Efendimiz (sas) Nübüvvetin 13. yılında Yesrib’e hicret ettiğinde, orası 10.000 nüfuslu, o günün şartları içerisinde orta ölçekli bir şehirdi. Bu nüfusun, 4000 kadarı Yahudi, geri kalan 6000’i ise Arab-ı-Âribe diye bilinen has Araplardan oluşuyordu. Bu Araplarda kökenleri Yemen’e dayanan Ezd kabilesinin içerisindeki, beş büyük kabilenin ikisinden müteşekkildiler. Tarihte isimlerini çokça duyduğumuz bu iki kabile Evs ve Hazrec’lilerdi. Aynı babanın iki oğlundan soyları oluşan bu Araplar, ne yazık ki asırlık çekişmeleri ile birbirleriyle savaş halindeydiler. Tarihe Bu’âs Savaşları diye geçen bu kardeş kavgalarından en memnun olanları elbette bölgedeki Yahudilerdi. Çünkü onlar birbirlerine düştükçe, güçleri zayıflıyor, etkinlikleri kırılıyor, bunun neticesinde de Yahudiler bu ortamdan çokça istifade ederek, onlar üzerinde her türlü hâkimiyeti çok daha rahat bir şekilde sağlıyorlardı. Bundan dolayı da bazen Evs ve Hazrec arasında bir ittifak yada bugünün lisanı ile bir ateşkes ilan edilse, Yahudiler ne yapıp edip, bunu bozmaya çalışıyor, onları yine birbirlerine düşürüyorlardı. Bu tablo bize çok tanıdık geldi değil mi? Sanki bugünün dünyasını anlatıyor gibiyiz. Zaten Efendimiz’in (sas) yaşadığı dünyayı tarihe hapsetmeden okumayı becerebilsek, göreceksiniz ki değişen hiçbir şey yok; değişen sadece zaman, mekân ve olayın aktörlerinin isimleridir. Zihniyet aynı zihniyettir ve bu zihniyet aynı olduğu içinde, onlara karşı yürütülecek mücadelenin yöntemi de aynıdır.
Efendimiz (sas) Medine’ye hicret ettiğinde Arapların hali böyleydi. Peki, ya Yahudilerin durumu nasıldı? Şimdi onların durumunu anlatınca, şaşıracak ve diyeceksiniz ki bu kadar mı benzerlik olur? Sanki o günü değil de, bugünü anlatıyormuşuz gibi gelecek sizlere, gerçekten durum aynen bugün gibidir.
Allah Resulü (sas) Medine’ye hicret ettiğinde tahmin edeceğiniz üzere bölgenin siyasi, iktisadı ve içtimai tüm ipleri Yahudilerin ellerinde bulunuyordu. Nüfus itibari ile Araplarlardan az olmalarına rağmen, hayatın her alanında hâkimiyet onlardaydı. 4000 nüfuslu Yahudiler bazı alt aileleri içerisinde barındırsa da, üç büyük kabileden oluşuyorlardı. Bunlar, Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza’dır. Bu kabilelere ait bazı bilgileri yazımızın ilerleyen bölümlerinde sizlerle paylaşacağız.
İşte Efendimiz (sas) böyle bir bölgeye hicret etmek durumunda kalmıştı. Allah Resulü (sas) gerek hicrettin öncesinde, gerekse sonrasında bölgeyi çok yakından takip eden ve tanıyan biriydi. Orada Yahudilerin neler yaptıklarını, neleri hedeflediklerini ve bu hedeflerine ulaşma adına neler yapabileceklerini, hem elde ettiği bilgilerden, hem de Kur’an’ın Beni İsrail hakkında azımsanmayacak düzeyde dile getirdiği beyanları ile çok iyi anlamıştı. Özellikle Akabe Biatları sürecinde yakın bir temas kurduğu Yesrib’i her yönü ile incelemiş, oraya gönderdiği muallim olan Mus’ab b. Ümeyr’den gerekli bilgileri almış ve bu bilgiler ışığında daha hicret etmeden onlarla nasıl bir mücadele edeceğinin yöntemini belirlemişti.
