Kur’ân-ı Kerîm, adâlete sıkça vurgu yapan, fertlerin birbirlerinin haklarına saygı göstermelerini isterken diğer taraftan insanlar arasında meydana gelecek davaların çözüme kavuşturulması, hakların sahiplerine iade edilmesi ve suçluların cezalandırılmasının gereği üzerinde duran bir kitaptır.
Yargıyı ilgilendiren bu çok yönlü mesajın bir gereği olarak Hz. Peygamber (sas), yargı işleriyle de görevlendirilmiş; insanlar arasında meydana gelen birçok hukukî ihtilafı, kadı (kâdî, hâkim, yargıç) sıfatıyla karara bağlamıştır.[1] Sayısı artan Müslümanlar arasındaki hukukî ihtilaflar ile bazı cezaların infazı için Hz. Ömer, bazı şehir ve bölgelere idarî işleri tedvir etmek üzere tayin ettiği valilere yargı görevini verdiği bilinmektedir. Mekke, Sa’nâ, Yemen, Cened, Tâif, Hadramut ve Bahreyn’e tayin edilen valililer yargı işlerine de bakıyorlardı.
Medine’nin ilk kadısı
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde adlî işlerde Hz. Ömer’in çok ayrı bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında Medine’de kadılık hizmetini üzerine alan Hz. Ömer’e hiçbir dava intikal etmediği kaydedilmiştir. Medine’de kendi hilâfeti döneminde ise bu göreve Ebü’d-Derdâ, sonra da Huzeyfe b. Yemân’ı tayin etmiştir.
Hz. Ömer zamanında Kûfe kadısı Abdullah b. Mes‘ûd, aynı zamanda beytülmâl idaresiyle de görevliydi. Daha sonra Kâdî Şüreyh onun yerine Kûfe’ye tayin edildi. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Basra valiliğinin yanında bu şehrin kadılığını da yaptığı ve Kays b. Ebü’l-Âs’ı, daha sonra da oğlu Osman b. Kays’ı yalnız Mısır kadılığına baktığı göz önüne alındığında Hz. Ömer’in, adlî işleri valilerden bağımsız doğrudan Halîfeye karşı sorumlu bir müessese haline getirmeye başladığı söylenebilir. Hz. Ömer âdil bir Halîfe olarak şöhret bulmuş, bunun yanında kadılık görevine tayin ettiği kimselere, özellikle Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye, Kâdî Şüreyh’e, Osman b. Kays’a ve Şam Valisi Muâviye’ye gönderdiği yargılama hukukuyla ilgili yazılı tâlimatlarla İslâm hukuk tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur.
Muhakeme usûlü
Hz. Ömer, Ebû Mûsâ’ya yazdığı emir-nâmede, yargının muhkem bir farîza ve uyulan bir sünnet olduğunu belirterek, kadının tarafsızlığı, tarafların delil getirme yükümlülüğü, barışma, kadının hatalı ve yanlış kararından dönmesi, Kitap ve Sünnet’te bulunmayan hususlarda kıyasa başvurulması, yalancılığı anlaşılıncaya kadar her Müslümanın şahit kabul edilmesi, delillerin maddî olarak ortaya konulması, keyfî delillerin kaldırılması, maddî delillerin bulunmadığı hallerde yemine başvurulması gibi yargılama hukukunun temel meselelerine açıklık getirmiştir.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde yargı sahasında ulaşılan seviyeyi gösteren bu mektupta, tarafsızlığa önem verilmesi, kanûnî delillerin bugünkü pozitif hukuk anlayışına uygun bir şekilde ortaya konması, eski hukuklarda rastlanan keyfî delilleri kaldırması, maddî delillerin bulunmadığı durumlarda yemin gibi manevî bir delili onların yerine ikâme etmesi gibi hususlar vurgulanmıştır. Bu mektubun fakîhler tarafından kendisine sıkça başvurulan temel bir kaynak olarak kabul edilmesi de değerini göstermektedir.[2]
Hz. Ömer, Şam bölgesi başkumandanı Ebû Ubeyde’ye yazdığı mektuplarda da yargılama sırasında fakir ve yabancı kimselere yumuşak davranmasını ve onlarla iyi münasebetler kurmasını istemiştir. Bazı farklı rivayetler bulunmakla birlikte, Hz. Ömer’in Kâdî Şureyh’i (v. 80/699 ?) Kûfe’ye kadı olarak tayin etmesi, kendisinin aleyhine verdiği bir karardan sonradır.
