Bayram sabahı o günün en anlamlı ameli olan bayram namazı için bizde caminin yolunu tuttuk. Bayramın bereketinden, mahzun olan ve cemaate hasret camilerimizde nasibini almış, insanlarımız camileri tıklım tıklım doldurmuştu. Burada acı ama gerçek olan bir şey var ki o da; Müslüman olan halkımızın dini ile bağlarının istenilen düzeyde olmayışıdır. İnsanımızın ne yazık ki bir çoğu cami adabından uzak ve yine bir çoğu bayram namazının ve hutbesinin mahiyetinden habersizdir. İnsanımızın bu hale gelmesinin tahlilini yapacak değilim. Asıl benim değineceğim mesele imamlarımız ve onların vaaz üslûplarıdır. Hayatında belki de iki bayram namazı dışında camilerin yolunu bilmeyenlerin çoğunlukta olduğu bir cemaate, imam efendi bağırarak ve çok iğneleyici, itham edici hatta ümit kapılarını kapatıcı bir söylemle verdiği vaazı dinlerken gerçekten insan çok rahatsız oluyor. Zaten çoğu camilerde kulakları tırmalayan ve hiçbir kaliteyi içerisinde barındırmayan ses sistemi ile oluşan sıkıntıya, birde imamlarımızın hiçbir ön hazırlığa dayanmayan ve her zaman da aynı olan vaazları eklenince aslında güzel bir tebliğ ortamı olan Bayram ve Cuma namazlarından, yeterince istifade imkanı sağlanamamaktadır. Vaazların yarısını oluşturan; muhterem Müslümanlar camimizin şöyle şöyle ihtiyaçları ve borçları vardır diye başlayan ve adeta insanı cinnete zorlayan talepleri insanımızı camilerden soğutmaktadır. Devletin camilere hiçbir katkısı olmayışı tabi ki cami dernek ve yetkililerini bu tarz toplama işlerine doğal olarak yönelttiği doğrudur. Buna kimsenin bir şey dediği yok. Ama ömründe ilk kez camiye gelmiş; dine, imana yanlış ön bilgileri oluşmuş, belki bu ön bilgileri ön yargıya dönüşmüş yada bazı zafiyetlerden dolayı günah bataklığına dalmış insanımızı kucaklayan, onları bazı meselelerin tahlilini yapmaya yönlendiren bir söylemin muhataba nasıl fayda vereceği ortadayken imamlarımızın sadece para eksenli bir vaaz vermelerinin nasıl bir faydası olabilir ki? İmamlarımız insanımızın yüreklerine Allah’ın sonsuz rahmet ve mağfiretini duyuracak, Allah Resulu’nun nasıl ümmeti üzerine titrediğini öğretecek, ilk nesil Müslümanların dinlerine nasıl değer verdiklerini anlatacak, imanın sadece kavli bir ifade değil bir bedel ve sorumluluk yüklediğini çok güzel yaşanmış örneklerle açıklayacak bir vaaz verebilseler, konuşunca cemaati sadece itham ederek değil o nasihatleri önce nefislerine verseler ortaya çok daha güzel neticelerin çıkacağı muhakkaktır. Böyle önemli konular atlanarak incir çekirdeğini doldurmayan meselelerle vakti geçirip dostlar pazarda görsün şeklinde bir camiye gelişin ve dönüşün kime bir faydası olabilir ki? Bu noktada din görevlilerimize, imam ve müezzinlerimize çok önemli sorumluluklar düşmektedir.
Belki katkısı olur diye Bediüzzaman Said Nursi’nin şu hatırasını burada aktarmakta fayda görüyorum. Üstad der ki: “Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kalbimin katılığı ile birlikte bunun üç sebebinin olduğuna kanaat getirdim.” Bu üç sebebi şöyle sıralar:
1- Şimdiki zamanı, geçmiş ile yanlış bir yöntem ile kıyaslama yapıyorlar. Cemaate tesir etmek için bazen delillerine bakmaksızın ve aklı ihmal ederek insanları ikna etmeye çalışıyorlar.
2- Şeriatin koyduğu sınırları, ölçüleri ihmal ederek dengeyi şaşırıyorlar. Dinde az önemli olan ile çok mühim olanı yer değiştiriyorlar. Basit bazı meseleleri cemaate anlatmak için çok abartılı ifadeler kullanıyorlar.
3- Muhataplarının bilgi seviyelerini, ihtiyaçlarını o günün şartlarını dikkate almadan ve cemaatin düzeyine dair hiçbir teşhise girişmeden, o an ne akıllarına gelirse onu konuşuyorlar.
Üstadın eski Said dönemindeki bu tespitlerinin üzerinden asırlık bir zaman geçse de değişen bir şey ne yazık ki yok. Yine aynı sıkıntı ve yine aynı ihmaller… Öyle ise biz sözü Ona bırakalım da O; bizim bu hastalığımızı nasıl teşhis etmişse tedavimizi de yazdığı reçete ile bize iletsin. Üstad der ki:
Sözün sonu şudur ki: “Vaizlerimiz muhakkik alimler olmalıdır. Meseleleri iyice derinlemesine ve delilerine göre tahlil etmelidirler ki, insanlara hakikatleri hem ispat etsinler, hem de onların akıllarını ikna etsinler. Onlar müdakkik olmalıdırlar. Tüm delileri inceden inceye tetkik ederek değerlendirmelidirler. Ta ki şeriatin muvazenesini, dengesini bozmasınlar. Yine onlar beliği mukni olmalıdırlar. Yani belağat ile konuşan, uslûbu ile ikna eden, zamanı ve şartları dikkate alarak yepyeni bir din dili ile oluşturarak konuşmalıdırlar.”
Eğer imamlarımız bu vasıflarda olursa cemaat nasıl olur varın orayı siz hayal edin. Rabbimiz bu İbrahimî günlerin hatırına vahiy ile yoğrulmuş, Peygamberine aşık, sahabelerine vurgun imamlar ve cemaatler bizlere nasip etsin ve bizleri de böyle olanlardan eylesin. Son söz yine Üstadın:
“Yaşasın akıl ve tedbir ile oluşmuş dindar ve hür cemiyet”
Muhammed Emin YILDIRIM