Kalemle, kağıtla öğrenilmeyen şeyleri kalemle, kağıtla anlatmak çok zordur… Yüzyıllardır “aşk” kalemin ucunda sivriltilerek, kağıtları kanatmış, binlerce kez satırlara yatırılıp sadırlara akıtılmaya çalışılmıştır. Hemen herkes aşk okurluğu yapmış, aşktan bahseden cümlelerin muhatabı olmuştur. Çoğu zaman bu görevi yüklenen kalemler de eleştirilmiş; aşkın özüne söz ile ulaşılıp ulaşılmayacağı ötelerden beri tartışma konusu olmuştur. Buna rağmen kimse, tarife tanıma gelmeyen o “ilahi lutfu” kelimelerle resmetmekten vazgeçememiştir. Bunun için de bir çözüm üretilmiştir aslında; aşkı anlatmak yerine aşıklar anlaşılmaya çalışılacaktır. Kendilerine aşk verilenlerin hikayeleri düşecektir sayfalara ve böylelikle mahrumlar maşuklara yaklaştırılacaktır.
Peki ya “aşk” ne kadar eskidir? Ne kadar geriye gitmek gerekir? İlk hikaye kimindir? Velhasıl sevmeyi kimden öğrenmek gerekir? Bütün bu soruların cevabı için -öyle sanıyoruz ki- Aşkın Yaratıcısı’nın “habibi/sevgilim” dediğine bakmak yeterli olacaktır. Evet sevdayı saadet asrından öğrenebiliriz ancak. Çünkü iki cihan serveri Efendimiz aleyhisselatu vesselam ve O’nun güzide ashâbı (Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever) ilahi mesajının[1] muhatabı olarak aşklarını Kur’ân ayetleriyle kayıt altına almışlardır. Öyleyse aşkı anlatmak, aşıkları yazmak isteyen kalemlerin, asr-ı saâdeti ve ashâb-ı kiramı taşıması gerekir sayfalarına. Biz de şimdi bu niyetle oynatıyoruz kalemlerimizi; tarihteki binlercesinin içine bir yenisini daha ekliyoruz usulca. Fakat küçük bir ayrıntı düşüyor yazımıza; aşkı, sevdayı, muhabbeti saadet asrının hanelerinde arıyoruz. Bir başka deyişle o hanelerdeki aşka çeviriyoruz rotamızı; “aşkın ev halini” öğrenmek için “aile” diyoruz, yuvalarımızı peygamber sevdasıyla nasıl donatabileceğimizi sahâbi efendilerimizden öğreniyoruz.
Ve şimdi bir kapı çıkıyor önümüze; asıl adı Afra binti Ubeyd olan Sümeyra validemizin hanesinin kapısı. Bu hanenin yiğit annesi Sümeyra validemiz, Haris b. Rifaa ile evli olup ensardandır. Bu evlilikten Avf, Muaz ve Muavviz isimli üç oğlu olmuştur. Sümeyra validemizin kendisi gibi yiğit olan bu çocuklarının peygambere olan sevdalarını öğrendiğimizde, onların isimlerini hiç bir zaman hafızalarımızdan silemeyeceğiz.
Pek çok Medineli gibi Sümeyra validemiz de Hz. Mus’ab b. Ümeyr’in vesilesi ile imanla tanışır. Daha Efendimiz’i görmeden kalbini O’nun sevgisiyle doldurur. İman etmesinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçince Yesrib Kutlu Nebinin ayak izleriyle tanışır ve artık “Medine” olma yoluna girer. Hicretin gerçekleştiği o günler pek çok Medineli gibi Sümeyra validemiz tarafından da bir düğün, bir bayram olarak karşılanır.
Sümeyra validemizin o günlerde bir derdi vardır; kendisi Medineli olduğu için Efendimiz’in on üç yıllık Mekke hayatını bilmez. En sevdiğini daha çok tanıyabilmek için, marifetini arttırdıkça muhabbetinin artacağını bildiği için bir karar verir. Mekkeli hanımların evlerine gidecek onların temizlik, çamaşır, bulaşık gibi ev işlerini görecek ve bunun karşılığında Efendimiz’in Mekke hayatını öğrenecektir. Ne güzel bir çaba, ne güzel bir gayret! Elbette ki bunu yalnızca kendisi için istemez; O bir annedir, müslüman bir anne. Bu yüzden çocuklarına peygamber hayatını öğreterek O’nun sevgisini onlara aşılayabilmek için işe kendinden başlar.
