Fıtrat denilen içimize kodlanan bilgiler ve aklımız sayesinde bir yaratıcının olduğunun farkına varabilirdik, ama asla o yaratıcının hususiyet ve vasıflarını bilemez, O’nu (cc) hakkıyla tanıyamaz, O’na (cc) nasıl kulluk edileceğini anlayamaz, böylece çaresizlik içerisinde kıvranır dururduk.
Bu ihtiyaçtan dolayıdır ki Rabbimiz insanlığa olan o eşsiz rahmet ve şefkatinden dolayı kitaplar ve o kitapları bize öğretecek olan rehberler, elçiler göndermiştir.
Gayeler ve vazifeler
Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiğimiz kadarı ile tüm peygamberlerin gönderiliş gayelerinin beş temel sebebi vardır. Bunlar: Kulluk, Tebliğ, Güzel Örnek, Dünya-Ahiret dengesini kurmak ve göstermek, İtiraz kapılarını kapatmak.
Bunların yanısıra bir takım görevler de zikredilmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Tebyîn, Tebliğ, Davet, Tâlim ve Tezkiye.
Biz bu yazımızda Tebyîn görevi üzerinden sünnet ile sîret ilişkisini ele almaya çalışacağız.
Tebyîn kavramının kökü olan beyan kelimesi, Kur’ân-ı Kerim içerisinde birçok kalıpta kullanılan bir kelimedir. [1] Bugün birçoğunu Türkçe’de de kullandığımız; “beyan, beyyine, beyyinat, tebyin, tibyan, mübin, mübeyyinat” ve daha birçok kelime Kur’ân içerisinde yer almaktadır. Bu kökten türeyen “tebyin” kavramı ise, 36 defa zikredilmekte, bu kullanımlardan 29 tanesi Allah’a, 5 tanesi peygamberlere ve 2 tanesi de Ehl-i Kitab’a nispet edilmektedir.[2]
Beyan kelimesine lügat alimleri şu temel anlamları vermektedirler: Vasl / Birleştirme, Fasl / Ayırma, Zuhur ve Vuzuh / Açıklık ve netlik, Fesahat / Tebliğ ve ikna gücü, İnsanı diğer varlıklardan ayıran anlama yetisi ve özelliği. [3]
Bu bilgiler ışığında tebyin kelimesini şöyle anlamlandırabiliriz: “Açıklamak, açığa kavuşturmak, anlaşılır kılmak; duyu ve zihin yolu ile idrak edilip, kalben benimsenecek bir hale vardırmak.”
Bu tanımlardan sonra tebyîn görevinin Efendimiz (sas) için ne anlama geldiğini şöyle ortaya koyabiliriz: “Allah’tan aldığı mesajları insanlara iletirken -ki bu iletme görevi tebliğdir- muhataplarının daha iyi anlayabilmesi için her türlü açıklamayı yaparak sadece sözlü olarak değil, pratik olarak da göstererek onların bu mesajları doğru bir şekilde anlayıp, kavramalarını sağlamasına tebyîn denir.”
Kur’ân, mübin bir kitap değil midir?
Yukarıda tebyîn’i tanımlarken Allah’ın mesajlarının daha iyi anlaşılması noktasında her türlü açıklamanın yapılmasından söz ettik. Tam bu nokta akla şu soru gelebilir: Allah (cc) onlarca ayette gönderdiği kitabın apaçık olduğunu söylemiyor mu?[4] Hal böyleyken mübin bir kitabın tebyine ihtiyacı var mıdır? Bu sorulara cevap bulmak için öncelikli olarak mübin kavramının anlam çerçevesine bir bakmamız gerekir.
Mübin: “Açıklayan, apaçık ortaya koyan, kesip ayıran, ifade etmek istediği şeyleri en ince ayrıntısına kadar anlatan” demektir.[5] Kur’ân-ı Kerim, mübin sıfatından dolayı apaçık bir kitaptır. Madem Kur’ân apaçık bir kitap, öyle ise, Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Efendimiz’e (sas) neden bir daha açıklama yetkisi verilsin ve O da (sas) açıklamaya ihtiyaç duysun? Yine bir Kur’ân cemaati olan sahâbe, neden bazı ayetlerin açıklanması için Hz. Peygamber’e (sas) sorular sorsun? Bu suallere cevap vereceğiz, ama önce Kur’ân’da tebyin görevinin Hz. Peygamber’e (sas) nasıl verildiğini bir görelim.