Bu mücadelenin ilk ayağı hiç şüphesiz Medine İslam Devleti’nin anayasası olan Medine Vesikası idi. Merhum Hamidullah Hocamızın da, belirttiği gibi yeryüzünün ilk yazılı anayasa olma özelliğini taşıyan bu 47 maddelik (Hamidullah Hoca bazı alt maddeleri de, birer birer ele alarak vesikanın 52 maddeden oluştuğunu söyler.) vesika, gerçekten üzerinde çalışmayı çokça hak edecek önemli bir konudur.
Efendimiz (sas) bölgeye hicret ettiğinde Medine’nin tüm kavmî ve dinî unsurlarını dışarıda bırakmadan içerisine alarak oluşturduğu bu çok hukuklu antlaşma metninin, 1’den 23’e kadar olan maddeleri Müslümanları, 24’ten 47’e kadar olan maddeleri ise Yahudileri ilgilendirmekteydi. Efendimiz (sas) bu antlaşma ile belli şartlar çerçevesinde Yahudilerin ellerinde var olan siyasi üstünlüklerini kontrol altına almış ve o güne kadar astığım astık, kestiğim kestik mantığında olan Yahudileri de bu anayasanın gölgesinde yaşamaya mecbur etmişti. Tabi Yahudilerin bu antlaşma metnini neden kabul ettikleri meselesi de önemli bir bahistir. Bu konuda birçok neden sayılabilir; ama özellikle birkaç tanesini anmak gerekirse, en başta Müslümanların siyasal anlamda güç kazanmalarını ve Bedir savaşının galibi olarak Medine’ye dönmelerini söyleyebiliriz. Ayrıca, Efendimiz’in (sas) düne kadar birbirlerini yiyen Evs ve Hazrec kabilelerini birbirlerine ve Muhacirleri de onlara kardeş kılmasının ve bu kardeşliğin destansı bir boyuta varmasının da etkileri vardı. Bir diğer husus ise üzerinde ittifak edilen antlaşma metni, sadece Müslümanlarla Yahudiler arasındaki hukuku düzenlemekle kalmıyor, Yahudilerin kendi aralarındaki hukuku da düzenliyordu. Mesela; hiçbir hukuksal zemine dayanmayan ve tamamen ailevî bir üstünlük eseri oluşturulan diyet bedellerindeki haksız oranlar, eşit düzeye çekiliyor; toplumda var olan ayrıcalıklar tamamen ortadan kaldırılıyordu. İşte bu ve daha nice sebeplerden dolayı Yahudiler, Medine Vesikası’nı kabul ediyor ve bu hukukun içerisine dâhil oluyorlardı.
Efendimiz (sas) ihaneti içselleştiren bu toplumun rahat durmayacağını çok iyi biliyordu. Bunun içinde hiçbir zaman tedbiri elden bırakmıyordu. İlk iş olarak Zeyd b. Sâbit’e onların yazı ve konuşma dilleri olan İbranice’yi öğrenmesini emretti. Zeyd, bu emir gereği 15–17 günlük kısa bir zaman zarfında bu dili, bir Yahudi kadar güzelce öğrendi. Allah Resulü’nün (sas) ilk tedbiri bu olmuştu; ama bu tedbir elbette son olmamıştı.