Nasıl aldıysan öyle teslim et!
Hz. Ömer pazardan satın almak istediği ata binip dolaşırken at sakatlanır, sahibine iade etmek isteyince satıcı kabul etmez. Bunun üzerine Hz. Ömer satıcıdan bir hakem tayin etmesini ister; o da Şureyh’i hakem olarak gösterir. Şureyh iki tarafı dinledikten sonra: “Ey Mü’minlerin Emîri! Satın aldığını kabul et veya nasıl aldıysan öyle teslim et” dedi.
Hz. Ömer verilen kararı aleyhine olmasına mukabil çok beğendi ve onu Kûfe’ye kadı tayin etti.
Kaynaklarda Hz. Ömer’in benzer esasları ihtiva eden diğer kadılara yazmış olduğu mektuplara da yer verildiğini görüyoruz.
İlk hapishane
Suçlular için ilk defa hapishane yapılması da onun zamanında olmuştur. İlk defa Mekke’de Safvân b. Ümeyye’ye ait bir ev dört bin dirheme satın alınarak hapishaneye tahvil edilmiş; Kûfe’de de kamıştan bir hapishane yapılmıştır.
Hapishanelerin kurulmasıyla cezalarda bazı değişikliklere de gidilmiş, mesela Ebû Mihcen es-Sakafî şarap içtiği için birçok kere cezalandırılmış ve sonunda Halîfe’nin kırk yerine seksene çıkardığı kamçı cezası yerine hapsedilmiştir.
Bu arada yine aynı şahsın ilk cezasından sonra bir adaya, bir başkasının da Medine dışına sürülmeleri gibi yeni bir ceza usulü de ihdas edilmiştir.[3]
Hulefâ-yı Râşidîn döneminde Medine’ye ayrı bir vali tayin edilmemiş ve devlet başkanlığı yanında burasının idaresini de kendileri üslenmişti.
Bunun istisnası Hz. Ali döneminde ortaya çıkmış, başşehri Kûfe’ye nakleden Hz. Ali, Medine’ye ayrı bir vali tayin etmiştir.
İstişare
Râşid Halîfeler devlet idaresinde adâletle karar verilmesi (el-Mâide 5/8), işlerin ehline havale edilmesi (en-Nisâ 4/58) gibi Kur’ânî esaslar yanında, bilhassa istişareye (eş-Şûrâ 42/38; Âl-i İmrân 3/159) büyük ehemmiyet vermişlerdir.
İstişareyle ilgili dikkati çeken uygulamalara Hz. Ömer imza atmıştır. Sosyal ve iktisadî boyutlu toplumu ilgilendiren istişareye ihtiyaç duyduğu bir konu ortaya çıkınca tellâl ile halkı Mescid-i Nebevî’ye davet eder, onlarla iki rekât namaz kıldıktan sonra minbere çıkar ve ele alınacak konuyu halka açar ve müzakereyi başlatırdı.[4] Bazen de yalnızca muhâcirler ile Evs ve Hazrec kabilelerine mensup beşer kişiden oluşan ensarın ileri gelenlerini çağırır ve onlara:
“Devlet idare etme hususunda bana hamledilen yükü paylaşmaya iştirak için size burada toplanma zahmetini vermiş bulunuyorum; çünkü ben sadece içinizden biriyim ve benim isteklerime tâbi olmanızı arzu etmiyorum” derdi.[5] Böylece halkın idareye katılımını sağladığı gibi, toplumda ortaya çıkabilecek ihtilaf ve kargaşaları da önlemiş olurdu.
İnsanların haklarını aramalarına, itiraz etme ve soru sormalarına imkân tanır, kendisinin tenkit edilmesini yasaklamak bir yana teşvik eder; zaman zaman Mescid-i Nebevî’de halkı toplayarak idaresiyle ilgili görüşlerini alırdı. Bir gün kendisine “Allah’tan kork!” diye hitap eden birini çevresinde bulunanların susturmak istemeleri üzerine Hz. Ömer, kendisinde bir hata görenlerin bunu söylememelerinde, kendisinin de hatasından dönmemesinde hayır bulunmadığını söylemiştir.[6]
Kadın isabet, erkek hata etti!
