Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın “Hadis Kahramanları” üst başlığında, Sahabenin hadis anlayışını müksirûn denilen çokca Hadis rivayet etmiş Sahabe efendilerimizin üzerinden anlattığı Hadis Medresesi derslerinin altıncısı gerçekleştirildi. Hocamız bu dersinde “Hem Kur’an’ın, Hem Hadislerin Tercümanı; Abdullah b. Abbas” konusunu işledi.
Dersten Notlar:
Tarihler, 4 Mart olunca akla düşen elbette Şarkın En Sevgili Sultanı olan Selahattin-i Eyyübî olur. 1138’de Irak’ın Tikrit şehrinde doğan 4 Mart 1193’de 55 yaşlarında dünyaya veda eden o büyük İslam kumandanı olur.
Hastalanıp Şam’da yatağa düştüğünde askerlerini çağırır, kefeninin parçalarını onların eline verir: “Gidin ve Şam’ın sokaklarında elinizde bu kefenle dolaşın ve deyin ki; Hittin Savaşı’nın galibi, Kudüs’ün fatihi olan Selahattin şu an ölüyor ve bu dünyadan sadece bu bez parçasını yanında götürebiliyor…”
Abdullah b. Abbas’ın (ra) sözleri:
“Öyle bir zaman gelecek ki insanların aklı fikri mideleri, dinleri ihtirasları, kılıçları ise dilleri olacaktır.” (Tenbihu’l-Muğterrin, s. 85)
“Talebesine verdiği bir öğüt; “Beş özellik vardır ki onlara sahip olmayı Allah yolunda vakfedilen atlardan daha fazla severim. Sende bunları iyice anla ve uygulamaya çalış:
Seni ilgilendirmeyen konuda konuşma. Çünkü böyle bir konuşma lüzumsuzdur ve bu sana günah kazandırtacaktır. Seni ilgilendiren konuda ise yeri gelmedikçe konuşma. Çünkü yersiz konuşmalar başına iş açacaktır.
Ağırbaşlıyla da küstahla da tartışma. Çünkü ağırbaşlı kimse sana kırılır ve buğzeder; küstah ise sana kızar ve zarar verir.
Beraber değilken kardeşini onun seni anmanı istediğin şekilde an ve onu seni kurtarmasını istediğin şeyden kurtar. Çünkü dostluğun hakkı budur, ne arzularsan aynısını yapman sana bir sorumluluktur.
Kardeşine sana davranmasını istediğin gibi davran. Çünkü, Resulûllah’ın (sas) bize tavsiyesi bu şekildedir.
İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağını ve kötülüğünden dolayı cezalandırılacağını bilen kimse gibi hareket et. Çünkü her şeyin ama her şeyin hesabı vardır. ” (İhyau Ulûmi’d-Din, 3/255)
“Arkadaşının kusurlarını hatırlayıp, onlar üzerinden gıybet edeceğine, hemen kendi kusurlarını hatırla ve onları düzeltmeye çalış!” (İbn Ebî’d-Dünya, es-Samt ve Âdabü’l-Lisan, 1/130)
Onun En Büyük Özelliği İlimdir.
İbn Abbas’ın şöyle lakaplarına, onun hakkında kullanılan ifadelere baktığımızda, ilimden başka bir şey göremeyiz. .
Ona; Hibrü’l-Ümme denir; Ümmetin dâhisi (Nesâî, Fedâilü’s-Sahâbe, 23)
– Hibrü’l-Arab denir; Sasanî hükümdarı bunu demiştir; Arab’ın dâhisi (Zehebî, Tezkîretu’l-Hüffaz, c.1, s. 40)
– Tercümanü’l-Kur’an; Kur’an’ın tercümanı denir. (İbn Sa’d, Tabakât, c.6, s. 330) Bunun anlamı nedir? Bunu sonlara doğru göreceğiz.
– Bahrü’l-Ümme: Ümmetin ilim denizi (İbn Sa’d, Tabakât, c.6, s. 330)
– Rabbâniyü’l-Ümme: Ümmetin Rabbânî âlimi (Nesâî, Fedâilü’s-Sahâbe, 23)
– Fakîhü’l-Ümme: Ümmetin Fakîhi (Beyhakî, Delâil, c.6, s. 193)
– İmamü’l-Ülema: Âlimlerin İmamı (Zehebî, Tezkîretu’l-Hüffaz, c.1, s. 40)
– Sultanü’l-Müfessirin: Müfessirlerin sultanı
Bu lakabı Abdullah b. Abbas’a veren, kendisi de büyük bir ilim abidesi olan Abdullah b. Mes’ûd’dur. (Yiğit, İsmail, Tdv, İslam Ansiklopedisi, c.11, s. 97)
Abdullah b. Abbas’ı Bu İlmî Seviyeye Çıkaran Neydi?