Muhacir hanımlara bu tekifini sunduğunda kabul ederler ve böylece Sümeyra validemiz her gün erken saatlerde Mekkeli hanımların evlerine giderek onların hizmetlerini görür, ücreti yerine de Efendimiz’in Mekke hayatına dair bilgileri alır. Sırada o bilgileri ev halkıyla paylaşmak vardır, bir şekilde o bilgiler çocuklara öğretilmelidir. Sümeyra validemiz burada da “İslam’ın annesi” nasıl olunur en güzel biçimde göstererek bize bir ders verir; eve geldiğinde öğrendiklerini çocuklara vaaz verir gibi aktarmaz bilakis o bilgileri hayatın günlük seyri içinde eriterek usul usul öğretir. O ailede “siyer” çocukların garipseyeceği farklı, değişik bir ders gibi değildir; aksine tüm doğallığıyla bir yaşam standardıdır. O anlatılan siyerle yalnızca “peygamberin nasıl yaşadığı” öğretilmez bizim de O’nun ümmeti olarak “nasıl yaşayacağımız” öğretilir.
Bunun için, “sofraları” seçer Sümeyra validemiz. Çünkü o çok iyi bilir ki “evin sofrası, evin suffasıdır.” Suffa; Efendimiz’in nice alim, şehit, yiğit yetiştirdiği Medine’deki mektebin adıdır. İşte o mektebin evlerdeki şubeleri sofralardır sahâbenin hayatlarında. Sümeyra validemizin sofrası da böyledir; baba helal kazanç ile midenin rızkını getirmiştir o sofraya anne ise peygamberî usûl olan “sohbet” ile gönüllerin rızkını.. Böylece o sofradan yiyen evlatlar hem maddi hem de manevi olarak doyacaklardır.
Sahâbenin Peygamberden öğrendiği bu geleneği Anadolu’daki annelerimiz de sahâbeden öğrenerek devam ettirmiştir aslında. İslamla yoğrulan topraklarda bir insanın İslam üzere yaşayıp yaşamadığı sofrasından ve yeme adabından kolayca anlaşılırdı. Mesela eskiler çorbaya “yürek yağmuru” derlermiş; sanki Anadolu insanının naifliğidir tencerede tüten. Sonra o çorba hep sağa doğru karıştırılır, tarifi sorulduğunda üç tutam ihlas bir kaşık fatiha denir latifeli… Ve yine ayetlerle mayalanır ekmekler, bilhassa yokluk zamanlarında “tahiyyat” mutfakların bereketidir. Böyle ayetlerle pişen yiyeceklerin olduğu sofraya şimdi de ayetler inmeye başlar birer birer; sohbetler edilir Efendimiz’den ve O’nun mübarek yol arkadaşlarından bahsedilir, menkıbeler anlatılır, “risaletin davası” bir daha kaybedilmemek üzere nakşedilir gönüllere. Böyle yetiştirir anneler evlatlarını böyle yetişir o annelerin evlatları…
Sümeyra validemizin evlatları da işte böyle yetişmişti. Her gün sofranın başında Efendimiz konuşuluyor, çocukların peygambere olan sevdaları bir çığ gibi büyüyordu. Tabi seven sevdiğinin sevdiklerini de sever bunun için Efendimiz’in ashâbım dedikleri de seviliyor. Ama aynı şekilde seven sevdiğinin sevmediğini de sevmez, buğz eder, bunun için Peygamber düşmanlarından da şiddetle uzaklaşılıyor, onlara karşı öfkeli olunuyor.