Gençlerin evliliğini kolaylaştırmak maksadıyla olsa gerek, bir gün yine Mescid-i Nebevî’de, kadınların mehirlerinin kırk ukıyyeden fazla olmamasını, şayet bundan fazla isteyenler olursa, o fazlalığa el koyup beytülmâle koyacağını söylemesi üzerine, kadınlar safından uzun boylu ve sözünü esirgemeyen bir hanımefendi, “Gerçek öyle değil!” diye itiraz etti. Halîfe “Niçin?” diye sebebini sorunca sahâbî kadın kendisine: “Çünkü Allah Teâlâ ‘onlardan birine yüklerle mal vermiş olsanız bile verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın’ ( en-Nisâ 4/20 ) buyurmuştur” diyerek cevap vermiştir.
Bunun üzerine Halîfe: “Bir kadın isabet, bir erkek hata etti” diyerek herkesin önünde fikrinden vazgeçmekten çekinmemiştir.[7]
Gerçi Hz. Ömer, ashâb arasında en yüksek mehir veren şahsiyet olarak bilinmektedir.
Baki bir nesep ve sebep
Hilafeti esnasında Hz. Ali-Fâtıma’nın kızı Hz. Peygamber’in torunu Ümmü Gülsüm ile evlendiğinde mehir olarak kırk bin dirhem vermişti. Bu durum sorulduğunda: “Allah’a and olsun, bende kadınlara karşı rağbet yoktur; fakat Resûlullah’ın (sas) ‘Kıyamet günü benim nesep ve sebebimden başka her nesep ve sebep kesilir’ söylediğini duydum; onunla aramdaki nesebin güçlenmesini istedim; o nasıl benim kızımla (Hz. Hafsa) evlendiyse ben de onun kızıyla (torunu) evlenmeyi arzuladım. Bu büyük malı da Hz. Peygamber’e akrabalığıma hürmeten verdim” diye cevap vermiştir.
Hz. Ömer’in, “Hz. Muhammed’i (sas) hidayetle gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat’ın kıyısında bir deve kaybolsa korkarım Allah onu Âl-i Hattâb’dan (kendisini kastediyor) sorar” sözleriyle halka hitap etmesi, onun mesuliyet ve mükellefiyet anlayışının nasıl yüksek bir seviyeye ulaştığını gösterir.[8]
İyiliği emretme kötülüğü engelleme Kur’ânî prensibine bağlı kalarak Halîfelik vazifesini yerine getirmekte büyük hassasiyet gösteren Hz. Ömer, bütün emir ve yasakları önce kendi şahsında yerine getirmeye dikkat eder; halka veya valilerine verdiği emir ve yasakları aile mensuplarına söyleyerek bunlara riayet etmelerini bihassa tembihlerdi.
Prof. Dr. Mustafa Fayda
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Haziran 2018/6 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] en-Nisâ 4/65, 105; el-Mâide 5/48; verdiği yargı kararları için de bkz. Müslim, “Akziye”, 4. Kazâ’da yani yargıdaki adâlet yanında, beşerî münasebetlerde ve idarede de adâlet, insanlığın ve İslâm’ın hedefi olduğunda şüphe yoktur. Biz burada yalnızca Hz. Ömer’in hilafeti sırasında yargı ile ilgili adâlet işleriyle ilgili gelişmeleri özetlemekle yetineceğiz.
[2] Hz. Ömer’in bu mektubunun bütün kaynaklarını ve metin farklarını göstermesi yanında üzerinde yapılan çalışmaları da zikreden Merhum Muhammed Hamidullah’ın çalışmasına bakınız; Mecmûatü’l-vesâiki’s-siyâsiyye, s. 343-356, nu. 327.
[3] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, I-VIII, Beyrut 1957-1960, III, 282, VI, 132; VII, 91; Vekî’, Ahbâru’l-kudât (nşr.A.M. el-Merâğî), I-III, Kahire 1947-1950, I, 73-77, 105-110; Hz. Ömer’in vefatı esnasındaki vali ve kadıları için bkz. Taberî, Târîhu’r-rusûl ve’l-mulûk (nşr. M.J. De Goeje, I-III, Leiden 1879-1881,j, I, 2798-2799.
[4] Taberî, Târîh, I. 2574.
[5] Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-harâc (nşr. A.A. el-Kubeysî), I-II, Bağdat 1973-1975, I, 199.
[6] Ebû Yûsuf, I, 109-110
[7] Kettânî, et-Terâtibü’l-idâriyye, I-II, Rabat 1346, II, 400, 481.
[8] Kettânî, I, 427.