İnsanın değişmez bir doğası var mıdır? Başka şekilde soracak olursak, insanın tanımını değiştirebilir, insanın yapısını ve amaçlarını her devirde yeniden tanımlayabilir miyiz? Bu soruları İslâm açısından “fıtrat” kavramı çerçevesinde ele alabiliriz. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde geçen fıtrat kavramı, insanın bir taraftan maddî yapısının belirlenmişliğini, yani belirli bir yapıya sahip olup ayrıca bu yapının her bir unsuruyla belirli amaçlara yönelmişliğini ifade ettiği gibi, manevî olarak da tertemiz, dupduru, bozulmamış dini kabul etmeye elverişli, istidatlı olarak dünyaya gelmiş olduğunu belirtir.
“Fıtrat” kelimesi, Arapça’da ilk olarak, ilkten yaratmak anlamındaki F-T-R (فطر) maddesinden masdar olup, yaratılışın ilk tarz ve biçimini ifade eder; îcad ve ibdâ anlamındadır.[1] Esasında yarmak anlamına gelen bu kelime, âdeta yokluğun yarılarak içerisinden bir varlığın vücuda getirilişini dile getirir. “Meselâ sâkin ve tenha bir yerde göz yumulduğu veya gayet karanlık bir yerde veya bir gecede muhîte iltifat olunduğu zaman hiçbir noktada bir yarık, bir delik görünmez; hepsi zulmette, ademde, bitişik, kapanık, ‘retk’ bir halde bulunur ki insanlara adem-i mutlak ancak bu suretle tevazzuh edebilir (…) Ve sonra bu hâl içinde bir noktadan bir mevcudiyetin belirdiği, mesela bir ışığın, bir yıldızın doğduğu lahza tasavvur edilirse bunun o noktada fezâyı yarıp orada bir bu’d, bir delik, bir pencere gibi zuhur ettiği görülür. Ve işte mevcûdât-ı hâdisenin ilk ân-ı vücudu fezâ-yı ademin böyle bir yarılışıdır.”[2] Elmalılı M. Hamdi Efendi’nin bu ifadelerini günümüzün yaygın biçimde kabul edilen kozmolojik modeli Büyük Patlama teorisine tatbik edecek olursak, bundan yaklaşık 13,8 milyar yıl önce, aşırı yoğun bir noktadan yokluğun yarılıp varlığın bir pencere gibi zuhur etmesi bir “fatr”dır. Ancak fatr’ın yalnız yoktan, ilkten yaratılış anlamında değil, bir aslî maddeden bir başka cismin meydana gelmesi anlamında kullanıldığına da işaret edilmelidir. Meselâ bir tohumdan bir bitkinin çıkması, bir hücreden başka hücrelerin doğması da hep birer “fatr”, yani birer yar/atmadır.[3]
Her tür varlık, ilk yaratılış esnasında henüz dış tesirlerden uzak iken Yüce Yaratıcı’nın kendilerine bahşettiği özelliklerle birlikte var olacağından, fıtrat kelimesi bu ilk yaratılış esnasında varlıklara verili olan temel yapı ve karakter özelliklerini dile getirir. Her bir varlığı böyle ilkten ve kendilerine mahsus birtakım özelliklerle vücuda getiren Allah Teâlâ’nın bir ismi de “Fâtır”dır.[4] Hiyerarşik olarak cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanların kendilerine özgü birer tabiata sahip olarak yaratılmaları hep fıtrat kapsamındadır. Ancak İslâm geleneğinde fıtrat bilhassa insana mahsus tabiatı belirtmek için kullanılır. Zikredilen hiyerarşideki varlıklardan üstte olan alttakinin fıtratına da sahip iken, aşağıdaki varlık yukarıdakinin fıtratına sahip değildir.[5]
Bu kelime âyet ve hadîslerde insanın değişmeyen doğasını anlatmak için kullanılır. Fakat bu doğa tek tek bireylerin cüz’î fıtratlarına değil, bütün insanların insan olmaları bakımından ortak olarak sahip oldukları küllî fıtrata işaret eder. Dolayısıyla bazı insanlara sonradan ârız olan birtakım durumlar, alışkanlık ve âdetlerle yerleşmiş durumlar bu fıtrat kapsamında olmadığı gibi, doğuştan olsa da küllî fıtrata uygun olmayan durumlar da bu kapsamda değerlendirilmez. Mesela insanların sağlam iki göze sahip olmaları fıtrattandır, fakat bazı insanlar doğuştan âmâ olabilirler. Bu tarz hususi yaratılış özellikleri veya kusurları fıtrat kapsamında değerlendirilmez; asıl fıtrat sahih ve sâlimdir.[6] Bu anlatılanlara göre teknolojik gelişme ve imkânların fıtratla uyumlu biçimde işlev görmesi asıldır. Doğuştan gelen veya sonradan olan beden kusurlarını fıtrata uygun şekilde düzeltmek fıtratla uyumlu biçimde çalışmak kapsamında iken; insanın temel biyolojik yapısını yeniden tanımlamaya ve bunu inşa edilebilir bir kategoriye dönüştürmeye kalkışmak, insanla diğer varlıklar arasındaki sınırı belirsizleştirmek fıtrata aykırı tavırlar arasındadır.
