Örneklik Medresemizde 4. dersimizdeyiz. Şimdiye kadar Hulefâ-i Râşidîn’in 3 ismini işledik, bugünde inşallah 4. isim olan Hz. Ali’yi işleyeceğiz.
İmâm Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Hz. Ali için şöyle demektedir: “Hz. Ali’nin hayatı için nakledilenler o kadar çoktur ki, başka hiçbir sahâbe için böyle bir nakil olmamıştır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/32; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 1294)
Bu sözü aktaran İbn Hacer (ö. 852/1449) şöyle bir değerlendirmede yapmaktadır: “Hz. Ali hakkında nakledilenlerin fazla olması başta Benî Ümeyye olmak üzere sevmeyenlerinin de olmasından kaynaklanıyordu. Ona düşmanlık artınca sahâbeden her kim Ali hakkında bir şey duymuşsa, mutlaka onu kaydetmiş ve başkalarına aktarmıştır.” (İbn Hacer, el-İsâbe, II, 1294)
Hz. Ali, Milâdî 600 yıllarında Mekke’de, bir rivayete göre ise Kâbe’de doğuyor; Milâdî 661’de bir Ramazan gecesinde, tam tarihini de söylersek -onun destan yazdığı bir tarihtir o zaman- 17 Ramazan yani bir Bedir yıldönümünde yaralanıyor ve dört gün sonra 21 Ramazan’da da şehadet şerbetini içiyor. Milâdî olarak 61, Hicrî olarak 63 yıllık bir hayatın sahibi olan Hz. Ali, kesbî olsun, vehbî olsun aklınıza gelecek her türlü güzel vasfın, övülecek ahlâkın, yapılacak işin, elde edilecek her türlü makamın, mevkinin, görevin, sahibidir. Bundan dolayı Hz. Ali, bir işin değil; her hayırlı işin adamıdır.
Hz. Ali diyor ki: “Bir deve yavrusu nasıl annesinin ardından ayrılmadan sürekli annesini takip ediyorsa, ben de Efendimiz’i, annesini takip eden bir çocuk gibi hayatım boyunca takip ettim.”
Hz. Abbâs, 15 yaşındaki Cafer’i almış, Efendimiz ise 5 yaşındaki Ali’yi almıştı… Ali’nin elinden tutup, Haticesine emanet ettiğinde dediği söz şu olmuş: “Ey Haticem! Ben öyle birini seçtim ki, Allah onu benim için seçmiştir.”
Efendimiz’in (sas) vefatından sonra Hind bir an olsun Hz. Ali’nin arkasından ayrılmadı, zaten en son Cemel Savaşı’nda da, Hz. Ali’nin saflarında şehit oldu. Ona soruyorlar: “Sen neden hep Ali’nin arkasındasın, başka biri mi yok, neden hep Ali ile berabersin?”Hind b. Ebî Hâle diyordu ki: “Yoksa siz hissetmiyor musunuz? Bakın! Ali’den Efendimiz’in kokusu geliyor.”
Biz onun Miladî olarak 61 yıllık hayatının çocukluk devresi olan ilk 5 yıllık hayatını dikkate almazsak, geriye kalan 57 yıllık hayatını şöyle bir devrelere ayırsak; hayatının 3 temel devresinden söz edilebiliriz:
1. Devre: 5 yıl nübüvvet öncesi Efendimiz’in (sas) yanında geçirdiği devre, 23 yılda nübüvvet devresi, toplam 28 yıllık hayatının ilk devresi…
2. Devre: Kendinden önce halife olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde geçirdiği 25 yıllık hayatının orta devresi…
3. Devre: 4,5 yıl süren hilafet yıllarının devresi yani hayatının son devresi…
Bu üç devreyi; yani Hz. Ali’nin hayatının ilk, orta ve son devresini şöyle ne üzere yürüdüğünü görmek için bir tasnife tabi tutsak ve bu işi kavramlar üzerinden yapsak karşımıza çıkacak tablo şudur:
1. Devre: Teslimiyet, Samimiyet, Fedâkarlık ve İstikamet
2. Devre: Vahdet, Selâmet, Vakar ve İstikamet
3. Devre: Hakkaniyet, Adâlet, Kararlılık ve İstikamet
Ama biz bugün Hz. Ali’yi “ Hakkaniyet” kavramı üzerinden anlamaya çalışacağız.
