Cihad, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise daha çok mücâhede şeklinde nefs-i emmâreyi yenme çabası için kullanılmıştır.
Kavramsal çerçeve
Cihad ve türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi sekiz yerde geçmekte; bu âyetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad “Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir. Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadisler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çeşitli hadisler de vardır. “Mücahid nefsiyle cihad edendir”[1]; “Mü’min kılıcı ve diliyle cihad eder”[2]; “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin”[3] meâlindeki hadislerle benzeri diğer hadislerde cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerine işaret edilmiştir.
Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Resûlü’nün koyduğu ölçüleri ferdî ve toplumsal hayatta yaşamaya çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta; kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir. En kısa ve kapsamlı şekilde cihadı “Müslüman olarak yaşama çabası” diye tanımlamak mümkündür.
Hukukçular, cihadı en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları yanında genel olarak “gayri müslimlerle savaş” şeklindeki özel mânasını ön plana çıkararak “Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarfetmek” şeklinde tarif etmişler, bu anlamdaki cihadla ilgili hükümler üzerinde geniş olarak durmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerim’de savaşla ilgili yasama, meşru savaşın mahiyet ve sınırlarını tesbit tarihi bir süreç içinde tedricen gerçekleşmiş, savaş konusu başlangıçtan itibaren keyfiliğe değil hukuka dayandırılmıştır.
Tarihî Perspektif
Mekke döneminde Allah Resûlü ve Müslümanlara yapılan baskı ve işkencelere rağmen savaş izni verilmemişti. Müslümanlara yönelik baskıların artması ve Medine’ye hicrete müsaade edilmesi üzerine engelleme ve saldırılar başlayınca savaşla ilgili ilk ayet nazil oldu: “Kendileriyle savaşılan(müslüman)lara, uğradıkları o zulümden dolayı, (bilmukabele savaşa) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye mutlak surette kadirdir” (el-Hac 22/39). Bu ayette savaşın meşru kılınmasının sebebi “Müslümanlara yapılan zulüm” olarak açık şekilde belirtilmekte, müteakip ayette bu husus teyit edilmektedir.
Kureyş müşrikleri Arap Yarımadası’ndaki müttefikleriyle birlikte düşmanlıklarını hicretten sonra da sürdürünce, önce belli şartlarla, aşırılıktan sakınmak suretiyle savaşı emreden bir ayet nazil oldu : “Size savaş açanlarla, Allah yolunda siz de savaşın, aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.” (el-Bakara 2/190). Kureyş’in düşmanlığının Arap Yarımadası’nda giderek destek bulması, Medine Yahudilerinin de Hz. Peygamber’le antlaşmalarını zamanla bozarak düşmanların safında yer almaları üzerine nazil olan savaşla ilgili son ayetler, bu sürekli ve genel düşmanlığa son vermek için takip edilmesi gerekli strateji ve taktikleri kapsayan bir muhteva ve üslup taşımaktadır.
Bu ayetlerden belli başlıları şunlardır: “(Bu) Allah ve Resûlü’nden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere bir ültimatomdur! (Ey müşrikler) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın, İyi bilin ki Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kafirleri rezil ve perişan edecektir” (et-Tevbe 9/1-2); “Haram olan aylar (dokunulmazlık ayları) çıkınca, artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah bağışlayan ve merhamet edendir” (et-Tevbe 9/4-5); “Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın.”(et-Tevbe 9/36).[4]
Medine’ye hicretten sonra Müslüman varlığının, en önemli ticaret ve gıda ikmal yolları üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğunu gören Kureyşliler gönderdikleri ültimatomlarla Medineli Müslümanları ve onların muarızı olan Araplar’ı Hz. Peygamber’i himayeden vazgeçmeye zorlamışlardı. Hz. Peygamber de Mekke’yi çembere almak için eskiden beri Kureyş’in etrafında dönüp dolaşan kabileleri ittifak antlaşmalarıyla kendisine bağlamak ve kuzeye giden kervan yollarını kontrol etmeyi strateji olarak belirlemişti.
Hemen hicretten itibaren alınan askerî tedbirler ve bölgedeki kabilelerle yapılan antlaşmalarla Hudeybiye Antlaşması (6/628) öncesinde Suriye ve Irak’a giden kervan yolları kontrol altına alınmıştı. Kureyş’in ileri gelen zenginlerinden Safvan b. Ümeyye’nin bu abluka sebebiyle ticaretlerinin felce uğradığını, ne yapacaklarını bilemediklerini ve bu durumun devam etmesi halinde ellerindeki sermayeyi yiyip tüketeceklerini belirterek dert yanması[5] bu stratejinin başarısını kanıtlamaktadır. Daha sonraları Necid tarafına gönderilen bir seriyyenin esir aldığı Benî Hanife liderlerinden Sümâme b. Üsâl’in Necid ve Yemâme’den Mekke’ye tahıl sevkiyatını engelleme şartıyla bırakılması[6] ve Kureyş’in düşmanı Benî Huzâa ile yapılan ittifakla da Yemen yolunun kapatılmasıyla Kureyş büyük ölçüde çevresinden tecrit edilmişti. Bu şekilde Kureyş’in iktisadî yönden zayıflatılarak direncinin kırılması, Medine’yi tehdit etmesinin engellenmesi ve onlara karşı mümkün oldukça kan dökülmeden üstünlük sağlanması amaçlanmıştı.