1- Allah’ın seçmesi
2- Zeminin uygunluğu
3- Kişinin durumu
“Duysam ki, ashâbdan birinde bende olmayan bir hadis var. Koşa koşa onun yanına gider onu ondan öğrenirdim. Medine’nin dışında olsa bile bundan geri durmazdım. Bazen gittiğim evde vakit öğle ise, o sahâbînin kapısının önünde oturur, uyanmasını beklerdim. Nice sonra o sahâbî uyanır, beni kapıda bekler görünce üzülür: “Neden geldin buralara kadar ey Peygamber’in Amcasının oğlu!” dediklerinde, derdim ki: “Ben sizdeki ilmi almaya geldim. İlim ayağa gitmez, ilmin ayağına gidilir.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, c. 1, s. 749-750)
Âlim olmak, âlim yetiştirmek için zeminin uygun olması şarttır. Zemin, ailedir, muallimdir, mekteptir, mesciddir ve çevredir. Beş önemli husus: Aile, muallim, mektep, mescid ve çevre…
Soruyorlar İbn Abbas’a, diyorlar ki: ‘Sen nasıl böyle bir ilim elde ettin? Binlerce sahâbî içerisinde sen ne yaptın ki böyle bir ilmin sahibi oldun? Cevaba dikkat edelim: “İki şeyle elde ettim: Biri, güçlü bir arzu, diğeri, düzenli bir çalışma…” (İbn Kesîr, el-Bidâye, c.7, s. 82)
“Biz hiçbir ananın çocuklarının kabirlerini Abbas’ın Ümmü Fadl’dan olan çocuklarının kabirleri kadar birbirlerinden uzak görmedik. Fadl Şam’da, Abdullah Taif’te, Ubeydullah Medine’de, Kusem Semerkant’ta (Şah-ı Zend/ Yaşayan Sultan), Mabed ile Abdurrahman İfrikiyye’de… (Tunus ile Fas arasında)” (İbn Sa’d, Tabakât, c.4, s. 6)
Abdullah b. Abbas, kendisi nasıl Medine’ye hicret ettiğini şöyle anlatıyor: “Biz Medine’ye Hendek Gazvesi’nin yapıldığı sene Kureyş ordusunun içerisine gizlenerek geldik. Ben kardeşim Fadl ve hizmetlimiz Ebû Rafi ile birlikte onların içine karışarak geldik. Arç denen mevkie gelince içlerinden ayrıldık ve Medine’ye doğru gittik. Yolumuzu kaybettik; dolaşa, dolaşa çok zor şartlarda Medine’ye vardık. Biz Medine’ye geldiğimizde hendeklerin kazılması bitmek üzere idi. O günler Fadl 13, ben ise 8 yaşlarında idim.” (Taberanî, el-Mu’cemü’l-Evsat, c.2, s. 391, 392)
İbn Abbas, kendisi bize naklediyor, diyor ki: “Bir gece teyzem Meymûne’nin misafiriydim. Kaldığımız odada bir yer yatağı vardı. Yatacağımız sırada teyzem iki parça örtü getirdi. Onlardan birini başucumuza koydu, diğerini ise açtı, bir parçasını bizim yatacağımız yerin altına serdi; diğer parçasını da üstümüze… Ben yatağın sağ tarafında uzanmışım. Teyzem beni yatırmaya çalışıyor, ben de yatıyormuş gibi yapıyorum; ama yatmıyorum. Yatar mıyım, Resûlullah’ın ne yapacağını gözleyeceğim. Bir müddet sonra Efendimiz (sas) geldi. Eğildi bana baktı ben yatıyormuş gibi yaptım. Sonra ona ayrılan örtüyü aldı; kendisine sardı ve elbiselerini öyle çıkarttı. Sonra teyzemin bulunduğu tarafa uzandı. Gecenin ilerleyen kısmında; üzerine örttüğü örtüyü kendine sarmış bir halde kalktı. Abdest almak için su tulumuna uzanınca, ben de kalkmak istedim; sonra kendi kendime dedim ki: ‘Kalkma Abdullah! izle bak ne yapacak’ ve izledim. Çok güzel bir abdest aldı ve elbiselerini giyerek örtüyü üzerinden açtı. Sonra da namaza durdu. Baktım “Velillahi Mülkü’s-semavati ve’lard” ayetinden (Al-i İmran, 190) başladı okumaya… Hemen kalktım, ben de abdest aldım ve Efendimiz’in (sas) bir adım arkasında sola doğru namaza durdum. Efendimiz (sas) benim namaza durduğumu görünce eliyle beni sağına ve yanına doğru çekti. Ben yine