Hakkaniyet nedir? Hakka ve adâlete uygun davranmak, doğruluktan ne pahasına olursa olsun ayrılmamak, aleyhine olsa bile adil davranmaktan asla geri durmamaktır.
Bir gün ona şöyle bir soru soruldu: “İnsanların düştüğü ayıplardan en sâlim kalabilen kimdir?” Yani kınanmayacak bir hayatı yaşayan kimdir? Ne demiştir?
“Aklını emir, günahlardan sakınmayı ve öğüdü dizgin, sabrı kumandan, takvâyı azık, Allah korkusunu yoldaş, ölümü hatırlamayı arkadaş edinen kişi kınanmayacak bir hayatın sahibi olur.” cevabını verdi.
Hz. Ali bir gün paraların saklandığı hazinenin önünde durdu ve: “Ey sarı ve beyaz (altın ve gümüş) dünyalıklar, gidin benden başkasını kandırın!” dedi.
Hz. Ali der ki: “Hayrın tamamı dört şey ile elde edilir: Konuşmak, susmak, nazar ve hareket.”
Sonra bu 4 şeyi biraz açıklıyor:
- Zikr-i ilâhî dâhilinde olmayan konuşma boştur.
- Fikir ve tefekkürsüz susma hatadır.
- İbretle olmayan nazar gaflettir.
- Allah’a kulluğa yöneltmeyen hareket, durgunluk ve gerilemedir.
Konuşması zikir ve hayır, susması tefekkür, nazarı ibret, hareketi kulluk olan kişiye Allah rahmet eylesin! İnsanlar, böylelerinin elinden ve dilinden selâmette olurlar.”
Hz. Ali’nin kendine şiar edindiği cümle neydi biliyor musunuz? “Haklı olmak kadar haklı kalmak da önemlidir.”
Hz. Ali ve Hakkaniyet desek; aklımıza yüzlerce tablo gelir ama biz 10 başlıkta bazı hatıraları aktarmış olalım.
1- İman edişindeki hakkaniyeti
2- Sorumluluk almasındaki hakkaniyeti
3- Vazifeleri üstlenmesindeki hakkaniyeti
4- Hayra doymamasındaki hakkaniyeti
5- Peygamberimize itaatindeki hakkaniyeti
6- Zorluklar karşısındaki hakkaniyeti
7- Hüküm vermedeki hakkaniyeti
8- Mücadele tarzındaki hakkaniyeti
9- Yönetim meselesindeki hakkaniyeti
10- Şehadet mektebindeki hakkaniyeti
İman Edişindeki Hakkaniyet
Hz. Ali, on yaşlarında iman ile tanışmış, Hz. Hatice’den sonra iman etme ve namaz kılma şerefine nail olmuştu. Enes b. Mâlik rivayet ediyor: “Peygamber (sas) pazartesi günü peygamber olarak görevlendirildi. Salı günü ise Ali ile birlikte namaz kıldı.”
