Belki de insanlık tarihinin en başından beri insanın en çok kafa yorduğu konulardan biri kendisi. Felsefeyle meşgul olanlar, hakîmler insanı anlamaya, anlamlandırmaya çalışmış, bu noktada “insan filandır” şeklinde sayısız tanım bile geliştirmişlerdir. İnsanın bu kendini tanıma çabasına elbette en net yanıtlar yine ilahi kelamdan gelmiştir.
Kur’ân’da Belirtilen İki Özelliğimiz
Âdiyât Sûresi’nde insanla ilgili iki özellik zikredilmiş ve buna insanın kendisinin şahit olduğu da eklenmiştir: “İnsan, rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şahittir. O, aşırı derecede mal sevgisine kapılmıştır.” Kerîm kitabımızda insanın nankör ve mala düşkün oluşunun zikredilmesi çarpıcıdır. Ama daha vurucu olan insanın da kendisinin bu özelliğine şahit olmasıdır.
Bu şahitliğin iki yönü olması muhtemeldir. Birincisi elan insan kendisinin bu özelliklerinin farkındadır. Mal sevgisinin, onu çoğaltma arzusunun Tekâsür sûresinde de belirtildiği üzere insanı mezara kadar oyaladığı da vakidir. Bunun yanı sıra insanın kendisine şahitliği kıyamet günü de gerçekleşecektir. Artık dillerin söylemediği vakitte uzuvlar konuşacak, hayatımız şahitlik edecektir. İnsan, elde ettikleriyle kendini kendine yeter görüp azgınlaşırsa akıbet hiç de iç açıcı olmayacaktır.
Vasat Ümmet Yolunda Fert Fert…
Oysa müminlerin yeryüzündeki görevi şahitliktir. “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet yaptık.” [1] Vasat ümmet ve bu ümmete mensup olarak fert fert bizler bu şahitlikle mesulüz. Bu şahitliğin anlamı, vahyin insanlar arasında mücessem birer karşılığı olmaktır. Adâlet ve denge üzere sergilenecek bu örneklik sayesinde doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün ölçüsü ortaya konmuş olacaktır. Bu vesileyle insanlığa yol gösterilecek, ilâhî iradenin tecellisi sağlanacaktır.
Âyette Hz. Peygamber’in zikredilmesi Allahualem bu örneklik vazifesini yerine getirirken onu esas almamız gerektiğiyle ilgilidir. Neticede O (aleyhisselam), elimizde bir metin olarak bulunan Kur’ân’ın nasıl yaşanacağının, hayata nasıl aktarılacağının bilgisine yegâne sahip olan kişidir. İnsanlık O’nu merkeze aldığı zaman, O’na benzediği zaman, O’nun adımlarını izlediği zaman doğru yola ulaşacak ve kurtuluşa erecektir. Haricindeki bütün yollar çıkmaz sokaktır ve içinde yaşadığımız dünya bunun en net delilidir.
Şüphesiz Ümmet-i Muhammed’in dünyaya güzellik için rehberlik etmesi bizlerin Hz. Peygamber’in örnekliğini benimsememizle ilgilidir. Peki, bu noktada ne hâldeyiz? Kendimize dönüp bakmanın, bu soruyu sormanın vakti geçiyor. Sorunların kaynağını sürekli dışarıda, başkasında, ötekinde aramaktan vazgeçip nazarlarımızı kendimize çevirmeliyiz. İnsanlığın iftihar vesilesi, âlemlere rahmet olan peygamber efendimizle ilişkimiz ne seviyede? O’nu ne kadar tanıyor, dahası ne kadar anlıyoruz? O’nun adâlet, merhamet, fedakârlık, gayret, hikmet, mücadele, ihsan, cömertlik, eminlik ve daha nice vasfı, özelliği bizim hayatımızda ne kadar var? Yağan yağmura en son ne zaman misak penceresinden baktık?
