Tebliğ, tevhid işçiliği ise, hicret de bu imkânı yakalayabilme eylemi ve hareketidir. Hareket bereket demektir. Hicret, tebliğ bereketinin fiilî dilekçesi olup söylem ile eylemi birleştirmektir.
Tebliğ ve hicret arasında sebep-sonuç bağlantısı açıktır. Birini diğerine sebep, ötekini berikine sonuç yapmak mümkündür.
Tebliğ, hicreti doğurmuş; hicret, tebliği yoğurmuştur. Mekke, Hz. Peygamber’in yürüttüğü tebliğe rıza gösterip tahammül edebilseydi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi terk etmeyecekti. O, bu durumu hicret esnasında Hazvere mevkiinde Mekke’ye dönerek söylediği şu hicran ve özlem dolu sözleriyle dile getirmiştir: “Sen, Allah katında beldelerin en sevimlisisin. Çıkarılmamış olsaydım, senden ayrılmaz, senden başka bir yeri yurt tutmaz, senden başka bir yerde yuva kurmazdım!”[5] Bu beyân-ı peygamberî göstermektedir ki hicret, tebliğin mecburi sonucu olmuştur.
Hz. Peygamber’in Medine’yi teşrifleri yani hicreti, sonrasında ise tebliği, daha özgür ve serbest bir ortamda ve yönetim düzeyinde resmen gerçekleştirilebilir hale gelmiştir.
Hicret yolculuğunun Medine ucunda, bitime yaklaşıldığı noktada yaygın ve resmî tebliğ derhal başlamış, bu andan itibaren âdeta İslâm tebliği dünyaya açılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daha Medine’ye varmadan, Ranûna vadisinde ilk Cum’a namazını kıldırmış ve ilk kez resmî tebliğini, ilk hutbesini irâd buyurmuştur. Daha sonraki yıllarda çevredeki kabilelere ve o günün güç odakları olan İran ve Bizans gibi büyük devletlere elçiler ve davet mektuplarıyla “İslâm ol, kurtul!”[6] çağrısı ulaştırılmıştır. Bu tarihî olgudan hareketle hicreti, İslâm tebliğinin ve medeniyetinin toplum ve yönetim zeminini oluşturan zorlu ve fakat kutlu yolculuktur diye tanımlamak mümkündür.
Mekke’den Medine’ye yönelik olarak gerçekleşen 1431. yıl dönümünü idrak ettiğimiz tarihi olgunun bittiğini ilan eden La hicrete ba’de’l-feth : “Mekke’nin fethinden sonra hicret sona ermiştir. Fakat cihad ve cihad niyeti vardır.” hadisi,[7] asla tebliğ-hicret ilişkisini sonlandıran bir beyan değildir. Sadece, hicretin temel amacı olan İslâm tebliğinin fethettiği Mekke’yi, bundan böyle müminlerin terk etmesine gerek kalmadığını ilan etmektir. Yoksa tebliğin bir anlamda doruk noktası olan cihad ve cihad niyetiyle yapılacak hicret, doğası gereği kıyamete dek geçerliliğini koruyacaktır. Çünkü cihad, esasen tebliğin uygulama yol ve yöntemlerinden sadece biridir. Tebliğ ise, başlı başına bir cihaddır. Hicrete gelince o, bütün birimleriyle tebliği içeren bir eylemdir.[8]
Büyüğü küçüğü, silahlısı silahsızı, sıcağı ve soğuğuyla her çeşit cihad haremeki, -farklı boyutlarda da olsa- seferi yani yolculuğu gerektirir ve yurttan, yuvadan ayrılığı gündeme getirir. Bunun adı tam anlamıyla hicrettir. Çünkü hicret, şirki ve müşrikleri terk etme anlamıyla mekânda, haramları terk manasıyla da zamanda gerçekleşen kutlu bir eylemdir. “Ben müşriklerin arasında ikamete devam eden Müslümanlardan uzağım.”[9] “Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladıklarından uzak duran, haramları terk edendir.”[10] hadisleri bu iki tür hicreti anlatmaktadır. O halde bu haliyle hicreti, temel niteliği tevhid çağrısı olan tebliğden ayrı görmek ve düşünmek imkânı yoktur.
Tebliğ, silahlı mücadele anlamındaki cihad için yapılan hicretlerin yanında daha başka hicretleri de gündeme getirmiştir. İslam tarihi tetkik edildiğinde her tebliğin yakın veya uzak bir hicreti, her hicretin de gizli veya açık bir tebliğ hizmetini doğurduğu görülür.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Vedâ Hutbesi’nde “Burada bulunanlar, bulunmayanlara (duyduklarını, gördüklerini, olup biteni) ulaştırsın.” uyarısı yeni ufukları, ufuklar ise yeni hicretleri/yolculukları Müslümanların gündemine taşımıştır. Bunun tabii ve mutlu bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahâbîler tarafından başlatılan ve daha sonraları “olmazsa olmaz” bir gerek haline gelen “er-rihle fi talebi’l-hadîs” diye bilinen ilim yolculukları, bilim eksenli hicretler başlamıştır. Böylece İslâm dünyasında bir taraftan ilmî gelişme ve birikim hızlanmış bir taraftan da tebliğ faaliyetleri yaygınlaşmıştır.