Sorumluluk Almasındaki Hakkaniyeti
On üç yaşlarında, Efendimiz (sas) genel davetin ilk safhasında en yakın akrabalarını İslâm’a davet ederken Hz. Ali de ordaydı. Efendimiz’in (sas) o gün ona verdiği görev, gelen davetlilere su ve süt ikram etmektir. Efendimiz (sas) bu yeni davetin mesajlarını akrabalarına duyururken, orada Hz. İsâ’nın rolüne bürünerek, onun feryadı gibi: “Allah’a giden yolda bana kim ensâr/yardımcı olacak?” diye haykırmaya başlayacaktı. Amca Ebû Leheb sinirlenecek: “Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi davet ettin!” diyecek, davette hiçbir şeyin konuşulmasına imkân vermeyecekti. Ertesi gün Efendimiz (sas) davetini tekrarlayacak, orada da Efendimiz (sas) hiçbir şeye takılmadan haykırışını devam ettirecek; ama her seferinde daveti karşılıksız kalacaktı. Bunun üzerine Hz. Ali, elindeki su kırbasını yere bırakacak ve “ben” diyerek sağ elini havaya kaldıracaktı. O el o gün “ben” diyerek havaya kalkmış ve o günden sonra tam elli bir yıl boyunca da aşağıya inmemiştir. Hz. Ali’nin “ben” demesi, başta Ebû Leheb olmak üzere orada hazır bulunanların alaylı sözlerine konu olacaktı. Diyeceklerdi ki: “Ey Muhammed! Sana bu çocuk yeter, bizi bırak! Bu çocuk sana yeter!” Onlar alay etmişlerdi; ama tarih gösterecekti ki, gerçekten o çocuk, Efendimiz’e (sas) yetecekti. O çocuk nübüvvet davasının yiğidi olarak, Risalet davasının abisi olarak bu davaya yetecekti.
Vazifeleri Üstlenmesindeki Hakkaniyeti
Yirmi üç yaşlarında bir delikanlı iken, Efendimiz’e (sas) hicret yolu gözükmüş; Efendimiz (sas) sâdık dostu Hz. Ebû Bekir ile o zorlu yola revan olacağı sırada, Hz. Ali’yi kendi yanında olan emanetleri sahiplerine vermesi, ailesine sahip çıkması ve yatağına yatması için seçmişti. O gün ve o zeminde Peygamber’in yatağına yatmak demek, kalkmak için değil ölmek için yatmak demekti. Ali, bunu bile bile: “Tamam Ya Resûlullah!” diyecek ve o yatağa ölmek için yatacaktı. Hz. Ali’nin bu tavrı aynen atası İbrâhim’e benzemekteydi. Hani Hz. İbrâhim, Nemrûd’un yaktırdığı ateşe yanmak için atlamış, ama ateş Hz. İbrâhim’e karşı serin ve selamet olmuştu ya; aynen Ali de o yatağa ölmek için yatacak; ama Allah, Ali’yi muhafaza edecekti.
Denilecekti ki: “Ey Ali! Sen hicret gecesi Peygamber’in yatağına yattığında, Mekke’nin en iyi kılıç kullanan adamları evin önünde içeriye girip, yatağa saldırmak için bekliyorlardı. Sen onların konuşmalarını, kılıçlarının ve mızraklarının seslerini duyuyordun. Allah aşkına söyle! O gece sen nasıl uyuyabildin?” Hz. Ali bu soruya şöyle cevap verecekti: “Vallahi, şu an elli küsur yaşındayım; halen o gece ki uykuyu arıyorum.”
Hayra Doymamasındaki Hakkaniyeti
Hicrette, Bedir’de, Uhud’da, diğer seriyyelerde yaptıkları ortadadır.
Ama hiç hayra doymamaktadır. Hendek Gazvesi’nde, Hz. Ali (ra) 28 yaşlarındadır. Müslümanlar Selmân-ı Fârisî’nin (ra) görüşü gereği hendekler kazmış, sayıca çok olan düşmana karşı böyle bir savunma yapılmıştı. Ama karşı tarafta çok büyük savaşçılar vardı. Onlardan bazıları hendekleri aşmış, o büyük çukurların ortalarına kadar gelmişlerdi. Gelenlerden biri de Amr b. Vûd idi. Onun karşısına çıkacak olan da yine Hz. Ali olacaktı.
