanlık beslememiş ve bu yüzden onları yurtlarından çıkarmamış müşriklerle veya Ehl-i kitabla barış içinde bir arada yaşamak esastır.[5] Bu, İslâm’ın taktik olarak uyguladığı bir yöntem değil, benimsediği bir ilkedir.
Allah Resûlü (sas) kendisini tavsif ederken hem merhamet hem de savaş peygamberi olduğunu söylemiş,[6] bazı hadislerde ise müminleri Allah yolunda cihada teşvik etmiş ve cennetin kılıçların gölgesinde olduğunu bildirmiştir.[7] Bununla birlikte onun hayatı, barış yolunda atılmış adımlarla doludur. O, hiçbir zaman düşmanla karşılaşmayı temenni etmemiş,[8] daima barıştan yana olmuş ve savaşı her zaman en son çare olarak görmüştür.
Resûlullah’ın (sas) çevre hükümdarlara İslâm’a davet mektupları göndermesi, Hendek savaşında Medine etrafına hendek kazdırarak Müslümanların güvenliğini sağlaması ve Hudeybiye barış anlaşmasını imzalaması, onun barış taraftarı olduğunu gösterir. O, kendisine sunulan hiçbir barış teklifini geri çevirmemiştir.
Hz. Peygamber (sas), diğer din mensuplarını İslâm’a davet etmek için gönderdiği mektuplarda barışa vurgu yapmış, İslâm’ı kabul ettikleri takdirde barış ve huzura ereceklerini özellikle ifade etmiş,[9] komutanlarına da düşmana savaştan önce barış teklif etmelerini emretmiştir.[10]
Allah Resûlü (sas) duruma göre bazen saldırı bazen de savunma yapmayı uygun görmüş, amacına barışçı yollarla ulaşma imkânı varsa asla savaşa başvurmamış, savaş kaçınılmaz olduğunda da savaşmaktan geri durmamıştır.
Hz. Âdem’in çocukları olmak itibariyle bütün insanların kardeş olduklarını bildiren Sevgili Peygamberimiz,[11] Veda Hutbesi’nde “insanların mallarının, canlarının, ırzlarının (şeref ve namuslarının) dokunulmazlığı”[12] ilkelerini ilan ederek insanlığı barış ve huzur içinde yaşamaya çağırmıştır.
Bu arada İslâm, Müslümanlar arasındaki ilişkilerin din kardeşliği ekseninde şekillenmesini istemiş, bundan dolayı Allah Resûlü (sas) Medine’ye hicret eder etmez ilk iş olarak ensarla muhaciri kardeş ilân etmiş,[13] aralarında kan davaları olan Medine’nin iki büyük kabilesi Evs ve Hazrec’i barıştırarak birbirine kenetlemiştir.
Allah Resûlü (sas) savaş sırasında Müslümanları insanlık onuruna yakışmayan davranışlardan sakındırmıştır. Savaşa iştirak etmeyen gruplardan yaşlıların, kadınların ve çocukların katledilmesini,[14] ölülerin burunlarının ve kulaklarının kesilmesini (müsleyi) yasaklamış,[15] düşman savaşçılarını öldürürken işkence etmeksizin güzel bir şekilde öldürmeyi tavsiye etmiştir.[16]
Hz. Peygamber (sas), “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir”[17] ayetinin hükmü gereği müşriklerle veya Yahudilerle yapmış olduğu hiçbir anlaşmayı bozmamış, anlaşmanın bütün gereklerini yerine getirmek suretiyle sadakat örneği göstermiştir. O, karşı taraf bozmadığı sürece anlaşmalara sadık kalmıştır.
Din hürriyetini sağlamak, insanların inançlarını hür bir şekilde yaşadıkları ortamlar oluşturmak, Müslümanların güvenliğini temin etmek ve barışı tesis etmek gibi prensipler, Resûlullah’ın (sas) mücadelesinin hedefleri arasında önemli bir yer tutmaktadır.
Allah Resûlü (sas) siyasi bir güç olarak geniş bir coğrafyada egemen olunca, İslâm toplumu içerisinde yaşayan diğer din mensuplarının yani zimmîlerin din hürriyetini, can[18] ve mal emniyetini güvence altına almış, onlara en geniş anlamda din özgürlüğü tanıyarak ümmetine güzel bir örnek sunmuştur.