Hicret yurdu olan Medine yada o günkü ismi ile Yesrib, coğrafi olarak Mekke’den oldukça farklı bir yerdi. Yeşilliği, sulaklığı ve dağlar arasında kalan düz vadisi ile Hicaz bölgesinin en güzel yerlerinden biriydi. O gün için Yesrib’de birçok su kuyusu vardı. Hatta kaynaklarımız daha sonraları Efendimiz (sas) ile çeşitli hatırları olan 14 su kuyusunun isimlerini ve orada geçen hatıraları bize aktarırlar. Ama bu kuyuların hepsinin suyu, o günler için içme suyu olarak kullanılamazdı. Şehir halkı içme sularının büyük bir bölümünü, Rûme kuyusu olarak bilinen bir kuyudan sağlarlardı. Bu kuyu Yahudi bir tüccara aitti ve o, bu kuyunun suyunu çok ciddi paralar karşılığında Araplara satardı. Efendimiz (sas) hicretten sonra bu sıkıntılı durumu görünce, bundan çok rahatsız oldu ve bir an önce bu soruna kalıcı bir çözüm getirmek için yollar aramaya başladı. Çünkü su, insanın asli bir ihtiyacı idi; böyle önemli bir ihtiyaçtan dolayı Yahudilere bağımlı yaşamak kabul edilecek bir durum değildi. Efendimiz (sas) daha ilk günlerde yaslanmadan yaşamayı öğrenmişti. Özellikle ekonomik bağların doğru tesis edilmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Çünkü bu alanda ipler, birilerinin elinde olduğu müddetçe onlar istedikleri gibi Müslümanları yönlendirmeye devam edeceklerdi. İşte Efendimiz (sas) bu gerçekten dolayı, daha hicretin ilk aylarında bir gün Mescid-i Nebevî’de: “Kim cennet karşılığında bize Rûme kuyusunu satın alacak” demişti.
Efendimiz’in (sas) bu sözünü duyan Hz. Osman, bunu bir görev olarak kabul etmiş ve bu konuda sağa sola bakmadan, yapması gereken ameli ortaya koymak için harekete geçmişti. Hz. Osman, infak medresesinin en büyük talebelerinden biriydi. O her zaman bu alanda ilk olacaktı. Vermeye doymayacak, ıskatını varislerine bırakmadan adeta kendi günahlarının kefaretini defaatle bizzat eliyle ödeyecekti. Hz. Osman Efendimiz’in (sas) bu talebi gereği, doğruca Rûme kuyusuna gitti ve kuyunun sahibi olan Rûmetü’l-Gifârî’ye kuyusuna talip olduğunu ve onu satın almak istediğini söyledi. Yahudi tüccar fırsat bu fırsat diyerek, kuyunun ederinin neredeyse iki katı bir fiyat çekerek, kuyuyu 50.000 dirheme satacağını söyledi. Hz. Osman işin aslına bakarsanız, 100.000 dirhem istenseydi de verecekti. Çünkü O, Efendimiz’i (sas) memnun etmek, o büyük müjdesine nail olmak için elinden geleni yapmaktan bir an geri durmayacaktı. Ama Hz. Osman heyecana kapılıp da Yahudi’yi memnun edecek bir tavra girmedi. Hz. Osman orada da bir büyüklük yapacak ve adeta bize önemli bir ilke öğretecekti. Hz. Osman’ın bize öğreteceği ilke şu idi: “Yapacağınız İslamî bir hizmet dahi olsa, israf etmeye hakkınız yoktur. Çünkü İsraf, Kur’an’ın beyanı ile Şeytanlara Kardeşler olmaktır.” İsra Sûresi’nin 27. ayetinde Rabbimiz israf edenlere; İhvane’ş-Şeyâtin/ Şeytanların Kardeşleri demektedir. İşte Hz. Osman bu ilke gereği hemen heyecana kapılmayacak, büyük bir ticari deha ile Yahudi tüccara şunu teklif edecekti: “Gel sen bu kuyunun tamamını satma, işletim hakkının yarısını bana sat. Bir gün ben işleteyim, diğer gün sen işlet!”
Bu teklif Yahudi tüccarın çok hoşuna gidecekti. Öyle ya, hem kuyu elinden tamamen çıkarmayacak, hem belli bir miktar para alacak, hem de yine kuyudan para kazanmaya devam edecekti. Hz. Osman’ın bu teklifi kabul görünce, Yahudi tüccardan yeni bir fiyat istemesini talep edecekti. O da kuyunun yarısının fiyatını önce 25.000 dirheme, sonra 20.000 dirheme indirecekti. Hz. Osman bu miktarında çok olduğunu söyleyerek sıkı bir pazarlık ile kuyunun yarısını 12.000 dirheme satın alacaktı. Daha sonra Mescid’e dönecek ve karşısında duran Müslümanlara kuyuyu nasıl satın aldığının haberini verecekti. Hz. Osman orada şu uyarıyı da yapacaktı: “Kuyunun bir gün kullanım hakkı bizde, diğer günü ise Yahudi’dedir. Sakın siz sıranın onda olduğu gün gidip para ile su satın almayasınız.”
