Son birkaç gündür salgından ölen yok.
Virüs sizlere ömür.
Ardında vicdanlarımıza gönderilmiş okunaklı bir mektup bıraktı.
Ruhsal hastalıkların iyice arttığı bir zamandı. Ruhlar tek tek öldü-ölecek bir zaman… Bulaşıcıydı ve ağır seyrediyordu. Önce kalbi duruyor, esaslı bir amaç için çarpmaz oluyordu insanın. Sonra hayatının bir anlamı kalmıyordu. Ne sevmeye yetiyor ne merhamete… Katılaşıyor. Tam olarak taşlaşma tanısı, etrafına duyarsızlaşıp kendini merkez almış ve bencilleşmiş olduğunda konuluyor. Sonrasında ölümü yayılıyordu hayatına. Yaşadığı topluma, semte, mahalleye… “Candan olmayan canlı değildir.” kuralına göre bunu sadece “canlı” insanlar fark ediyor, diğerleri ise o yaşıyormuş gibi davranıyorlardı. Hayvanlar ve eşyalar onlardan daha canlı, tabiat daha heyecanlıydı.
Kendine takılıp düşme ve duyarsızlıktan patlayıncaya kadar ölme oyunu oynuyorlardı. Benliklerini gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki başka her “sen”i küçümsediler.
Birtakım güçler hayatı sonsuza dek, böyle sürecek sanıyorlardı. Sömürgelerine diktikleri serçe korkağı korkuluklarla dünyayı kendi aralarında kırışıyorlardı. Kaynakları değil; değil yurtları, her şeyleri ellerinden alınan mülteciler sınırlarda, istenmeyişin itiş kakışında kaldıklarında, sevgi, merhamet, adalet de yersiz, yurtsuz, kadersiz, insansız kalıyordu.
İnsanlık nekahette idi. Dünya çapında Ruhsal Ölüm Hırıltıları konseri veriliyordu. Hakikati duyamayan sağırlıklar, bile bile seçilmiş engellilikler bu cazgır konserin de farkında değildiler. Onlar sahnekârdı. Buldukları bir ayakkabı topuğu, bir basamak, bir platformu bile bir gösteriş alanı olarak değerlendirmeyi ihmal etmeyecek kadar yoğundular. Bütün bir ömür sadece ve sadece kendileriyle meşgul olmaya mecburdular.
Son salyalarını saçıyordu müstekbirler. Tüketim hırsıyla çıkarılmış savaşlarda ölen mazlumlar öteden beri sayılmazdı ya… Ya sayısız ruhsal ölümler? Pek az insanın dışında o da kimsenin dikkatini çekmiyordu. Hiçbir infial yoktu, hiçbir medya kuruluşunda vefat sayısı bilgisi geçmiyordu. Tık yoktu. İnsanlığın ruh sağlığının bu denli bozulması dünyayı, dünya sağlık örgütünü filan hiç ayağa kaldırmıyordu.
Ki,
Kılıksız bir haberci geldi dünyaya. İnsana benzemiyordu. Bir canlı evet! Değişebiliyor ve başka bir donanımla aniden insan karşısına çıkabiliyor. Küçücük. Etkisi çok büyük. İnsanı yenebilecek ve yönetebilecek güçte. Dünyaya, küresel güçlere, devletlere, insan hayatlarına dilediği gibi hükmedebiliyor.
Sanki bir ayna doğrulttu. İnsanı insana yansıttı.
Bir süreliğine insanın elinden alıp inisiyatifi, kendi kanunlarını ilan etti.
Aynadaki yüz çok tanıdıktı. Çoğunluk tarafından tanınmayan, hatta hiçe sayılan, küçümsenen, alay edilendi. Saklı yüz. Mahcup.
Çok geçmeden bir bildiri yayınladı. Bildiri her vicdanın kendi derininden -mail atılmış gibi- açıkça okunabiliyor. Kamu vicdanında yer edindi. Hukuk da ona tabii… Uluslar ve uluslar arası hukukun da boynu kıldan ince.
O bildiri yaklaşık bir tercüme ile aşağıdaki gibi… Tercüme görecelilik arz etse de büyük vicdan tabir edebileceğimiz Büyük Mahkeme’ye bağlı bütün küçük mahkemeler genelinde ortak bir metne dönüşecektir. Öteki vicdanlarla da müşterekleri olacaktır.
Neler söyledi bu virüs sûretindeki gelen “ulak”?
Hazreti Salgın…
“İnsan!
Ölümü unutma!
Her can ölümü tadacak! Her can yaşamı da tatmalı… Ölümde eşitlenmek yaşamda da eşitlenmeyi getirmeli.
Bir de hakkıyla, hakikî bir amaç ve anlam üzere yaşamayı dene.
Adaleti geciktirme. Geç kalmış adalet, adalet değildir.
Kalbine yönel! Derinine…
Evrenden, çevrenden sorumlusun. Evrene çık fakat evine dönmeyi bil.