soluna ve arkasına geçtim. Böylece ikişer, ikişer, en son tek olmak üzere tam 13 rekat namaz kıldık. Sonra döndü bana dedi ki: “Neden yanımda durmadın namazda?” Dedim ki: “Ya Resûlullah! Sen Allah’ın Resûlü’sün ben nasıl senin yanında durabilirim ki?” Bu sözüm çok hoşuna gitti ve orada dedi ki: “Allah senin ilmini ve fehmini/anlayışını artırsın.” Namazı bitirdikten sonra oturdu Efendimiz (sas) ben de oturdum. Yanağını yanağıma dayadı. Öyle bir sevinmiştim ki bu hale, bir müddet sonra baktım öylece uyudu. Ben de rahatsız olmasın diye nefesimi bile tutmaya çalıştım. Aradan bir müddet geçmişti ki, Bilal’in sabah namazına uyandıran sesi duyuldu. Hemen kalktı, abdest aldı ve mescide gitti. Ben de onunla beraber gittim.” (İbn Sa’d, Tabakât, c.6, s. 321; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 1075; İbn Kesîr, el-Bidâye, c.7, s. 81, 82)
Arkasındaki Nebevî Dualar…
“Allah’ım! Onun anlayışını arttır!” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 30)
Yine Buhârî’de geçen başka bir rivayette der ki İbn Abbas: “Efendimiz (sas) bir gün beni kolları arasına aldı. Başımı tam mübarek göğsünün üzerine koydu ve dedi ki: “Allah’ım ona hikmeti/kitabı öğret!” (Buhârî, İlim, 17; İbn Mace, Fedâil, 165)
Buhârî’nin abdest babında yer alan başka bir hadiste ise İbn Abbas der ki: “Bir gün Efendimiz (sas) ihtiyacını gidermek için bizden uzaklaşmıştı. Dönüp geldiğinde ben abdest suyunu hazırlamıştım. Suyu orada hazır görünce sevindi: “Kim hazırladı?” dedi. İbn Abbas dediler. Orada dedi ki: “Allahümme fa’kihhu fi’d-din/Allah’ım! Onu dinde fakih kıl!” (Buhârî, Vudû, 10)
Ahmed b. Hanbel’de ve İbn Hibban’ın Sahih’inde ise bu dua şu şekilde geçer: “Allahümme fa’kihhu fi’d-din ve allimhu’t-te’vil/Allah’ım! Onu dinde fakih kıl ve ona te’vili öğret!” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/674; İbn Hibban, Sahih, 9/98)
“Ey Ebû Abdullah (İmam Malik)! Yeryüzünde senden ve benden daha âlim biri kalmamıştır. Beni hilafet meşgul etmektedir. Sen halk için faydalanacakları bir kitap yaz. Bu kitapta İbn Abbas’ın ruhsatlarından da İbn Ömer’in gösterdiği şiddet ve titizlikten de uzak dur. Çok müsamahalı da olma, çok katı da davranma. Kitabın halkın genel anlamda haline uygun olsun.” (İbn Haldun, Mukaddime, 177)
Tabîin neslinin büyük simalarından Âmir b.Vasile (Ebû Tufeyl) naklediyor diyor ki: İbn Abbas’a sordum dedim ki: “Senin kavmin Resûlullah’ın (sas) Safa ile Merve arasındaki Say’ı, deve üzerinde yaptığını söylüyor ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyorlar, ne dersin bu konuda?” Cevabı nedir biliyor musunuz? “Söylenen hem doğru, hem yanlıştır.” Bu cevap karşısında Ebû’t-Tufeyl sarsılır, İbn Abbas sözüne şöyle devam eder: “Evet, Efendimiz (sas) deve üzerinde Sa’y yaptı. Sebebine gelince insanlar sorular soruyorlardı, etrafı sarılmıştı; görünebilsin ve sesini insanlara işittirebilsin diye böyle yaptı.” (Müslim, Hac, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/233)
“Ey Müminlerin Emiri! Biz, bize indirilen kitabı okuduk, anladık; ayetlerin neden indirildiklerine vakıf olduk ve bunlarla amel ettik. Ama daha sonra gelecek olanlar, Kur’an’ı okuyacaklar ama anlamayacaklar; bu sefer her biri bana göre deyip kendilerine göre görüşler oluşturacaklar. Böyle olunca da ihtilafa düşüp, birbirlerine girecekler.”