İşte o zaman, yani vahiyle ve peygamberle hayatımızı doğrulttuğumuz zaman insanın hakikatine varacak ve dünyaya ne için geldiğimizi de daha iyi idrak edeceğiz. O zaman, elest bezminde verdiğimiz sözü hatırlayacak ve “belâ” kavlimizi yenileyeceğiz:
“İster beşeriyet katmanında pineklesin, isterse insanlaşma makamı uğruna uğraşa dalsın ‘Homo Sapiens’ dünyaya fırlatılmış, dünyaya ‘terk’ edilmiş değildir. Nedir insanın vaziyeti? İnsanlar dünyaya kalubelada verdikleri söze sadık kalıp kalmadıklarının imtihanını geçirmek üzere bırakılmış durumdadır. Terk edilmekle bırakılmak arasındaki farkı kavradığınız zaman dünyanın Müslim ve gayri-Müslim olarak bölünüşündeki hikmete erersiniz.” [2]
Şeyh Gâlib Diyor Ki…
Klasik edebiyatımızın müstesna isimlerinden biri olan Şeyh Gâlib ünlü tercî-i bendinin vasıta beytinde şöyle demiştir:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” [3]
Yani kendine şöyle hoşça bir bak, nazar kıl ki sen âlemin özüsün. Sen bütün mevcudatın gözbebeği olan insansın. Gerçekten de insan kendine bir baksa, derince tefekkür etse, kendinin farkına varacaktır. Ne için burada olduğunu, hayatın anlamını daha iyi idrak edecektir.
Şiirine “Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen” şeklinde gönlüne hitapla ve ona neden bu kadar gamla dolu olduğunu sorarak başlayan şair şiir boyunca insana dair bazı tespitlerde bulunmuş, bunları dile getirmiştir. Şeyh Gâlib insanın virane olsa da hazineye malik olduğu, meleklerin kendisine secde etmesi emredilen şerefli bir varlık olduğu ve her şeyden önde geldiği gibi birçok noktaya işaret etmiştir.
Ayrıca insanın âlemde şâh iken yoksul bir kimse gibi olmaması, ümitsizlik vadisine düşüp heba olmaması gerektiğini ifade eden şair “Secdeler eyle ki merdûd-ı Hudâ olmayasın” diyerek de insan için secdenin önemine dikkat çekmiştir.
Yeryüzünde iradesi olan tek varlık insandır. Bu nedenledir ki insan medeniyetler kurabilmiştir. Bize emanet edilen bu irade bizi aynı zamanda vahiy karşısında sorumlu kılmıştır. İnsanın kendini düşünebilmesi ancak ona verilen akıl sayesindedir. Aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur ve bu nedenle aklımızı kullanmamız aynı zamanda insan olmamızla eş değerdir.
İnsanın topraktan gelen bir yönü olduğu gibi ruhu nedeniyle ilahi bir yönü de mevcuttur. İnsan hangi yönü üzerine daha çok eğilirse o yönü ağır basacaktır. Yalnızca arzularının, beşerî heveslerinin peşinden gitmesi onun biyolojik bir varlık olma seviyesinde kalmasına sebep olacaktır. Oysa ruhunu da ihmal etmemelidir. İman, tefekkür, ibadetler, salih ameller, yapılan iyilikler insanın ruhunu besleyen çeşitli etmenlerdir. Bugün modern insanın açmazı, bunalımı biraz da bu konularla ilgilidir. Sadece materyalist bir bakış açısı insana ait olamaz. İnsan aşkın olanın da muhatabıdır.
Netice-i Kelam
Dünya bir meşhet yani şahit olma yeri. Şahitliğini en güzel yapanlara şehit diyoruz. Şehâdet getirmekle şehadet şerbetini içmek arasında uzun bir yol var. Yolda tökezlemek, düşmek hatta kaybolmak ihtimalleri de bulunuyor. Bu nedenle Âl-i İmrân Sûresi’nde öğretildiği üzere “Rabbimiz kalplerimizi kaydırma” diye dua ediyoruz hem de “bizi hidayete erdirdikten sonra”, çünkü Rabbimiz “insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde toplayacak”.
İşte asıl marifet o gün, o din gününde güzele şahitlik edebilmek. Bunun için de burada, dünyada güzelliklere şahitlik etmeli, ardımızdan güzel bir iz bırakıp gitmeli. Galiba o zaman şu duayı biz de en kalpten hâliyle yapabiliriz: “Rabb’imiz! İndirdiğine inandık ve peygambere tâbi olduk artık bizi şahitlerle beraber yaz.” [4]
Mustafa Sefa Çakır
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2024/32. Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com
Notlar
[1] Bakara, 2/143.
[2] İsmet Özel, Yalanın Kökü, erişim: 11.09.2024, https://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=238&KatId=7
[3] Naci Okcu, Şeyh Gâlib Dîvânı, TDV Yay, Ankara, 2011, s. 249.
[4] Âl-i İmrân, 3/53.