Elbette Müslümanlar o gün söz ve amel birliği ortaya koyacaklardı ve tabir caiz ise sıra Yahudi’de olduğu gün kuyuyu boykot edeceklerdi. Hz. Osman Müslümanlara bu uyarıları yapınca, o günün yürekleri ve zihinleri berrak olan Müslümanlar, kuyunun işletim sırası kendilerinde olduğunda su ihtiyaçlarını karşılayacak, sıra Yahudi’de olduğunda ise büyük bir boykot ile hiç biri gidip su satın almayacaktı. Yahudi tüccar birkaç gün sonra gelen giden olmadığını görünce, nasıl bir duruma düştüğünü anlayacak ve kendi, Hz. Osman’ın yanına gelerek kuyunun diğer yarısını da satmak istediğini söyleyecekti. Hz. Osman, “eğer makul bir fiyat istersen alırım” diyecekti. Yahudi tüccar kuyunun diğer yarısı içinde 12.000 dirhem isteyecek, ama Hz. Osman bu fiyatı yüksek bulup, fiyatı 8.000 dirheme indirtip, sonra satın alacaktı. Böyle olunca da Hz. Osman Yahudi tüccarın işin başında 50.000 dirhem istediği kuyuyu, 20.000 dirheme satın alacaktı.
Bu tarihi olaydan alınacak derslere gelince;
1- Efendimiz (sas) Müslümanlara, bağımlı yaşamamayı öğretmiştir.
2- Müslümanların aslî ihtiyaçlarında asla ipleri başkalarının eline vermemesi gerektiğini öğretmiştir.
3- Hz. Osman, İslamî bir hizmet dahi olsa israfa kapı açılmaması gerektiğini öğretmiştir.
4- Hz. Osman, Müslüman tüccarlara, zekânın ve kabiliyetin ticaretin olmazsa olmazı olduğunu göstermiştir.
5- Müslümanların söz ve amel birliğinin ne kadar önemli olduğunu, yapıldığı takdirde nelere kapı açacağını göstermiştir.
Efendimiz (sas) biraz öncede belirttiğimiz gibi Medine’ye hicret ettiği esnada, Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı. Bunlar; Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza idi. Bu üç kabile adeta şehrin ticaretini ellerinde paylaştırmış bir halde idiler. Şöyle ki; Benû Kaynuka, isminden de anlaşılacağı üzere kuyumculuk ile uğraşırlardı. Bunlar genellikle altın ticareti yapar, ama bununda ötesinde tefecilik yaparlardı. Çok yüksek faizlerle özellikle Araplara borç para verir ve onları bir ömür sömürürlerdi. Benû Kaynuka’nın yaptıkları iş, bugünün lisanı ile konuşursak bir yönü ile para borsasını ellerinde tutmak ve bu borsayı lehlerinde kullanmaktı.
İkinci büyük kabile olan Benû Nadir’e gelince, onlar ise tarım ile uğraşırdı. Özellikle Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yaparlardı. Büyük hurma bahçelerinin sahipleri olarak o gün bile dışarıya ihracat edecek düzeyde bir pazar oluşturmuşlardı.
Benû Kurayza’ya gelince bunlar ise debbağdılar; yani deri üretimi ve işletimi yaparlardı. Onlar bu alanda o kadar kendilerini geliştirmişlerdi ki, başta çizme olmak üzere birçok mamulün üretimi ile uğraşırlardı. Bunlarda ürettikleri bu deri ürünlerini hem Medine pazarına, hem de başka yerlere satarlardı.