Ashâbın birçok büyüğü ondaki ilmi seviyeyi ve derin anlayışı takdir edeceklerdi. Hz. Aişe annemiz bir hac sırasında insanların onun etrafında halkalar yapıp ondan bir şeyler sorduklarını görünce sevinmiş ve demişti ki: “Vallahi! Ashâbdan hayatta kalanlar içerisinde Haccın menasikini en iyi bilen odur.”
Sa’d b. Ebî Vakkas ise: “İddia ederim ki ben, İbn Abbas’tan daha anlayışlı, daha akıllı, daha bilgili ve daha ahlaklı hiçbir kimse görmedim.” diyecekti.
Abdullah b. Mes’ûd ise bir gün şöyle diyecekti: “Eğer o yaşça bizimle aynı olsaydı, nicelerimizi ilimde geçerdi.”
Zor Günlerde, Zor İşlerde, Aranan Adam…
Hariciler dedi ki: “Biz, Ali’yi şu üç şeyden dolayı tekfir ediyoruz:
1- O, hüküm sadece Allah’ın olmasına rağmen, hakem tayin ederek küfre girmiştir.
2- Birileri ile bizi savaştırdı; ama karşı tarafın ne malını ganimet saydı, ne onları esir aldı. Eğer onlar kâfir idiyseler, malları ve canları bize helaldi, eğer kâfir değillerse onlar mümin idiyseler, bir mümini kasten öldürmek küfürden daha beterdir. Ali bunu yaparak da küfre girmiştir.
3- Hakem olayında Müminlerin Emiri sıfatı kendisinden kaldırılmıştır. Müminlerin emiri olmayan kâfirlerin emiri olmuştur.
İbn Abbas bunların hepsini dinledi sonra dedi ki: Bunlar dışında bir sözünüz var mı? Onlar yok dediler. Bu sefer İbn Abbas dedi ki:
1- Kur’an’da onlarca ayet hakem tayinini söyler. İhramda iken avlanan hacının kefareti, iki adil hakemin avladığı hayvanın mislini tespit etmeleri gerekir ayetini okudu. Karı-koca arasında anlaşmazlık olursa iki tarafın ehlinden birer hakem tayin edilsin ayetini (Nisa Sûresi, 4/35) okudu. Bu ayetlerde gösteriyor ki, hakem tayin edilir; hakem tayin etmek, Allah’ın hükmüne karşı gelmek demek değildir.
2- Ali, kâfirlerle savaşmadı ki, onların kanları ve malları size helal olsun. Cemel’de Ali, Hz. Aişe’yi esir alsaydı, hanginiz peygamberin hanımını kendisine cariye alacaktı. -Bunu deyince gözyaşları sel oldu.- Ali, hata eden mümin kardeşleri ile savaşmak zorunda kaldığı için ne onların mallarını ganimet, ne onların kendilerini esir olarak gördü.
3- Ali, Emire’l-Müminin ifadesinden vazgeçtiği için küfre girdi, diyorsunuz. Efendimiz de (SAS) Hudeybiye günü Resûlullah ifadesinden vazgeçmişti; -hâşâ- Efendimiz (sas) ne oldu şimdi?
Bu sözler öyle bir etkilemişti ki Haricileri, tarihçiler diyor ki 2000 kişi neredeyse söyledikleri sözlerden vazgeçerek, tevbe etmiş ve tekrardan gelip Hz. Ali’ye biat etmişlerdi. (Şâtıbî, el-Muvâfakât, c. 3, s. 85)
“Bazen Kur’an’dan okuduğum bir ayet beni öyle sarsar ki, anında derim ki keşke diğer mümin kardeşlerim de bu mesajları anlasalardı. Bir kardeşimin bahçesine yağmur yağsa, bereket hasıl olsa ve o çok mahsul alsa öyle sevinirim ki, sanki ben o mahsulü elde etmiş gibi olurum. Duysam ki, falanca yerde adil bir hâkim var, adaletle hükümler veriyor, öyle bir sevinirim ki, sanki benim hakkımda adilce hükümler verilmiş gibi olurum. (İbn Hacer, el-İsabe, c.2, s. 1080)