Nahl Sûresi’nin 43 ve 44. ayetlerinde deniliyor ki: “Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. Onlarda apaçık mucizeler ve kitaplarla gönderildiler. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için (li tubeyyine li’n-nâs) ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.” [6]
Aynı sûrenin 64. ayetinde de benzer bir ifade yer alır: “Biz bu Kitab’ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın (illa li tübeyyine lehüm) ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.” [7]
İşte bu iki ayette açıkça görüldüğü üzere, Kur’ân’ın tebyin/açıklanma görevi, Hz. Peygamber’e (sas) Allah (cc) tarafından verilmiştir. Peki, bu durumu nasıl anlayacağız? Bir tarafta mübin bir Kitap, diğer tarafta tebyin görevi ile vazifelendirilmiş Hz. Peygamber (sas)… Bu soruya bir sahâbînin başından geçen bir hatıra ile cevap vermek istiyoruz.
Sahâbenin Dünyasında Tebyîn
Efendimiz (sas) bir gün Kâbe’nin avlusunda bir grup sahâbe ile otururken İmrân b. Husayn’ın (v. 52/672) babası, Mekke müşriklerinin telkinleri ile Efendimiz’i (sas) İslam’dan vazgeçirme maksadı ile oraya gelir. İmrân babasının gelişini görünce hiç oralı olmaz ve kendini belli etmemeye çalışır. İmrân’ın babası Husayn b. Ubeyd gelir, Hz. Peygamber’i (sas) İslam’dan vazgeçirmeye çalışırken, dinlediği bazı ayetlerden etkilenir ve orada Müslüman olur.
Bu manzara karşısında oğlu İmrân saklandığı yerden çıkar, babasının elini öper, sevincinden dayanamaz, eğilir ayağını öper, yüzünü gözünü babasının ayağına sürmeye başlar. Efendimiz (sas) bu hali görünce duygulanır ve mübarek gözlerinden dökülen yaşlar sakalının üzerinden süzülmeye başlar. O esnada sahâbînin biri sorar: “Ya Resûlullah seni ağlatan nedir? Neden bu kadar müteessir oldunuz?” Efendimiz (sas) der ki: “İmanın birleştirdiği bu baba ve oğulun haline ağlıyorum. Biraz önce Husayn kâfir olarak geldiğinde İmrân babasından gizlendi. Sonra babası iman edince onun elini ayağını öpmeye çalıştı. İşte beni ağlatan imanın bu güzelliğidir.”[8]
İmrân b. Husayn (ra) o günlerden sonra hep ilim yolunda yürüyen bir sahâbî oldu. Hz. Peygamber’in (sas) kutlu lisanından bize 180 tane hadis rivayet etmiştir. [9]
İşte bu büyük sahâbînin hayatından kaynaklarımız bize, Kur’ân’ın mübin oluşunun ne anlama geldiğini ve Efendimiz’in (sas) tebyin görevinin muhtevasının ne olduğunu anlayacağımız bir örnek aktarırlar.
İmrân b. Husayn’ın içlerinde bulunduğu bir cemaatte adamın biri: “Bize Kur’ân dışında başka bir şey anlatmayın. Ne de olsa o mübin bir kitaptır ve ne arasak onda vardır. Bundan dolayı biz Kur’ân’dan başka bir şey tanımayız!” dedi. Bu sözleri duyan İmrân b. Husayn o adama şöyle dedi: “Sen ne ahmak adamsın böyle! Söyle bakalım Kur’ân’ın hangi ayetinde yazıyor öğle namazının dört rekât olduğunu, hangi ayetinde yazıyor kıraatin sabah, akşam, yatsı da cehri (açıktan), öğle ve ikindi de sırrî (gizli) olduğunu…” ve sayıyor sayıyor, onlarca şey söylüyor. Sonra diyor ki: “Bunlar Kur’ân’ın müphem yani kapalı meseleleridir, onları ancak Resûlullah (sas) tebyin etmiş, açıklamıştır ve hayatı ile tatbik edip, bizlere göstermiştir.” [10]
Bu örnekten anlaşıldığı gibi Kur’ân emirleri, yasakları, mükellefiyetleri, vazifeleri, yani kulluğun her bir şeyini açıkça söyler, istediklerini belirtir; ama bunun nasıllığını yani işin tatbikat boyutunu beyan etmez; bunu doğrudan elçisine havale eder. Dolayısıyla Kur’ân işin özünü söyler, Hz. Peygamber (sas) işin tatbik sahasını ortaya koyar. Bundan dolayıdır ki biz Kur’ân için, satırlardaki Kur’ân, Efendimiz (sas) için ise Kur’ân-ı Natık/Konuşan Kur’ân ve Kur’ânu’l-Hay/Yaşayan Kur’ân deriz.