Peygamberimize İtaatindeki Hakkaniyeti
Resûlullah Efendimiz (sas) Hayber Savaşı’nda şöyle buyurdular: “Bu sancağı, Allah’ı ve Resûlü’nü seven, Allah’ın fethi kendisine nasip edeceği bir yiğide vereceğim.” Ömer (ra) der ki: “Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümidiyle Resûlullah’a kendimi göstermeye çalıştım durdum.” Resûlullah Efendimiz (sas) Ali b. Ebî Tâlib’i çağırdılar. Sancağı ona teslim ederek şöyle buyurdular: “Yürü, Allah fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!” Ali (ra) derhal hareket etti, sonra durdu ve arkasına dönmeden (gözlerini hedeften ayırmadan) seslendi: “Ey Allah’ın elçisi, onlarla ne (yapmaları) için savaşayım?” Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurdular: “Onlarla, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirmelerine kadar savaş. Bunu yaptıkları an, -dinin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesapları(nı görmek ise) Allah’a aittir.” (Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 33; Buharî, “Fedâilü’l-Ashâb”, 9)
Zorluklar Karşısındaki Hakkaniyeti
Resûlullah (sas) Tebük’e gidiyordu. Hz. Ali (ra) onunla birlikte Seniyetü’l-Vedâ’ya kadar gitti. Resûlullah (sas) ona: “Burada (Medine’de) ya ben kalacağım, ya sen kalacaksın!” buyurdular. Hz. Ali’yi her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine’de bırakınca, o ağlayarak: “Yâ Resûlallah! Beni çocuklar ve kadınlar içinde vekil mi bırakıyorsun?” dedi. Rasûlullah (sas): “Bana göre sen, Mûsâ’ya göre Hârûn gibi olmaya râzı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yoktur!” buyurdular.
Hüküm Vermedeki Hakkaniyeti
Hz. Ali (ra) şöyle anlatır: “Resûlullah Efendimiz (sas) beni Yemen’e gönderdiler. Ben: “Yâ Resûlallah, ben genç biri olduğum hâlde onların arasında hükmetmem için mi gönderiyorsunuz? Ben, hükmetmek nedir bilmem ki!” dedim. Bunun üzerine Resûlallah Efendimiz mübarek eliyle sadrıma vurdular. Sonra da: “Allah’ım! Bunun kalbini doğruya hidâyet eyle, lisânını hak üzere sâbit kıl!” diye duâ ettiler. “Ondan sonra iki kişi arasında hüküm verirken hiç tereddüt etmedim.” (İbn-i Mâce, Ahkâm, 1; Ebû Dâvûd, Akdıye, 6/3582; Hâkim, III, 146/4658)
Bu uğurlama esnasında Resûlullah Efendimiz (sas) Hz. Ali’ye şu tavsiyede bulundular: “İki hasım önüne oturduklarında, birinciyi dinlediğin gibi ikinciyi de dinlemedikçe kesinlikle hüküm verme! Böyle yapman, nasıl hüküm vereceğinin açıkça ortaya çıkması için daha münasip bir davranıştır.” (Ebû Dâvûd, Akdıye, 6/3582; Ahmed, I, 90, 111; İbn-i Sa‘d, II, 337)
Mücadele Tarzındaki Hakkaniyeti
Hz. Ali’ye, kendisine karşı savaşan Cemel ehli hakkında: “Onlar müşrik midir?” diye soruldu. Ali (ra): “Onlar şirkten kaçtılar.” buyurdu. “Onlar münâfık mıdır?” diye soruldu. Ali (ra): “Münâfıklar Allah’ı zikretmezler, ancak pek az hatırlarlar. (Hâlbuki bunlar öyle değildir.)” buyurdu. “Öyleyse onlar nedir?” diye soruldu. Ali (ra): “Bunlar bize karşı taşkınlık eden kardeşlerimizdir.” buyurdu. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 535/37763)
Sıffîn’da önce Fırat’a ulaşan yol güzergâhını ellerinde tutan Şam tarafı, Hz. Ali ve ordusunun suya ulaşmalarına engel olmuşlardı. Birkaç gün sonra başlayan savaş sonrası su yolları Hz. Ali’nin ordusunun eline geçmişti. Askerler: “Vallahi bu sudan Şamlılara bir damla bile içirmeyiz!” demişlerdi. Bir müddet sonra Şam tarafı su için izin istediğinde, Hz. Ali onlara izin vermişti. Bu izin verilme hadisesi Hz. Ali’nin kendi askerleri içerisinde huzursuzluklara sebep olmuştu. “Neden onlar bize vermedi? O zaman biz onlara niye verelim?” diyenler oldu. Bu sözlere karşı Hz. Ali dedi ki: “Siz sudan kendi ihtiyacınız kadar olanı alın ve sonra onların su almalarına engel olmayın. Bizim onlar gibi davranmamız asla uygun değildir. Yüce Allah onların isyan ve zulümlerinden dolayı cezalarını verecek, size ise zafer ihsan edecektir.”
