Sahabenin aynı mesele hakkında farklı görüşler ileri sürmesi ve bununda Efendimiz’in herhangi bir itirazı ile değil, bilakis memnuniyeti ile sonuçlanmasına en güzel örneklerden biriside hiç şüphesiz Bedir esirleri konusunda söylenenlerdir. İman ile inkârın ilk karşılaşması olan Bedir’de, Müslümanlar galip gelip, 70 Mekkeliyi öldürmeleri ve bir bu kadarını da esir olarak ele geçirmeleri Kur’an’ın Yevmü’l-Furkan dediği o eşsiz günün en önemli gündemlerinden biri olmuştu. Kur’an daha esir ve ganimetler konusunda o ana kadar nihai bir hüküm beyan etmemişti. Kur’an’ın konuşmadığı alanlarda elbette Allah Resulü’nün içtihatlarıyla amel edilirdi. Efendimiz (s.a.v.) ise kendisi görüş beyan etmeden önce Sahabe ile bu konuyu istişare etmeyi uygun görmüştü. Şimdi Müslümanlar ilk kez karşılaştıkları esirlerin akıbeti konusunda görüşlerini Allah Resulü ile paylaşacaklardı.
Efendimiz (s.a.v.) bu konuda ilk önce Hz. Ebubekir’in görüşünü öğrenmek istedi ve ona: “Ey Ebubekir! Bedir esirleri konusunda ki fikrin nedir?” diye sordu. Hz. Ebubekir tabiatına uygun bir cevapla dedi ki: “Ya Resulullah! Onlar bizim kabilemiz ve akrabalarımızdır. Her ne kadar bize karşı savaşmış ve bize karşı birçok haksızlık yapmış olsalar bile, biz onlara böyle davranmayalım. Ya belli bir fidye karşılığında yada bedelsiz bir şekilde hepsini salıverelim.”
Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir’i sadece tebessüm ederek dinledi ve daha sonra söz sırasında hep ikinci sırada olan Hz. Ömer’e döndü ve aynı soruyu ona da yönelterek, esirler konusundaki düşüncesini sordu. Hz. Ömer’de bu soruya karşı, tabiatına uygun bir cevap verecekti. Dedi ki: “Ya Resulullah! Ben Hz. Ebubekir gibi düşünmüyorum. Onlar bizimle savaştı; 13 yıl Mekke’de bize yapmadıklarını bırakmadılar. Şimdi Allah bizi aziz, onları ise zelil kıldı. Öyle ise sen karşı tarafta olan akrabalarımızı bizlerin eline ver. Bana Ben-i Mahzum’dan olan dayılarımı ver. Ebubekir’e oğlu Abdurrahman’ı ver. Ali’ye kardeşi Akil’i ver. Hamza’ya kardeşi Abbas’ı ver. Her birimiz kendi yakınının başını uçursun. Böyle yapmakla da Rabbimize yüreklerimizde asabiyete dair hiçbir iz taşımadığımızı ispat etmiş olalım.”
Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ömer’in de söylediklerini sadece tebessüm ederek dinledi ve herhangi bir görüş beyan etmeden çadırına çekildi. Efendimiz bir müddet çadırında istirahat ettikten sonra dışarı çıktı ve o günün insanında, bugünün insanına da farklılığın, farklı düşünce ve fikirlerin varlığının Allah’ın ayetlerinden olduğunu beyan edercesine önce Hz. Ebubekir’e, sonra Hz. Ömer’e şöyle buyurdu:
“Ey Ebubekir! Senin halin aynen İbrahim’e benzer. Hani O demişti ki: ‘Ya Rabbi! Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki Sen çok merhametli ve bağışlayansın.’ Yine Ey Ebubekir! Senin halin İsa’ya benzer. Hani O da demişti ki: ‘Eğer onları azaba uğratırsan onlar senin kullarındır. Yok, eğer onları bağışlarsan şüphe yok ki, Sen kudretinle her şeye üstün gelen ve her işinde hikmet üzere olansın.”
Efendimiz (s.a.v.) şahsiyetinin anahtarları; merhamet ve hilm/müsamaha olan Hz.Ebubekir’i, Hz.İbrahim ve Hz. İsa’ya benzeterek, bu sözü ile aslında yaratılış kabiliyetine ve mizacına uygun bir görüş beyan ettiği için onu takdir ediyordu.
Daha sonra şahsiyetinin anahtarları kuvvet, adalet ve rahmet olan Hz. Ömer’in sözlerini değerlendirmek için ona yöneliyor ve diyordu ki: “Ey Ömer! Senin halinde aynen Nuh’a benzer. Hani O demişti ki: ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde yaşayan hiçbir inkârcıyı geride bırakma.’ Yine senin halin Musa’ya benzer. Hani O da demişti ki: ‘Allah’ım! Sen o inkârcıların mallarını mahvet. Yüreklerini şiddetle daralt. Çünkü onlar azabı görmeyinceye kadar iman etmeyeceklerdir.”
Efendimiz’in (s.a.v.) insanı hayran bırakan bu benzetmeleri ve aynı meselede birbirinden tamamen farklı iki görüşe karşı söylemiş olduğu bu sözleri, farklılıkları bir türlü anla(ya)mayan, hazmedemeyen, bir zenginlik ve rahmet olarak değil, bir tefrika aracı ve zahmet olarak gören bugünün insanına çok şeyler söylemektedir.
Acaba bir gün Kur’an ve Sünnet’in bu alanda söylediklerini doğru bir biçimde anlayıp, duyduğumuz her düşünceye kimden gelirse gelsin; “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar” ilkesi doğrultusunda, fikirlerden korkmadan düşünceleri dinlemeye başlayabilecek miyiz?
Acaba bir gün kendimizi hakikatin merkezi olarak görmekten vazgeçip, dile getirilen her düşüncede hakikatten bir pay olabileceği gerçeğini anlayıp; “Huzma safa, deama keder: İyisini al, kötüsünü sahibine bırak” ilkesi ile güzelliklerin ve doğruların gerçek taliplileri olabilecek miyiz?
Acaba bir gün ihtilaf ile tefrikanın gerçek manada farklarını anlayıp, birini rahmet, diğerini ise zahmet olarak, birini zenginliğin, diğerinin ise parçalanmanın, birini daha iyiye ulaşabilmenin, diğerinin ise körelmenin sebebi olduğunu kavrayabilecek miyiz?
Acaba bir gün dinin sahibinin bizler olmadığını, onu koruyacak ve kollayacak makamın bir tek olduğunu, hakikate ulaşmak için verilen çabaları din elden gidiyor yaygarası ile karşılayacağımıza; “Ne diyor? Ne yapmak istiyor? Bu düşünceler ile nerelere varmak istiyor?” gibi hikmetli tavırlar göstererek karşılayabilecek miyiz?
Muhammed Emin YILDIRIM