Burada zikredilmesi gereken önemli bir husus da şudur: Hz. Peygamber (sas) apaçık olan Kur’ân’ı, akılları ve kalpleri birçok dış etkenden etkilenen muhataplara ulaştırmak zorunda idi. Kur’ân’a muhatap olanlar, eğer akılları ve kalpleri üzerinde bulunan perdelerden kurtulmazlarsa tam anlamı ile ondan istifade edemezlerdi. İşte Efendimiz (sas) çoğu zaman tebyin görevinin bir gereği olarak, muhatapların akıl ve kalplerini Kur’ân’ı anlayacak bir hale getirir, tabir caiz ise onların zihinlerini apaçık kılmaya çalışırdı.
Hz. Cebrail’in (as) Tebyîn’deki konumu
Kur’ân, Efendimiz’e (sas) ya bizzat Cebrail’in (as) lisanı ile ulaşmış ya Efendimiz’in (sas) kalbine ilka edilmiştir. Dolayısı ile vahyin geliş şekli yazılı değil, sözlü olmuştur.[11]Gelen sözlü vahiy apaçıktır. Ama yine de bazen Efendimiz’in (sas) gelen mesajı daha iyi anlama adına Cebrail’e (as) bazen soru sorduğunu görmekteyiz. Tefsir kitaplarımızda bu soru ve cevapların birkaç örneğini okumaktayız. Mesele daha iyi anlaşılsın diye bu örneklerden iki tanesini paylaşacağız.
Maide Sûresi’nin 33. ayetinde Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğu yaymaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri ya da asılmaları veyahut da ellerinin ve ayaklarının çaprazvari bir şekilde kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmesidir.” [12]Bu ayette istenilen şeylerin ne olduğu konusunda herhangi bir kapalılık var mı? Hayır, ayetin hükmü çok açık ve net yani mübin. Apaçık bir kitabın, apaçık bir hükmü var ortada… Ama dikkat edilirse, ayette iki suça karşı –ki bu iki suç Allah ve Resûlü’ne karşı savaş açmak ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktı- dört ayrı ceza sayılır. Bu dört ayrı ceza şunlardı: Öldürülmeleri, asılmaları, el ve ayaklarının çaprazvari bir şekilde kesilmesi, sürgün edilmeleri…
Peki, nasıl anlaşılacak bu hüküm? Bu ayetler nazil olunca, Efendimiz (sas) ayetin açık hükmüne rağmen Cebrail’den (as) biraz tafsilat istemiştir: “Ey Cebrail! Rabbimizin beyan ettiği bu hükümlerin uygulaması nasıl olacaktır?” diye bir soru sormuştur. Bu soruya karşı Cebrail (as) şöyle cevap vermiştir: “Ya Resûlullah! Eğer bir adam sadece hırsızlık yapmışsa elini kesmelisin. -zaten bu konu hakkında Maide 38’de açık bir hüküm var- Eğer sadece yol kesmişse ayağını kesmelisin. Hem yol kesip, hem hırsızlık yapmışsa; hem ayağını hem elini kesmelisin. Adam öldürmüşse kısas uygulayıp, sen de onu öldürmelisin. Hem adam öldürmüş, hem yol kesmiş, hem de onun bunun ırzına tecavüz etmişse sen de onu asmalısın. Yok, bundan daha az bir suç işlemişse sen de onu sürgün etmelisin.” demiştir.[13]
Mesele anlaşılıyor değil mi? Mübin olan kitabın, mübin ayetlerinin mesajları anlaşılıyor, ama mesele tatbik sahasına geldi mi bu saha asla rehbersiz yürünmüyor. Efendimiz (sas) bile Cebrail’in (as) refakatinde yürüyor; sahâbe Efendimiz’in (sas) refakatinde yürüyor.