Hz. Ali (ra) o zorlu anlarda askerlerine yaptığı konuşmanın bir yerine şöyle diyordu: “Sakın ilk saldıran siz olmayın, eğer galip gelirseniz onların peşlerinden gitmeyin, yaralılara iyi davranın, sakın müsle yapmayın…”
Yönetim Meselesindeki Hakkaniyeti
Hz. Ali (ra), Mısır’a vâli tayin ettiği Mâlik bin Hâris’e bir emirnâme yazmıştı. Orada geçen şu ifadeler hakikaten büyük bir insaniyet ve fazilet örneği sergilemektedir: “İnsanlara, canavarın sürüye baktığı gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnasız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allah’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allah’a karşı asla kafa tutma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme! Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmana mâni olan cimriyi, büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı ve gözünü hırs bürümüş kimseleri istişâre heyetine alma! Altından kalkamayacağını anladığın konuları Allah’a ve Resûlü’ne havale et! Allah’a havâle, O’nun kitabına; Resûlü’ne havale de onun Sünnet’ine müracaat etmek demektir. Kendini beğenme, yüzüne karşı seni övenlere itibar etme! Yaptığın işleri insanların başına kakma, yaptığın işleri büyütme, onlara verdiğin sözden dönme! Başa kakmak iyiliği bitirir, mübalağa hakikati söndürür, sözünde durmamak ise Hâlık’ın da halkın da nefretini celbeder. Diken tohumları ekilen bir tarladan, gül desteleri derlenemez. Her ne kadar temiz bir niyetle ve insanların faydası için yaptığın bütün çalışmalar Allah rızası içinse de, sen yine de vakitlerinin en hayırlısını Allah ile kendi arandaki işler için ayır! Sırf Allah rızası için edâ edeceğin ibâdetlerin en mühimi de Allah’ın zâtına mahsus olan farzlardır. Gecende ve gündüzünde, bedenindeki Allah’a âit kulluk hissesini ayır ve seni Yüce Rabb’ine yaklaştıran bu ibâdetleri her ne pahasına olursa olsun eksiksiz yerine getir!”
Şehadet Mektebindeki Hakkaniyeti
Cehaletin gözlerini kararttığı Hâricîlerden bir grup, fitne sebebi oldukları gerekçesi ile hakem olayını kabul edenleri öldürme kararı almışlardı. Murâd kabilesinden Abdurrahman b. Mülcem’in payına Hz. Ali düşmüştü. O Kûfe’ye gelmiş, belirlenen vakitte Hz. Ali’yi öldürmek için planlar yapmaya başlamıştı. Hz. Ali (ra) onun hâlinden şüphelenmişti. Ama somut bir şey olmadığı için üzerine gitmemiş, olayları akışına bırakmıştı.