Uzaklara yakınlaşacağım derken, yakınlarından uzaklaşma.
Ne Kitab’ı, ne hikmeti, ne insanı, bütünüyle varlığı yüzünden, yüzeyinden okumayı bırak…
Tabiatı taciz etme! Çevre tahribine son ver. Tabii dengeye saygılı ol. Hiçbir şeyin kendine özgü dokusunu bozma! Her şeyde yaratılışın ilk elden olanını, doğal, bozulmamış olanını ara.
Sanal gerçeğe oranla bir mahkumiyetti. Bir yerde ayrılıktı. Geç de olsa sen de anladın ve sanal gerçeklik için çözümler aradın durdun. Artık bir şeyin ölçüsünü kaçırdığında faydadan zarara evrildiğini görebil… Şimdi seni bir kez daha sanala sıkıştırdım. Kapıları kapattım. Sokağı, güneşi, rüzgârı, ağacı, sahili, yürümeyi, gezip tozmayı ve bütün güzellikleri uzağına, uzanamayacağın bir yere koydum. Karşılıksız yapılıp durulan onca ilâhî iyiliğin, güzelliğin, nimetin tek tek değerini düşünmen için özlemeyi öğrettim. Yeniden kavuştuğunda, dünyaya yeniden doğduğunda eski insan olma. Canlan. Candan ol. Samimi ol. Nimetlere zarif davran. Teşekkürlerle yaşa!
Sağlık, sağ olma, kalbin gerçek bir amaç uğrunda heyecanla çarpması, bir anlama çarpılmanın ve hayatı o anlamla derleyip toplamanın ne büyük bir ikram olduğunu düşün…
Bunun için gün içinde en çok kirlenen kısımlarından kendini temiz tutmaya alış. Abdestsiz yere ayak basmayan bir atanın arı duru izini sür.
Nasihati sevmiyordun, biliyorum. Halbuki sandığın kadar kötü bir şey değildi. Bir trajediyi deneyimlemek zorunda kalmaman içindi. Fakat anlıyorum. Kendi öykünü yaşamak istedin. Kötü bir öykü yazmasaydın bu anlaşılabilir bir şeydi. Kendine kıydın. Bahçene kıydın.
Hiçbir insanın sağlığını bozmak, hayatını zora sokmak beni mutlu etmiyor. Ancak emir büyük yerden. Küresel güçler, kaynakları paylaşmamak için kurulmuş zalim düzen içinde yer alan güç dengeleri eliyle üretilmiş, ters tepmiş bir yapay kıyamet olabilir; görünür sebepler. Fakat panik yapma lütfen! Bütün bu olanlar izinsiz yaprak kıpırdamayan ilâhî iradenin izni dâhilinde.
Önemli olan sensin. Kendi ellerinle yaptıkların. Başına gelen hemen her olumsuzlukta günah keçisi olarak küresel güçler kadar, yerel ve küresel güçsüzlükleri de düşünebilmeliydin.
Sen/siz gerekeni yapmayınca kötü polis olmak bana düştü. Böyle kodlandım. Benden nefret etsen de bunu göze aldım. Seri bir katil gibi algılanabilirim. Ölümü olduğu kadar sağlıklı yaşamı da unutmuştun. Hatırlattım. Salt bedeninle değil, kalbinden gelerek yaşamayı. Bir virüs, bir hastalık olarak adlandırıldım. Fakat asıl sağlığı hatırlatacağım. Sağ olmanın sadece nefes alıp vermekten ibaret olmadığını. Nefesin önemini. Nefes borcunu…
Bunları icra ederken hiçbir sınıfsal ayrım gözetmedim. Ölüm elini kolunu sallaya sallaya şehirlerinizi gezerken sen evde korkudan titredin. Gücüne hayran olduğun kadar güçsüzlüğüne de bir göz atma imkânı buldun. Ne sorumluluklardan kaçak bir acziyyet edebiyatı, ne de sorgulanamayacak bir kudrete eriştiğini iddia eden “Güç bende!” kibri…
Dengeni bul istedim.
Kötek, köstek olmak istemezdim. Ancak başka türlü durdurulamaz bir hızla sonunu çağırıyordun. Sahi sen kendini sonlandırmayı, baş aşağı uçurum yarışı yapmayı, sonu ne olursa olsun “adrenalin” yaşamayı ne çok önemsiyordun. Durmuyor. Düşünmüyordun.
Ben senin çağırdığın şeyim. Sendin/sizlerdiniz beni ısrarla çağıran.
Hoş gelmedim.
Ve gitmedi.
Hâlâ aramızda. Can alarak ve hayatı pek çok açıdan kısıtlayarak başka türlü hükmetmeye devam ediyor. Bir öğütçüden daha baskın, bir öğüt vereni aratacak kadar sıkı emirleri var.
Ayşe Şener
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül 2020/15 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com