Yahudiler bu üç farklı alanda ticareti ellerinde tutukları için, ticari sahada da söz onlarındı. Onlar pazarın kurallarını koyar, fiyatları belirler, tabiî ki şartları hep kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı. O gün için Medine’de insanların ticaret yaptıkları dört büyük çarşı vardı. Bu çarşıların yada pazarların tüm ipleri de elbette Yahudilerin ellerinde idi. Mesela; orada ki dükkanların en işlek olanlarını ellerinde tutar, işe yaramaz kıyıda köşe de olanları ise Araplara yüksek paralarla kiraya verirlerdi. Pazarda ki malların satış bedellerini kendi istedikleri şekilde belirler; satarken de alırken de onlar kazançlı çıkarlardı.
Efendimiz (sas) Medine pazarının bu halini çok iyi gözlemledi. Tabi sadece işin mahiyetini anlamakla kalmadı, kesinlikle bazı alternatiflerin geliştirilmesinin gerekliliğine karar verdi. Efendimiz (sas) çok iyi fark etmişti ki; eğer ticaret Medine’nin var olan, dört büyük çarşısında devam ettirilse, asla ipler Yahudilerin ellerinden alınamayacaktı. Çünkü işin başında pazarın şartlarını onlar oluşturmuşlardı. Onların ellerinden bu şartları alıp, Müslümanların lehlerine dönüştürmek çok da kolay değildi. Bu gerçeği çok iyi gözlemleyen Efendimiz (sas) ticari sahada ki mücadeleye yeni bir pazar oluşturarak başlanması gerektiğinin kararına vardı. Bunun üzerine Sahabenin içerisindeki tüccarlarla istişare ederek Müslümanlara has bir çarşı oluşturmak için seferber olundu.
Tabi bu ilk çarşı öyle çok büyük ve kapsamlı değildi; Yahudilerin çarşılarına yakın Bakîyü’z-Zübeyr diye bilinen bir bölgede idi. Efendimiz (sas) buraya büyük bir çadır kurdurarak, orasını Müslümanların pazarı olarak ilan etti. Artık Müslümanlar ticaretlerini bu yeni çarşıda yapacaklardı. Çok kısa bir zaman zarfında bu çadırdan kurulan çarşı, kendinden söz ettirmeye başlamıştı. Medine’de yıllardır Arapları sömürmeye alışmış Yahudiler, böyle bir gelişme karşısında büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Bir müddet bu yeni olayı sessizce ama sinsice izledikten sonra, kendilerine alternatif olacak olan bu pazarın bir an önce ortadan kaldırılması gerektiği kararına vardılar. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki Müslümanlar, ticari sahada kendi ayakları üzerine durmaya başladıkları gün, sosyal ve siyasal hayatta da bunu başaracaklar ve artık kimselere ipleri vermeden izzet ve şeref üzere yaşayacaklardı. Böyle bir durum ise elbette Yahudileri oldukça endişelendiriyordu.
Bu endişe ilerleyen günlerde büyük bir öfkeye dönüşmüştü. Yahudilerin en meşhur şair ve savaşçılarından biri olan ve ilerde Müslümanlar tarafından yaptığı ihanetlerin bir karşılığı olarak öldürülecek olan, Ka’b b. Eşref bir gece adamlarını da yanına alarak Müslümanların pazar olarak kullandıkları bu çadırı yıkmak için harekete geçtiler. Onlar gecenin karanlığından istifade ederek önce çadırın iplerini keserek, sonra orayı ateşe vererek, bu çarşıyı yerle bir ettiler. Efendimiz (sas) sabahın erken saatlerinde bu durumdan haberdar olunca, herkesin öfke ile ellerini sıktıkları bir zamanda, tebessüm etti. Sahabe merakla bu tebessümün sebebini sorduklarında; Efendimiz (sas) dedi ki: “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki, onlar bu sefer daha fazla kuduracaklar.”