Fıtrat böyle maddî ve fizyolojik bakımdan aslî tamlık ve bozulmamışlık durumunu ifade ettiği gibi, vücudun her bir parçasının yaratılış amacını da içeren bir kelimedir. İbn Âşur’un anlatımıyla fıtrat, insanın kendisi üzerine yaratılmış olduğu temel beden ve akıl özelliğidir. Buna göre insanın ayakları üzerinde yürümesi bedenî fıtrat olup elleri üzerinde yürümeye çalışması fıtrata aykırıdır. Elleri kullanarak çalışmak bedenî fıtrat kapsamında ise de, ellerle yapılacak işi ayaklarla yapmaya çalışmak fıtrata aykırıdır. Sonuçları sebeplerinden, neticeleri öncüllerinden anlamaya çalışmak aklî fıtrata uygun olup bir şeyi onun sebebi olmaya uygun olmayan unsurlardan anlamaya çalışmak aklî fıtrata aykırıdır. Bu dünyada duyularımızla gözlemlediğimiz varlıkların kendinde gerçekliklere sahip olduğunu kabul etmek aklî fıtrata uygun, sofistlerin duyularımıza güvenmeyerek dış gerçekliğe yönelik olarak ileri sürdükleri köklü itiraz ve inkarlar ise aykırıdır.[7] İslâm dininin fıtrat olması, İbn Âşur’a göre aklî fıtrat kapsamındadır.
Fıtrat böylece bir yapı, heyet, bütünlük ifade ettiği gibi bir amaçlılık da ifade eder. Buna göre her bir organın yaratılış amacını içinde barındıran bir fıtratı vardır ki buna o organın vazifesi veya fonksiyonu da denebilir. Mesela insanın acıkıp susaması yaşamını devam ettirmesi, yaşamak için kendisine gereken ve faydalı unsurları elde etmesi içindir. Kişi vücuduna zararlı maddeleri yiyip içerse fıtratına aykırı davranmış olur. Gözün fıtratı Hakk’ın âyetlerini görüp tanımak, kulağın fıtratı doğruyu işitmek içindir. Fıtrat aynı zamanda insanın manevî bütünlüğü içerisinde yaratılış hikmetine yönelmiş tabiatına denir. İnsanın kemâle, yetkinliğe ulaşması iki sahada, bilgi ve eylem (ilim ve amel) sahalarında yetkinleşmekle mümkün olur. Bilgideki yetkinlik “hak”, eylemdeki yetkinlik “hayır”dır. İnsan fıtratı işte hep hak ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. Buna göre insan aklı ve zekâsının fıtratı Hakk’ı tanımak, Hak olan yaratanından başkasına kulluk etmemektir. Doğruyu bilip iyiye uygun şekilde hareke etmektir. İnsan aklını bu amaçtan başkasına yöneltirse fıtratına aykırı davranmış olur. Allah Teâlâ “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm: 30), buyurmuştur. Buna göre fıtrat dini hanîflik olan İslâm’dır. İnsanoğlunun fıtratı da kendisini yaratan (fâtır) Yüce Allah’a itaattir. Dinsizlik fıtrata aykırı olduğu gibi Allah’tan başkasına ubudiyet de fıtrata aykırıdır.[8] Zemahşerî gibi müfessirlere göre bu âyette, Allah’ın insanı tevhidi ve İslâm dinini kabul etmeye elverişli biçimde yarattığı ifade edilmiş olmaktadır. Kurtubî de buna hakkı benimseme yatkınlığı demektedir. İnsanların Allah’ın dini üzere yaratılmış olmaları, bu dinin akla uygun, sahih akıl yürütmenin sevkettiği dosdoğru yol olmasıdır. Dış etkenler bulunmadığı takdirde insandaki aslî fıtrat İslâm’dır. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu manaya işaret sadedinde “Dünyaya her gelen fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babaları onları hıristiyan, yahudi veya mecûsî yapar” buyurmuştur.[9]
