Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılmasında esbabü’n-nüzul, yani nüzul sebeplerinin önemi herkesin malumudur. Belli zaman, mekan ve muhataplara karşı inen ayetlerin nüzul sebeplerinin bilgisine vakıf oldukça, ayetlerin ne dediğini ve ne demek istediğini daha iyi anlar, bugüne nasıl taşınacağını daha iyi kavrarırız.
Bu önemli husus sadece Kur’an ayetlerinin doğru anlaşılması için değil, tüm metinler içinde geçerlidir. Bundan dolayı çok doğru bir tespit ile; “bana sözün bağlamını verin, size anlamını vereyim” diyebiliriz. Hele anlamak istediğimiz metin Kur’an’ın en yetkin yorumu olan sünnet ve sünnetin sözlü kısmı olan hadisler ise; sebeb-i vürûd/ortaya çıkış sebebini bilmek, daha da önem arz etmektedir. Bu kısa bilgiler ışığında bilinen bir hadisi ortaya çıkış sebebi ile beraberce anlamaya çalışalım.
Bir çok hadis kitabının naklettiği bir rivayete göre, Sözün Sultanı olan Efendimiz (a.s.) şöyle buyuruyor: “İslam yücedir, hiçbir şey onun önüne geçirilemez.” Bu hadisin ifade ettiği mesaj çok açıktır ve ilk duyduğumuzda hemen anlayabileceğimiz bir düzeydedir. Buna rağmen; “Acaba Allah Resulü (s.a.v.) bu sözü neyin üzerine söyledi? Kime söyledi? Niçin söyledi?” diye merak edip, sözün bağlamına müracaat etsek, o bağlam bize bambaşka ufuklar kazandıracaktır. Böyle bir merak ile kutlu Nebi’nin lisanından çıkan bu sözü anlamaya çalışıyoruz.
Hicri 8.yılda Allah Resulü (s.a.v.) 10.000 askeri ile birlikte Mekke’yi fethetmek üzere yola çıkıyor. Bu büyük ve ihtişamlı ordu Mekke’ye yakın bir bölge olan Maruzzehran’da konaklayınca Efendimiz, her askere bir ateş yakmasını emrediyor. Bir anda 10.000 ateş yakılıyor ve dışarıdan bakanların İslam’ın gücü ve heybeti karşısında dili tutuluyor. Dili tutulanlardan biri de o gün için halen Müslüman olmamış, Mekke’nin lideri olan Ebu Süfyan’dır. Ebu Süfyan, Müslümanların Mekke üzerine geldiklerini duyunca, olayın mahiyetini iyice öğrenmek için İslam askerlerinin konakladıkları bölgeye doğru geliyor. Yakılan o ateşlerle askerlerin sayıca çokluğunu görünce, bu sayıda bir ordu ile baş edilemeyeceğini itiraf edip, karşısında duran manzarayı dehşetle seyrediyor. Tam bu esnada İslam askerleri onu fark edip, tutukluyorlar. Bu arada Allah Resulü’nün amcası Hz. Abbas, Ebu Süfyan’ı görüyor, onu himayesine alıyor ve onu Efendimiz’e götürmek istiyor. Önde Hz.Abbas, arkada Ebu Süfyan, Allah Resulü’nün çadırına doğru yürüyorlar. Allah Resulü’nün kaldığı çadıra geldikleri zaman, çadırın önünde ÂizibnAmr isimli sahabininde içeriye girmek için izin beklediğini görüyorlar. Çadırın önündeki nöbetçi Efendimiz’in huzuruna giriyor ve diyor ki: “ Ya Resûlullah! Ebu Süfyan ile ÂizibnAmr içeriye girmek için izin bekliyorlar.” Bu cümleye Allah Resulü hiç kimselerin aklına gelmeyecek bir mesajı belirtmek adına itiraz ediyor ve o nöbetçiye hitaben diyor ki: “Ebu Süfyan ile ÂizibnAmr değil, ÂizibnAmr ile Ebu Süfyan izin istiyorlar, diyeceksiniz. Çünkü Müslüman, başkalarından daha izzetlidir. İslam yücedir, hiçbir şey onun önüne geçirilemez.”
Allah Resulü’nün konuşma akışı içerisinde nöbetçi sahabinin hiç de fark gözetmeden kullandığı bu ifadeye müdahale etmesi çok önemlidir. Buradaki nebevî uyarı aslında hayatın her alanında bizlere Müslümanca düşünmeyi ve Müslümanca yaşamayı öğreten sünnetin ne kadar önemli olduğunun da en güzel örneklerinden biridir.
Bu noktada şunu merak edip sorabiliriz; “Bu ince anlayış ve hiç kimselerin aklına gelmeyen bu güzel hassasiyet, Allah Resulü’nde nasıl gelişmişti?” Bu soruya vereceğimiz cevap elbette ki; “Efendimiz’in, Kur’an’ın kendisini inşa etmesine kayıtsız ve şartsız bir şekilde teslim olmasıdır” olacaktır. Allah Resulü (s.a.v.) bu hadiseden yaklaşık 16 sene önce Mekke’de Abdullah b. ÜmmüMektum’un vesile olduğu olay üzerine inen Abese Sûresi’nin mesajlarını öyle doğru anlamış ve o mesajlara öyle teslim olmuştu ki, bir daha amaç tebliğ olsa bile; Müslümanı, Müslüman olmayana tercih etmemişti.
İşte hadislerin ortaya çıkış sebeplerini bilmemiz, bize böyle önemli mesajları duymamızı sağlayacaktır. Buradaki hadis bağlamından hareketle, biz inanan insanlar yeniden aramızdaki hukuku gözden geçirmek zorundayız. Acaba ne zaman birbirimize kör göz muamelesi yapmaktan kurtulacağız? Kör göz muamelesi nedir bilir misiniz? “Arayın, daha güzel bir göz bulursanız ne âlâ, eğer bulamazsanız ne de olsa bir kör gözümüz var” mantığıdır.
Ne yazık ki genelde bizlerde, birbirlerimize karşı böyle bir anlayış hakimdir. Yanı başımızda duran, her hali ile bizden olan aynı inancın ve aynı davanın insanlarına; “ne de olsa o bizden” mantığı ile onları elde var bir diye hesap eder, kanı beş para etmeyen insanların ise etrafında döner dolaşırız.
Duruşlarımızı Nebevî Mirasın ışığında yeniden gözden geçirmeye ne dersiniz.
Muhammed Emin YILDIRIM