Efendimiz (sas) bu olay üzerine ileride Hz. Ebû Bekir’in halife seçileceği yer olan Benû Saide Sakife’sinin hemen yanı başında büyükçe bir arsa satın aldı. Bu arsayı kıyamete kadar Müslümanlara bu iş için vakfetti. Burada kalıcı bir çarşı inşa ederek, tüm Müslüman tüccarları buraya davet etti ve bu çarşının kurallarını bizzat kendisi koydu. Mesela; Efendimiz (sas) bu çarşıda yaptığı dükkânları aynı kişilere kiraya vermek yerine, hiçbir kira bedeli almadan sabahın erken saatlerinde kim erken gelirse ona verilmesi gerektiği kararını çıkartmıştı. Efendimiz (sas) böyle yapmakla da, ticaretin tekelleşmesini önledi ve tabi ki Müslümanlar arasında tatlı bir yarış oluşturarak, Yahudilerin ellerinde olan ticaret hacmini kademeli olarak Müslümanların eline geçirtti. Yavaş yavaş Yahudiler ellerinde ki imkânları kaybetmeye başladılar ve çok değil dört yıl içerisinde Medine’nin tüm ticari ipleri Müslümanların eline geçti.
Bilindiği üzere Yahudiler, kendilerini hep seçilmiş ırk ve kutsal bir millet olarak görür; kendi dışındakileri ise Yehova’nın kendilerine hizmet için yarattığı varlıklar olduğunu kabul ederlerdi. Böyle bir kutsal ırk mantığı onları; Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur düşüncesine vardırmıştı. Özellikle anne Yahudi olmadıkça, asla Yahudi olunamayacağı fikri onlarda bir akide halindeydi. Böyle olmasına rağmen Medine Yahudilerinin bu temel akidelerine aykırı davrandıklarını tarihi kaynaklar bizlere nakletmektedirler. Onların Medine’de, Arap çocuklarını yanlarına alıp Yahudileştirdiklerini, Yahudi olarak onları kabul ettiklerini görmekteyiz. Bunun en temel sebebi ise, bölgeye sığınmacı olarak geldikleri için Araplar üzerinde hâkimiyetlerini kaybetmemek ve bundan siyasi çıkar elde etme adına, dinlerinin en temel akidesinden vazgeçmeleridir. Bu da gösteriyor ki aslında Yahudiler siyasi menfaatler adına çoğu zaman dinlerine ait bazı ilkeleri çiğneyebiliyorlardı.
Bunun en açık iki örneğine tam bu noktada değinebiliriz. İlki; o günün Yesrib’inde en azından isim olarak Araplaşan Yahudiler görmek mümkündü. Mesela Malik b. Dayf, Ka’b b. Eşref, Cebel b. Kuşeyr ve daha onlarcası Yahudi olmalarına rağmen Arap isimleri ile bilinir, Arapçayı bir Arap kadar güzel konuşurlardı. Yahudilerin böyle Araplaşmış olarak görünmesi tamamen elde edecekleri menfaat ve çıkarlara dayanıyordu. İkincisi ise; kendi isimleri Yahudi oldukları halde baba isimleri Arap olanlarda vardı. Mesela; Samuel b. Zeyd, Şas b. Kays, Rafi b. Harice ve daha niceleri, bunlarda Yahudileşen Arapları gösteriyordu. Yahudilerin, baba ve anneleri Arap olmalarına rağmen, bu Arap çocuklarını yanlarına alıp onları Yahudileştirmeleri ise o günlerde başlı başına sosyal bir acı idi.
Yahudiler, kendileri kutsal ırk olduklarına inandıkları gibi, bölge Araplarını da buna inandırmışlardı. Ne yazık ki Arapların büyük bir kısmı onların seçilmiş, kutsanmış, yani özel insanlar olduklarına inanıyorlardı. Böyle bir inançtan dolayı da bazı Araplar, çocuklarının daha iyi yetişmeleri için, bazıları da çeşitli adaklardan dolayı kendi öz çocuklarını bu Yahudilere teslim ediyorlardı. Hatta birçok Esbâb-ı Nüzûl rivayeti, Bakara 256. ayette geçen “La ikrahe fi’d-din/ Din de zorlama yoktur” ifadesinin böyle sosyal bir olay üzerine nazil olduğunu söylemektedirler.