Bir hadîs-i şerîfte beş şeyin ve diğer bir rivayette ise on şeyin fıtrat kapsamında olduğu ifade edilir ve bu meyanda tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak, dişleri temizlemek, parmak mafsallarını yıkamak ve beden temizliğine ilişkin diğer bazı hususlar sayılır. Sayılan bu gibi unsurların, İbnü’l-Esîr’in ifadesiyle peygamberlerin sünneti, yani onların insanlığa öğrettiği insanın aslî tabiatına uygun temizlik vesileleri olduğu görülür.[10]
İnsandaki iyiye, hayra yönelme, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kapasitesi olan ahlâkî bilinç olarak vicdan da fıtrîdir. Ahmet Hamdi Akseki şöyle yazıyor: “İnsanda iyiyi kötüden, hayrı şerden tefrik ve temyiz edecek bir kuvvet vardır. Bu kuvvet, ilâhî ve fıtrîdir. Bu kuvvet fıtratını bozmadıkça bizi daima hayra sevk eder, şerden men eder. İyi işlerden sevinç ve inşirah duyarız, kötü işlerden ıztırab hissederiz. Aynı zamanda bu kuvvet ve istidat örf ve âdetle, bâtıl zan ve itikadlarla, fena muhît ve terbiye ile körleşebileceği gibi; hak, sahih ve doğru itikat ve esaslı bir terbiye ile de en yüksek bir tekâmül ve inkişaf arz edebilir.” Ancak unutmamak gerekir ki vicdanın ezelî ve ilâhî temizliğini koruyabilmesi için kudsî ve ilâhî bir nur olan vahiy ile yolunun aydınlatılması gerekir.[11] Hakkı kabul etmeye yatkın olmak demek, insanın hakkı kabul edip hayatını buna göre düzenleyeceğinin garantisi değildir. Kişi vicdanını daima hak ve hayır tarafına yöneltme gayretinde bulunmadığı takdirde, bir zaman gelir hevâsının sesini vicdanının sesi zannetmeye başlar.
Modern seküler düşüncenin gelip dayandığı nokta insanın değişmeyen hiçbir özü bulunmadığı, insana ait her şeyin yine insan tarafından inşa edilebilir, kurgulanabilir, değiştirilebilir olduğu yönündedir. Böyle bir tavır insanı seçkin bir varlık olmaktan çıkardığı gibi, onun var oluş gayesini de belirsizleştirir ve hazların tatminini temel yaşam amacı olarak belirlemeye temayül eder. Fıtrat kavramının içerdiği hakikatler bizlere bazı şeylerin tarafımızca değiştirilemeyeceği gerçeğini öğreterek bir taraftan acziyetimizi idrak ettirirken, diğer taraftan da bu dünyadaki geçici varoluşumuzun gayesini unutmamamız gerektiğini hatırlatmaya devam eder.
Prof. Dr. Asım Cüneyd Köksal
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül 2020/15 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Râgıb İsfahânî, el-Müfredât (thk. Safvan Adnan Davudî), Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1997; s. 640.
[2] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 1889.
[3] Yazır, Hak Dini, III, 1890.
[4] Hayati Hökelekli, “Fıtrat”, DİA, XIII, 47.
[5] Mehmet Birsin, İnsan Hakları Kuramı, s. 178.
[6] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 3822-3823.
[7] Muhammed Tâhir b. Âşur, Usûlü’n-Nizâmi’l-İctimâî fi’l-İslâm, s. 17.
[8] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 3822-3823.
[9] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XX, 453. Hadis Buhârî ve Müslim’de yer almaktadır.
[10] Birsin, İnsan Hakları Kuramı, s. 176-7.
[11] Akseki, İslâm Fıtrî, Tabîî ve Umûmî bir Dindir, s. 152-3.