İlerleyen yıllarda hem İbrahimî geleneğin dinî merkezi hem Kureyş’in Arap kabileleri arasındaki otorite ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethedilmesi (8/630) Hz. Peygamber’in Arabistan içindeki misyonunun başarıyla tamamlandığını göstermekteydi. Kureyş’in boyun eğmesi üzerine artık Resûlullah’a karşı savaşamayacaklarını anlayan Arap kabileleri hicretin 9. yılında (630) ittifak amacıyla akın akın elçiler gönderdiler. Bu iltihaklar ve Yemen’deki Necran Hristiyanlarıyla antlaşma yapılmasının ardından Arap Yarımadası tamamen İslâm hakimiyetine geçip buradan kaynaklanan tehditler bertaraf edildi ve Arabistan dışındaki devletlerden gelen tehditlere karşı da tedbirler alındı. Tebük seferi (9/631) bu amaçla düzenlendi.
Gerek ahlakî erdemleri gerekse Kur’ân’ın öğütleri doğrultusunda Hz. Peygamber başkalarıyla ilişkilerinde metod olarak barışı ve iyi muameleyi tercih etmiş, şartların gerektirmesi durumunda savaşmaktan da geri durmamıştır. Hz. Peygamber’in Medine dönemindeki on yıllık hayatı saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin temerküzünü önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak, keşif gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir seri askerî harekat ve savaşa sahne olmuştur.
Hz. Peygamber’in bizzat komuta ettiği gazvelerin sayısı İbn Hişâm, Vâkıdî ve İbn Sa’d’ın tesbitlerine göre 27’dir.[7] Mahmud Şît Hattâb Umretü’l-kazâ’yı da ekleyerek sayıyı 28’e çıkarır ki bunlardan yalnız dokuzunda savaş meydana gelmiştir.[8] Komutasını bir sahâbînin yürüttüğü ve seriyye denilen askerî birliklerin sayısı ile ilgili olarak 35, 36, 38, 47, 48, 56 ve 70’i aşkın gibi rakamlar verilmektedir[9]. Bu seriyeler iktisadi ve siyasi sebeplerle Kureyş kervanlarını taciz, güvenlik, istihbarat ve keşif, İslâm’a davet, mukabele bilmisil, hedef şaşırtma, destek, özel görev gibi çeşitli amaçlarla düzenlenmiştir.
Askerlik ve savaş üzerine yazan müelliflerin başarılı bir savaş stratejisi için gerekli gördükleri organizasyon, moral, sürpriz, hücüma dayalı aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanılması, merkezî kumanda, bölge coğrafyasının askerî amaçlar için etkin kullanımı gibi temel prensiplerin Hz. Peygamber tarafından büyük bir beceri ve başarıyla uygulandığı görülmektedir.
Bir tebliğ aracı olarak cihad
Her şeyden önce Kur’ân’da da ifade edildiği üzere (et-Tevbe 9/13) düşmanlarıyla ilk olarak savaşa başlayan o olmamıştır. Tebliğine düşmanca karşı konulması üzerine kendisi ve bağlılarını korumaya ve davetini kabul edecek kimselerin baskı altında kalmasını önlemeye çalışmış, bütün savaş stratejisini askerî operasyonlara olabilecek en asgarî düzeyde başvurmak ve can kaybını en az seviyede tutmak amacına dayandırmıştı. Bu sebeple her harekatta silahlı çatışma olmaması için özel tedbirler alır, anlaşmazlığın savaş yapmadan halli için bütün gayretini gösterirdi. Ancak mecbur kalınca savaşır ve askerlerine savaşa karışmayanları öldürmemelerini emrederdi.
Bütün Arap Yarımadası’nda İslâm hakimiyetinin sağlandığı on yıl içinde Hz. Peygamber’in katıldığı dokuz savaşta Müslümanların kaybı rivayet farklılıklarına göre en fazla 147, düşmanın kaybı ise 288 olarak gösterilmektedir[10]. Seriyyelerde ise Müslümanların 119, düşmanın 473 kayıp verdiği kaydedilir[11]. Serdar Özdemir’in seriyyelere dair eserinde verdiği bilgilere göre Müslümanların kayıpları 160, düşmanınki 50 civarındadır. Altı kadar seriyyede ise düşmandan birçok kişinin öldürüldüğü belirtilmektedir. Böylece her iki tarafın toplam kaybı en fazla 1000 civarında bir rakama ulaşmaktadır.