Bir diğer örneği A’raf Sûresi’nin 199. ayeti üzerinden vereceğiz. Bu ayette Rabbimiz Efendimiz’e (sas) hitaben diyor ki: “Ey Resûlüm! Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme!”[14]
Görüldüğü üzere ayet, gayet anlaşılır bir üsluptadır. Vermek istediği mesaj oldukça açık ve nettir. Ancak bu ayet nâzil olduğunda Hz. Peygamber (sas), Cebrail’e (as) yine bir soru sormak durumunda kalmıştır. Efendimiz (sas): “Ey Cebrail! Bu ayette benden istenen af ve müsamaha yolu nasıl tutulacaktır?” diye sormuştur.
Burada bilmemiz gereken çok temel bir şey var. Özellikle Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Efendimiz (sas) ve sahâbe için Kur’ân’ın lafız ve mana itibari ile herhangi bir kapalılığı söz konusu değildir. Onlar gelen ayetlere “ne diyor/ne söylüyor?” sorusunu sormak zorunda kalmıyorlardı. Çünkü Kur’ân onlar için apaçıktı ve onlar hemen bunu anlıyorlardı. Ama iş, söylenen mesajların nasıl tatbik edileceğine gelince işte o yol rehbersiz yürünecek bir yol değildi. Nasıl sorusunu Efendimiz (sas), Cebrail’e (as) sormalı, sahâbe Efendimiz’e (sas) sormalı, elbette sonradan gelenler de bu nebevî mirasa sormalıdırlar.
Tekrardan Efendimiz’in (sas) ayette geçen af ve müsamaha yolunun nasıl tutulacağı konusunu Cebrail’e (as) sormasına dönersek, bu soruya Cebrail’in (as) yanıtı şöyle oldu: “Burada senden istenilen; sana haksızlık eden ve zulmedeni bağışlaman, seni mahrum bırakana vermen, seni terk edeni ziyaret etmendir.” [15]
Görüldüğü üzere Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Efendimiz (sas), Allah’ın (cc) ne dediğini ve ne demek istediğini çok iyi anlıyordu, çünkü O’na (sas) indirilen mesaj mübin yani apaçıktı. Mesele istenilen şeylerin nasıl hayatta tatbik edilmesine gelince ve bu konuda ihtiyaç hâsıl olduğunda da Cebrail’den (as) yardım alıyor ve söz konusu vahyin gereğini hayatta tatbik ediyordu.
Kur’ân’ın ve Efendimiz’in (sas) ilk muhatapları olan sahâbe nesli ise aynen Efendimiz (sas) gibi davranıyorlardı. Onlar da Kur’ân’ın ne dediğini ve ne demek istediğini büyük ölçüde anlıyor, işin nasıllığını ise Efendimiz’in (sas) hayatında bizzat görüyorlardı. Anlamadıkları, eksik anladıkları, ya da maksadı kavramadıkları bir şey olduğu zamanda görevi tebyîn olan Efendimiz’e (sas) müracaat ediyor ve ondan öğreniyorlardı.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Allah Resûlü’nün (sas) beyan yetkisi/tebyîn görevi gerçekten çok önemlidir. Bu nebevî rehberiyet olmazsa hiçbir yol yürünmez. Hele hele o yol Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamak, yaşamak yani tatbik etmek ise bu daha da büyük bir önem arz etmektedir. O halde yapılması gereken en önemli vazife; kulluk yolunu Efendimiz’in (sas) refakatinde yürümek, özellikle Kur’ân-ı Kerim’i, O’nun (sas) tebyîn görevinin bir gereği olarak ortaya koyduğu beyanları çerçevesinde anlamaya çalışmaktır.
Muhammed Emin Yıldırım
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Haziran 2017/2 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 173-183.
[2] Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 174.
[3] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 559-564.
[4] Bkz. Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 177, 178.
[5] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 563.
[6] Nahl Sûresi, 16/43, 44.
[7] Nahl Sûresi, 16/64.
[8] İbn Hacer, el-İsâbe, II, 384.
[9] İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 258.
[10] Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, I, 237; Şâtıbî, el-Muvafakât, IV, 344.
[11] Vahyin geliş şekilleri hakkında detaylı bilgi için bkz: Buhari, Bed’ü’l-Vahy, 1; Kitabu’t-Tefsir, 53; Müslim, İman, 252; 280-287; Süyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I, 46, 47.
[12] Maide Sûresi, 5/33.
[13] Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vili’l-Kur’ân, X, 267.
[14] A’raf Sûresi, 7/199.
[15] İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, IX,375.