Hz. Peygamber (sas), kendisini ve arkadaşlarını Mekke’den çıkaran, onların mallarını gasp edip ellerinden zorla alan, birçok sahabiyi ölüme sürükleyecek şekilde işkence altında tutan, sığındıkları yer olan Medine’yi işgale kalkışan ve nihayet Hudeybiye barış anlaşmasına riayet etmeyip hükümlerini çiğneyen Mekke halkını köle ve cariye haline dönüştürmeye, mallarını savaş ganimeti sayarak el koymaya ve hepsini kılıçtan geçirmeye muktedir iken Kâ‘be avlusunda toplanan düşmanlarına, “Haydi şimdi dağılın, hepiniz hür ve serbestsiniz”[19] diyerek tarihte az görülen bir af örneği göstermiş, kin ve düşmanlıktan yana olmadığını ortaya koymuştur.
Resûlullah (sas), Mekke fethi sırasında ensarın bayraktarı Sa‘d b. ‘Ubâde’nin Ebû Süfyân’ın önünden geçerken söylediği, “Bugün büyük savaş günüdür, bugün Kâ‘be’de kan dökmek helal kılınmıştır” sözüne karşılık, “Sa‘d yalan söylemiştir. Bugün Allah’ın Kâ‘be’yi yücelteceği gündür”[20] buyurarak maksadının savaş olmadığını göstermiştir. Onun amacı insanları öldürmek değil, onlara hayat vermek ve hidayete ermelerini sağlamaktı. Nitekim onun bu umumi affı, Mekkelilerin Müslüman olmasına vesile olmuştur.
Allah Resûlü’nün (sas) 23 yıllık peygamberliği döneminde yaptığı savaşların hemen tamamı savunma amaçlıdır. Nitekim Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, Mekkeli müşriklerin kilometrelerce yol kat ederek Müslümanlara saldırması sonucu gerçekleşmiştir. Diğer bazı gazvelerin arkasında da Müslümanlara yönelik tehdit ve tehlikeleri bertaraf etme, İslâm davetinin önündeki engelleri ortadan kaldırma amacı bulunmaktadır.
Dünya barışı, güce dayalı medeniyet anlayışı yerine adalet anlayışının hâkim olduğu bir dünya görüşü ile mümkündür. İnsanlar, binlerce yıldır elde ettikleri tecrübeleri insanlığın refahı ve mutluluğu için harcamalıdırlar.
İnsanlığın kurtuluşu barışta, felaketi ise savaştadır. İnsanlık kendi geleceğini korumak istiyorsa barışa sarılmalı, savaşın ve şiddetin her türlüsüne karşı çıkmalıdır.
Prof. Dr. Yusuf Ziya Keskin
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2018/7 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Mâide, 5/32.
[2] Bakara, 2/208.
[3] Bakara, 2/190.
[4] Nahl, 16/126.
[5] Mümtehine, 60/8.
[6] İbn Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî, el-Müsned, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, IV, 395.
[7] Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl, el-Câmi‘u’s-sahîh, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, Cihâd, 1, 112.
[8] Buhârî, Cihâd, 112; Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, es-Sünen, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, Siyer, 6.
[9] Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmi‘u’s-sahîh, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, Cihâd, 74.
[10] Müslim, Cihâd, 2; Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş‘as es-Sicistânî, es-Sünen, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, Cihâd, 82.
[11] Ebû Dâvûd, Edeb, 110-111.
[12] Buhârî, İlim, 9.
[13] Buhârî, Kefâlet, 2.
[14] Buhârî, Cihâd, 147, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Ebû Dâvûd, Cihâd, 82.
[15] Müslim, Cihâd, 3; Ebû Dâvûd, Cihâd, 110.
[16] Müslim, Sayd, 57.
[17] İsrâ, 17/34.
[18] Tirmizî, Ebû ‘Îsâ Muhammed b. ‘Îsâ, es-Sünen, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1992, Diyât, 11.
[19] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hişâm el-Basrî, , Thk. Mustafa es-Sekkâ, İbrahim el-Ebyârî, Abdülhafîz Şelebî, Beyrut, el-Mektebetu’l-ilmiyye es-Sîretu’n-Nebeviyye, t.y., IV, 412.
[20] Buhârî, Meğâzî, 49.