Günler böyle geçip giderken sofralarda öğrenilenlerin meyvesini verme zamanı geliyor. Hicretin 2. yılında Hz. Bilal’in Bedir için asker çağırdığı duyuluyor Medine sokaklarında. Sümeyra’nın üç yiğidi de bu iş için can atıyor. Avf, Muaz ve Muavviz küçük yaşta olmalarına rağmen parmak uçlarına basarak boylarını büyük gösteriyorlar ve orduya seçiliyorlar. Üç kardeşin de birbirlerinden habersiz taşıdıkları bir gaye var: Peygamber’in en azılı düşmanı Ebû Cehil’i bulup öldürmek! Fakat ki ortada bir sorun var. Hiçbiri Ebû Cehil’i daha önce görmemiş, onu tanımıyor. Efendimiz’e görmeden sevdalanan bu gençlerin ortancası Muaz, inkara karşı imanı galip getirebilmek için adeta can pazarının yaşandığı o Bedir’in meydanında Ebû Cehil’in kim olduğunu öğrenmek için Abdurrahman b. Avf’ın yanına gelir: “Amca bana Ebû Cehil’i gösterir misin?” diye sorar. Muaz’ın iştiyakla Ebû Cehil’i araması Abdurrahman b. Avf’ı şaşırtır, merakla o da sorar: “Ne yapacaksın Ebû Cehil’i?” der. Muaz: “Amca, buraya gelmeden önce Rabbime söz verdim, dedim ki: Eğer Efendimiz beni Bedir’in askerleri içine dahil ederse ben de Bedr’in meydanında Allah Resûlü’nün (sas) düşmanı olan Ebû Cehil’i bulup öldüreceğim.’ İşte ben bundan dolayı onu arıyorum.” diye cevap verir. Abdurrahman b. Avf, Muaz’ın verdiği bu cevapla gösterdiği aşkına, sevdasına hayret eder. “Tamam, görürsem onu sana göstereceğim.” der. Çok geçmeden Abdurrahman b. Avf’ın yanına diğer kardeşler de gelir ve aynı iştiyakla Ebû Cehil’i aradıklarını söylerler. Bundan sonrasını Abdurrahman b. Avf anlatıyor: “Bir de baktım, Ebû Cehil, atının üzerinde yanında adamları, başında kırmızı bir sarığı savaş meydanın ortasında duruyor. Elimi uzatarak: ‘Gençler! İşte aradığınız adam şu başında kırmızı sarık olan adam.’ dedim. Daha ben elimi aşağıya indirmemiştim ki o gençler, küheylanlar gibi Ebû Cehil’in etrafını sardılar ve kılıçları ile onu atının üzerinden indirmeye çalıştılar.”
Başka ne olabilirdi ki, onlar Sümeyra’nın suffasında yetişmiş, Peygamber aşığı gençlerdi. Gençlerin, Ebû Cehil’i yere sermeye çalıştıkları o anda abileri Avf’a şehadet nasip olur, Muaz ise kolundan büyükçe darbe alarak yaralanır. Ama istenilen de gerçekleşmiş, “Ümmetin Firavun’u” yere yıkılmıştır. Sümeyra validemizin yiğit gençleri, kanlı kılıçlarını alarak Efendimiz’in yanına gelirler, sevinçle “Ya Resulallah! Senin düşmanını yere serdik. Ebû Cehil’i öldürdük!” derler. Efendimiz meseleyi doğrulatmak için Abdullah b. Mesud’u gönderir. Abdullah b. Mesud savaş meydanına geldiğinde Ebû Cehil henüz ölmemiştir, ancak can çekişiyordur, son darbeyi de o vurur ve Efendimiz’in en azılı düşmanlarından birinin hayatına böylece son verilir. Efendimiz Abdullah b. Mesud’dan durumu öğrenince, sevinir, gençlere hayır dualarda bulunur.[2]
Ve şimdi Sümeyra’nın gençleri iki mutlulukla annelerine gelirler. Ona hem abilerinin şehit olduğunu hem de Ebû Cehil’i kendilerinin öldürdüklerini söylerler. Sümeyra validemizin ne kadar sevindiğini, tahmin etmek herhalde buraya kadar anlattıklarımızdan sonra zor olmayacaktır.
Peygamber aşığı bu kutlu ailenin fertlerini Uhud’da da görürüz. Hicretin 3. yılı Mekke, Bedir’in intikamını almak için üç bin kişilik ordu ile Medineye gelince Efendimiz de yedi yüz askeriyle Uhud dağının eteklerine yerleşir. O mübarek ordunun içine Sümeyra validemizin hanesinden dört kişi katılır. Babası Ubeyd, eşi Haris, Bedir’de gazi olan iki oğlu Muaz ile Muavviz. Sümeyra validemiz evinden bu yiğitleri gönderirken onlara şöyle der: “Siz gidin Uhud’un meydanında canlarınızı verin; Ama Efendimiz’e bir şey olmasın. Eğer siz sağ olarak gelir de O’na bir şey olursa vallahi sizleri eve almam. Siz, Efendimiz’i koruma adına kendi canlarınızı O’na feda edeceksiniz!”
Öyle de olur. Peygamber aşkıyla, şehadet sevdasıyla çepeçevre kuşanmış bu yiğitler, Uhud’un meydanında, niceleri gibi Allah ve Resûlu yolunda savaşıp, Sümeyra’nın sofrasında aşk ile doyurdukları bedenlerine şimdi de şehadet şerbetini içirirler.