Cihad ahlakı
Resûlullah, Kur’ân’ın prensipleri doğrultusunda meşru savaş dışında savaş kabul etmediği gibi savaşı keyfilikten çıkararak hukuka dayandırdı. Savaşın tahribatını sınırlı tutarak fiilen çatışmaya katılmayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasakladı.[12] Düşmanın öldürülmesi sırasında kin ve nefret tezahürü sayılan veya kin ve nefreti arttıracak davranışlardan sakınılmasını, iyilik ve güzelliğin şiar edinilmesini emretti. “Öldürme konusunda insanların en iffetli (şefkatli, mürüvvetli) olanı inananlardır” [13] ve “Allah her şeye ihsanla davranmayı yazdı (farz kıldı); o halde öldüreceğiniz zaman güzel öldürün, hayvan keseceğiniz zaman güzel kesin”[14] sözleri ona aittir.
Esir ve rehinelere iyi davranılmasını emretti, diğer milletlerin uyguladığı işkence, müsle vb. uygulamalardan askeri men etti. Hukuka aykırı bir uygulama gördüğünde düzeltti veya tazminle telafi yoluna gitti. Mesela hicretin altıncı yılında Zeyd b. Hârise komutasında Hısma mevkiine gönderdiği seriyyenin Benî Dubeyb kabilesine yanlışlıkla saldırdığı anlaşılınca Hz. Ali’yi göndermiş ve alınan ganimetler iade edilmişti.[15]
Mekke fethinden hemen sonra çevredeki kabileleri İslâm’a davet çerçevesinde bir seriyyenin başında Benî Cezîme’ye gönderilen Halid b. Velid’in, teslim olan halkın İslâm’ı seçtiklerini mahalli bir kelimeyle dile getirmeleri ve bunun anlaşılamaması sebebiyle bazı esirleri öldürmesi üzerine çok üzülen Hz. Peygamber “Allahım, Halid’in yaptıklarından beriyim!” demiş ve Hz. Ali’yi göndererek “Şu kavme git, durumlarına bak ve (onlara karşı yapılan) Cahiliye devri uygulamasını ayaklarının altına al!” buyurup verilen bütün zararların tazminatını ödetmiştir.[16]
Birçok durumda amacının dünya menfaati olmadığını göstererek, kötülüğe karşı iyilikle muamele ederek insanların saygı ve sevgisini kazandı. Mekke fethinden sonra yıllarca kendisine düşmanlık yapan hemşehrilerini toptan affederken, Hevâzin Gazvesi sonrasında kendisinden af dilenmesi üzerine 6.000 esiri, 24.000 deveyi, 40.000 koyunu ve 4.000 ukiyye (160.000 dirhem) gümüşü kendilerine iade etmişti.[17]
Hicretin altıncı yılında Zeyd b. Hârise komutasında Îs mevkiine gönderilen seriyye Şam’dan dönmekte olan Kureyş kervanına baskın yapıp ele geçirmişti. Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’in henüz Müslüman olmayan kocası Ebü’l-Âs b. Rebî bu sırada esir alınmış veya kaçarak Medine’de Hz. Zeyneb’in himayesine sığınmıştı. Bunun üzerine serbest bırakıldığı gibi kendisine emanet olarak verilen Kureyşliler’e ait mallar da Resûlullah’ın tavsiyesi üzerine gaziler tarafından ona iade edilmişti. Mekke’ye dönen Ebü’l-Âs herkese malını teslim ettikten sonra Müslüman olduğunu ilan edip Medine’ye dönmüştü.[18] Hayber’in fethi sırasında da siyahî bir köle çoban Resûlullah’ın huzuruna gelerek Müslüman olunca, Resûlullah İslâm’da hiyanet olmadığını ve sürüyü sahibine götürüp teslim etmesini emredince o da sürüyü Yahudi efendisinin hisarının önüne koyup geri dönmüştü. [19]
Resûlullah, savaşın en şiddetli dönemlerinde, düşman bile olsa muhtaç insanların elinden tutmaya devam etmiş, onların kalplerini İslâm’a ısındırmaya çalışmıştır. Hudeybiye antlaşması öncesinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fakirlerine dağıtılmak üzere Ebû Süfyân b. Harb’e mal gönderdiğinde onun “Bundan daha çok iyilikte ve sıla-i rahimde bulunanı kim gördü? Biz kendisiyle mücadele ediyor ve kanını istiyoruz, o ise bize atıyyeler göndererek ihsanda bulunuyor” dediği nakledilir.[20]
Allah kulunun cihadı
Hz. Peygamber’in bu insan ve hidâyet merkezli cihad siyaseti yerine bugün cihad ettiklerini ileri sürenlerin sadece bilfiil savaşmayan düşmanları değil kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları, hatta kendi ailelerini bile gözlerini kırpmadan öldürmelerinin hiçbir izahı yoktur. Şurada veya burada güya Batılılar’ın canını acıtma, içlerine korku salma amacıyla girişildiği söylenen terör eylemleri tam aksi bir tesir ortaya çıkarmakta; İslâm’a olumlu bakan birçok insanda nefret duygusu doğurmakta, dünyanın şu veya bu kentinde azınlık olarak yaşayan Müslümanlar büyük korku içinde hayatlarını sürdürmektedirler. İslâm’a nefreti ve Müslümanlara düşmanlığı körükleyen bir davranış asla cihad olarak nitelendirilemez. Bir insanın hidayetine vesile olmak, Allah katında dünya ve içindekilere sahip olmaktan daha değerli iken, binlerce insanı İslâm’dan nefret ettiren bir davranışın vebali, cezası ne kadardır acaba?