Unutulmamalıdır ki hemen hemen her arayış bir hicretle gerçekleşir. İmam Nevevî (ö. 676/1277 ) arayış /taleb amaçlı hicretleri: ibret gezileri, hac, cihad, geçim temini, ticaret, ilim yolculukları, kutsal yerleri ziyaret, hududlarda gözcülük ve Allah rızası için din kardeşini ziyaret yolculuğu olmak üzere dokuz maddede sıralar. Bütün bu hicret çeşitleri Müslüman aktivitesinin ve temelde tebliğ görevinin ne denli canlı ve kuşatıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Esasen tebliğ de tam bir arayış ve oluş çağrısıdır. O halde tebliğin arayış anlamında hicret ile kopmaz bir bağı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
Hz. Peygamber’den sonra tebliğ misyonunu üstlenmiş olan sahâbe neslinin büyük çoğunluğu, çevre ülke ve yörelere dağılmış, farklı sebep, amaç ve yöntemlerle gittikleri, yani hicret ettikleri her yer, her yörede birer tebliğ merkezi konumunda Peygamber mirası ve misyonu ile çevrelerini aydınlatmışlardır. Onların önde gelenlerinden Ebû Eyyûb el-Ensârî (ö. 52/672) radıye anhü’l-Bârî, “İlminin artmasını, anlayışının derinleşmesini arzu eden, kendi kavim ve kabilesinden uzaklaşıp yabancılarla beraberliğe katlansın.”[11] sözüyle ilme dayalı tebliğ için hicret ve gurbetin gereğini açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.
Bilgiye ulaşmak da bilgiyi ulaştırmak da hicretle mümkündür. Bilgi tebliğdir. O halde bu anlamıyla da hicret, tebliğ yolculuğudur.
Şurası da bir gerçektir ki, İslâm dini ve medeniyeti; kaynak olarak vahy’e (Kur’an); önderlik olarak risâlet’e; uygulama olarak Sünnet’e; inanç olarak tevhid’e; eylem ve yöntem olarak tebliğ, hicret ve cihad’a; beşerî tavır ve ilişki olarak uhuvvete/kardeşliğe dayanır. Bütün bunlar fonksiyonel Müslümanın da tanımını ortaya koyar. Tarihî anlamdaki hicret de, İslâm’ın sosyal gerçekliğinin inşa yürüyüşü olmaktadır.
Netice olarak hicret, başlı başına bir tebliğdir. Çünkü tebliğin esası, şirki terk edip tevhide, kötülükten vazgeçip iyiliğe, haramı bırakıp helale, güzele, en güzele yönelmek demektir. Bu da bize tebliğin özü ve hedefi yani neticesi bakımından tam bir hicret olduğunu göstermektedir.
Bu ilişkinin farkında olmak, her iki esası temel İslâm misyonu olarak kavramak demektir. Bu da her Müslümanın bilinç dünyasının en temel özelliği ve güzelliği niteliğindedir. Bugün, bu anlayış ve kavrayıştan doğacak dinamizm, özelde din hizmetlerinin daha verimli ve kaliteli yürütülmesi; genelde dünyamızın daha güzel ve yaşanabilir bir dünya olması için gerekli olan fikrî ve fiilî güvence anlamındadır.
Hicret-tebliğ ilişkisinin bu boyutlarıyla düşünülüp kavranması ve gereğinin yerine getirilmesi, hiç kuşkusuz, yarınların beklediği hizmetler arasında ayrıcalıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Bu şeref ve hizmetin, ülkenin yöneldiği yeni ufuklarda daha derinlikli bir anlamı olacağı ise açıktır.
[divider]
[1] Bakara sûresi, 285.
[2] Nisa sûresi, 100
[3] Şûra sûresi, 48. Ayrıca bk. Âl-i İmrân sûresi, 20; Mâide sûresi, 99; Rad sûresi, 40
[4] Ankebût sûresi, 56
[5] Bk. Tirmizî, Menâkıp 69.
[6] Buharî, Bed’ul-vahy 6; Cihad 102; Müslim, Cihad 74
[7] Buharî, Sayd 10, Cihad, 1, 27, 194; Meğâzî 53; Müslim, İmâre 86; Tirmizî, Siyer 33; Nesaî, Bey’at 15
[8] Geniş değerlendirme için bk. Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İstanbul 2004 (Rağbet yayınları)
[9] Ebû Davûd, Cihad 95; Nesaî, Kasâme 27
[10] Ebû Davûd, Vitr 11; Nesaî, Zekat 49; Bey’at 12; Dârimî, Salât 135; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 160, 191, 192, 195,224, 391; III, 412; IV, 114, 385
[11] Kaynağı ve geniş açıklaması için bk. Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, s.143-145 (İstanbul, 2004)