Hz. Ali namaz için mescide yürüdüğü anlarda Kufe’de; cehaletin ve taassubun kurbanı olan hain İbn Mülcem’in zalim kılıcı o güzel bedeni doğramaya başlamış; başından akan kanlar ise sakalını boyamıştı. O anlarda Hz. Ali şöyle diyordu: “Bismillah ve billâh ve a’lâ milleti Resulullah. Fuztü bi Rabbi’l-Kâbe/ Allah adına, Allah ile beraber, Resûlullah’ın milleti ile beraber, Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ben şimdi kazandım.”
Babasının şehadetinin ardından Hz. Hasan insanlara verdiği hutbede şöyle diyordu: “Ey insanlar! Siz dün, ne öncekilerin kendisini geçebileceği, ne de sonrakilerin ona yetişebileceği bir insanı kaybettiniz. Allah Resûlü (sas), onu gönderilecek yere gönderir ve bayrağı ona verirdi. O da Allah kendisine fethi müyesser etmeden dönmezdi. Cibrîl onun sağında, Mîkâîl ise solunda idi. Ne çil çil sarı altınlar, ne de ak ak akçeler bıraktı. Sadece atıyyesinden geriye kalan 700 dirhem… O parayla bir hizmetçi satın almak istiyordu…”29
Hz. Ali’nin Aldığı Lakap ve Künyeler
Ebü’l-Hasan
Ebû Türâb
Haydar veya Haydar-ı Kerrar
Ünvanı: Emîru’l-Mü’minîn’dir.
“el-Murtezâ: Kendisinden râzı olunan, Allah’ın rızâsını kazanmış”
“Esedü’llahi’l-ğâlib: Allah’ın her zaman gâlip gelen kuvvetli arslanı”
“Kerremallahu vecheh”: Çocukluğunda hiç puta tapmadığı için daha sonraları “Allah yüzünü mükerrem kılsın, şereflendirsin!” duâsıyla anılmıştır.
Tasavvuf erbâbı, Hz. Ali’ye “Şâh-ı Velâyet” ve “Sultânü’l-Evliyâ” lâkaplarını uygun görmüşlerdir.
Hz. Ali ve Beyt/Ev bağlantıları
Beytullah’ta doğdu.
Beyt-i Hatice’de büyüdü.
Beyt-i Resûlullah’da olgunlaştı.
Beyt-i Fâtıma’da Ehli Beyt’in temelini attı.
Beyt-i Ali’de Hasan, Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm’ün sahibi oldu.
Beyt-i Medine’de huzur buldu.
Beyt-i Kufe’de şehadete yürüdü.
Sözleri:
“Önce hakikati öğren, sonra haklıyı tespit et. Hakikati iyice öğrenirsen, haklının kim olduğunu daha doğru bir şekilde anlarsın.”
Hz. Ali (ra) bir gün irad ettiği hutbesinde şöyle demiştir: “Allah’ın kulları! Size, Allah’tan korkmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü bu, her türlü sapıklıktan koruyan ve her türlü kurtuluşa ulaştıran vasıtadır. Sanki siz, ruhları terk etmiş bedenleriyle baş başa kalmış cesetler gibisiniz. Sizden bir gün yaşayan, ancak ecelinden bir günün eksilmesiyle karşı karşıya gelecek. Sizin dünyanız ancak, gölge veya yolcunun azığı gibidir. Dünyada eserinin kalmadığı, yurdunun ıssızlaştığı, çocuklarının yetim kaldığı, yanakları toz toprak içinde kalarak yerdeki basit bir çukura döndüğü gün, Azîz ve Cebbâr olan Allah’ın kuluna kötü bir şekilde seslenmesi konusunda sizi uyarıyorum. Kendisine itaat edene cenneti vaad edenden, bizi gazabından ve cezasından korumasını, bize rahmetini bağışlamasını diliyorum. Sözün en etkilisi, Allah’ın kitabıdır.”
“Zühdün tamamı, Kur’ân’ın şu iki kelimesi/âyeti arasındadır: ‘Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye böyle yaptık.’ (Hadîd 23) Kim geçmişe üzülmez, geleceğe sevinmezse, zühdün iki ucundan yakalamıştır.”