Ne böyle bir hareket cihad, ne bunu yapanlar mücahid sayılabilir. Böyle bir davranış sadece ve sadece küfrün İslâm dünyasını parçalama ve bir asır daha sömürmeye yönelik stratejilerine taşeronluk yapmak, küfrün değirmenine su taşımaktır. Asıl cihad, küfür dünyası bize hangi vasıtalarla üstün geldiyse onları elde ederek düşmanın tasallutundan kurtulmak için çalışmaktır; her kesin kendisine gıpta ile bakacağı, “İşte Allah’ın kulu böyle olur!” diyeceği şekilde doğru bir inanç, buna bağlı olarak sağlam bir fikir ve düşünce yeteneği ve güzel ahlak sahibi bir mü’min, Allah’ın diğer insanlara karşı şahidi olmaya gayret etmektir.
Kaynaklar
Afzalur Rahman, Muhammad as a Military Leader, Delhi 1990.
İbn Hacer, el-İsâbe, Kahire 1328.
İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, nşr. Mustafa es-Sekkâ ve dğr., Kahire 1375/1955.
İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, nşr. İhsan Abbas, Beyrut 1388/1968.
İbn Seyyidinnâs, Uyûnü’l-eser, Beyrut 1402/1982.
Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-terâtîbu’l-idâriyye, çev. Ahmet Özel, İstanbul 2003.
Mahmud Şît Hattâb, Kâdetü’n-Nebî, Dımaşk 1415/1995.
Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1982.
Özdemir, Serdar, Hz. Peygamberin Seriyyeleri, İstanbul 2001.
Qureshi, Zafar Ali, Prophet Muhammad and His Western Critics, Lahore 1992.
Şâmî, Sübülü’l-hüdâ ve’reşâd, nşr. Mustafa Abdülvâhid ve dğr., Kahire 1392-1402/1972-1981.
Vâkıdî, el-Megâzî, nşr. M. Jones, London 1965-1966.
Prof. Dr. Ahmet Özel
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Nisan 2018/5 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Tirmizî, “Fezâilü’l-cihâd”, 2.
[2] Müsned, III, 456.
[3] Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17.
[4] İslâm’da cihad kavramı ve mahiyeti; savaş ve meşruiyeti, hukukçuların bu konudaki görüşleri konusunda geniş bilgi için bk. Ahmet Özel, Dârulislâm-Dârulharb: İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 2011, s. 31-70; a. mlf., “Cihâd”, DİA, VII, 527-531.
[5] Vâkıdî, el-Megâzî, I, 197.
[6] İbn Hişâm, II, 639.
[7] es-Sîre, II, 608-609; el-Megâzî, I, 7; et-Tabakât, II, 5-6.
[8] Kâdetü’n-nebî, s. 9.
[9] Şâmî, Sübülü’l-hüdâ ve’reşâd, VI, 9-12; Kettânî, I, 483-484, 568.
[10] Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 21; Afzal ur Rahman, s. 50; Zafar Ali Qureshi, I, 155.
[11] Afzal ur Rahman, s. 50.
[12] Vâkıdî, II, 757-758, 778, III, 1117; Özdemir, s. 97, 99.
[13] Ebû Dâvud, “Cihâd”, 110.
[14] Ebû Dâvud, “Edâhî”, 11.
[15] İbn Seyyidinnâs, Uyûnü’l-eser, II, 141; Vâkıdî, II, 559; Özdemir, s. 65.
[16] İbn Hişâm, II, 428-431.
[17] Kettânî, I, 368-370, II, 152.
[18] Vâkıdî, II, 554; Şâmî, VI, 83-84; Özdemir, s. 36.
[19] İbn Hişâm, II, 344-345.
[20] İbn Hacer, el-İsâbe, II, 505; Kettânî, I, 571.