Efendimiz (sas) Hicretin 4. yılında Benû Nadir Yahudilerini Medine’den sürgün edeceği sırada Ensar’dan olan bazı hanımlar, Allah Resulü’ne (sas) müracaat ederek, bu sosyal durumdan Efendimiz’i (sas) haberdar ettiler ve çocuklarının kendilerine iadesini istediler. Bu olay üzerine inen ayet çerçevesinde Efendimiz (sas) seçim hakkını bizzat çocuklara bıraktı. İsteyenin yanında yetiştiği Yahudi aileleri ile gidebileceğini, isteyenin ise kendi öz anne ve babası ile Medine’de kalabileceğini söyledi. Bu olay üzerine bir kısmı gitmeyi isterlerken, bir kısmı da Medine’de öz anne ve babaları ile kalmayı tercih edeceklerdi. Bu durumlarda gösteriyordu ki, gerçekten Yahudiler bölgede, Arapların kendilerine olan öz güvenlerini sarsmış, onları büyük bir kimlik kaybına mahkûm edip, kendi üstünlüklerini onlara adeta içselleştirerek kabul ettirmişlerdi.
Efendimiz’in (sas) bölge Araplarının yüzyıllardır kabullendikleri bu sosyal durumu değiştirmesi ve Araplara bir kimlik kazandırtması gerekiyordu. Belki de Efendimiz’in (sas) Yahudilerle mücadelesinin en zor alanlarından bir tanesi bu alandı. Efendimiz (sas) bunu çok iyi bildiği için aslında hicret eder etmez bu kimliğin yeniden inşasına başladı. Ama burada çok önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekecektir. Allah Resulü (sas) Medineli Araplara bir kimlik bilinci oluştururken asla onların mensup oldukları, ezildikleri ve kimlik kaybı yaşadıkları kavimleri ve kabileleri üzerinden bir kimlik oluşturmadı. Böyle yapsaydı belki işin başında biraz daha kolayca bazı şeyleri hal edebilirdi. Ama bu ileride telafisi daha da zor olabilecek başka sorunlara yol açabilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (sas) aynen Mekke’de yaptığı gibi, kavmiyet üzere bir kimlik değil, din üzere bir kimlik inşa ediyordu. Onların Arap olmalarının değil, Müslüman olmalarının önemini zihinlerine nakşediyordu. Tabi böyle bir mücadele çok da kolay olmuyordu. Ama Efendimiz (sas) zor olsa da doğru olanı tercih etmek durumundaydı. Efendimiz (sas) inşa etmeye çalıştığı bu üst kimlik ile hem Medineli Araplar olan Evs ve Hazrec’i, hem Mekke’den gelen Muhacirleri, hem de Arap olmayan Müslüman unsurları tek bir kimlik etrafında birleştiriyor; Müslüman kimliğini her şeyin üstünde tutuyordu. Böyle bir bilinç özellikle Medineli Araplara yüzyıllardır kaybettikleri özgüvenin yeniden tesisini sağlıyordu.
Bu konuda daha söylenecek çok söz var ama biz bu noktada bu yazımızı nihayete erdireceğiz. Sadece şu önemli hususun altını bir daha çizmek istiyoruz ki, gerçekten değişen hiçbir şey yok; Yahudiler yine aynı, kavga yine aynı, mücadele yine aynıdır. Aynı olmayan tek şey Efendimiz’in (sas) bu Nebevî mirasını doğru anlayıp, oradan doğru bir manada ilham alarak bugünün dünyasında mücadele edecek Müslümanca düşünen ve Müslümanca yaşayan insanların azlığıdır. Eğer biz biz olursak, eğer biz Müslüman kimliğimizin farkına varır ve bunun gereklerini yerine getirebilirsek, işte o zaman birçok şey kendiliğinden çözülecek, şu an bir türlü yerine oturmayan taşlar asıl o zaman yerine oturacaktır.Muhammed Emin Yıldırım