Ayneyn geçidindeki okçuların mevzilerini terk etmelerinden hemen sonra İslam’ın aslanları birer birer şehitlik makamına kavuşmaya başlar. Savaşın bu denli kızıştığı anda, İbn Kamia Musab b. Umeyr’i Efendimiz’e benzeterek öldürmeye çalışır ve o anda bir ses yankılanır: “Muhammed öldü! Muhammed’i öldürdüm!” Bu sesle titreyen, sarsılan Uhud’un feryatları Medine sokaklarına da ulaşır. Haberi duyar duymaz Uhud meydanına koşanlardan biri de Sümeyra validemizdir. Sümeyra validemizin bundan sonra sergileyeceği tutum ve davranışı bize şu nebevi mesajı hatırlatacaktır: “Sizden birinize ben, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş olamaz.”[3]
Sümeyra validemiz Resûlullah’ın hayatta olup olmadığını öğrenebilmek için canhıraş biçimde O’nu arar. Validemizin bu halini görenler, onun yakınlarını aradığını sanırlar, bir bir ona ailesinin fertlerinin şehit haberlerini verirler. “Sümeyra bak! Burada yatan kocan Haris, şehit oldu!”, “Sümeyra bak! Bu baban Ubeyd’dir, şehit oldu!”, “Sümeyra bak! bunlar oğulların Muaz ve Muavviz şehit oldular!” Sümeyra validemiz bütün bu duydukları karşısında hep aynı tepkiyi verir: “Allah kocamın şehadetini kabul etsin, Allah babamın şehadetini kabul etsin, Evlatlarım size de bu yakışırdı Allah şehadetlerinizi kabul etsin.” Validemizin derdi başkaydı, o her seferinde Efendimiz’i soruyor, O’nun hakkında hayırlı bir haber almak için can atıyordu.
Kimseden beklediği cevabı alamayınca aramaya devam eder. Ve nihayet Efendimiz’i yanında bir kaç sahâbî ile birlikteyken bulur. Sevinçle, gözyaşlarıyla O’na doğru koşar, mübarek cübbelerini yaşlı gözlerine sürer ve şöyle der: “Sen ki hayattasın, senden sonra bütün musibetler bana çok hafif gelir Ya Resûlullah!”[4]
Sümeyra… Evinin her köşesine burcu burcu hane-i saadetin kokusunu taşıyan annemiz. Sofrasına şebnem şebnem dualar düşüren annemiz. Adının Türkçedeki karşılığı;” meyve çağlası”; kendi yüreğindeki taptaze sevgisi ile çocuklarının gönüllerinde olgunlaşan annemiz.
Biri Bedir’de ikisi Uhud’da şehit olan üç oğlunun dışında dört evladı daha vardır validemizin. Eşi Haris’in Uhud’daki şehadetinden sonra yeniden ensardan Bükeyr b. Yaley el-Kaysi isimli bir kimse ile evlenir ve Akil, Amir, Halid ve İyas isimli çocukları olur. Onları da Yemame, Yermuk, Kadisiye ve bunlardan başka savaşlarda da Allah yolunda kurban eder. Bu yüzden Sümeyra validemiz “Ümmü Seb’atü’ş-Şüheda/ Yedi Şehit Annesi” olarak anılır.[5]
Validemize binlerce kez selam olsun! Allah azze ve celle ondan ve onun şehadetle müşerref ailesinden ebeden razı olsun. Bugünün dünyasında, bizim evlerimize de Sümeyra validemizin hanesinin sevdasının, aşkının, muhabbetinin düşmesini Rabbimiz’den niyaz ediyoruz.
Hani diyor ya şair, “Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun”; yazımızı bitirirken bu mısrayı biraz değiştirerek şöyle diyebiliriz belki; “Bir medeniyeti al onu çöz çöz aile olsun, Bir aileyi al onu çöz çöz anne olsun, Bir anneyi al onu çöz çöz aşk olsun, sevda olsun….”
Sakine Keskin
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Mart 2017/1 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
siyerdergisi.com
[1] Maide 5/54.
[2] İbn Hişam, es-Sîre, II, 287.
[3] Buhârî, “İman”, 8; Müslim, “İman”, 69,70.
[4] İbn Hişâm, es-Sîre, III, 133.
[5] Hakkında daha geniş bilgi için bkz. Yıldırım, Muhammed Emin, Efendimizi (sas) Sahabe Gibi Sevmek, s. 105-114