İslâm kelimesi, Arapçada “Barış” anlamına gelen “Selâm” kelimesinden türetilmiştir. Bu anlamıyla selâm, birçok yerde geçer ve Müslüman toplumlarda, günlük hayatın birçok alanında kullanılır. Her gün onlarca, belki yüzlerce defa yapılan “Selâmlaşma” bunun en belirgin örneklerindendir. Ayrıca ebedî olarak kalınacak Cennete “Daru’s-Selâm-Kurtuluş yurdu” denilmiştir. Haddizatında bütün semavî dinlerin insanlar arasındaki düşmanlık ve çatışmaları sona erdirmek, emniyet ve sulhü temin etmek için geldiklerini[1] düşünecek olursak, son ve en mükemmel din olan İslâm’ın barışa verdiği önemi anlayabiliriz.
İslâm’ın ilk anayasası olan Medine Anayasası’nın 17. maddesinde bu kelime, sulh ve barış manasında yeralmaktadır. Bu madde şöyledir;
“Silm (sulh), mü’minler arasında bir ve tektir. Hiç bir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpte, diğer mü’minleri hariç tutarak, bir sulh antlaşması aktedemez; bu sulh onlar (mü’minler) arasında umûmiyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.”[2]
Müsâleme
Bu bilgiler doğrultusunda müsâleme, “Savaşmakta olan tarafların, belli bir müddet savaşı terk gayesi ve talebiyle çeşitli şartlar ileri sürerek veya şartsız olarak yapılan anlaşma, Müslümanın harbî ile müsâleme üzerine, yani İslâm devletinin hakimiyeti altında bulunmaksızın kendileriyle bir müddet mütâreke üzerine yaptığı akiddir.”[3] şeklinde açıklanmıştır.
İslâm hukukuna göre savaşı sona erdirme yolları arasında yeralan müsâleme, öncelikle düşman tarafın buna meyilli olmasıyla gerçekleşir. Böyle bir meylin gün yüzüne çıkmasıyla, niyetleri ne olursa olsun, Müslüman tarafın barışa taraftar olması gerekmektedir.[4] Bu durumu açıkça Kur’ân’ın şu ayetinde görmekteyiz;
“Eğer onlar (düşmanlar) barışa meylederlerse, sen de hemen buna yanaş ve Allah’a tevekkül et.”[5]
Bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere İslâm’a göre barış, tıpkı fertler arası ilişkilerde olduğu gibi devletler arası ilişkilerde de asıl, genel prensip ve kaide; harp ise arizi ve geçici bir durumdur. Hattâ bazan bir zaruret haline de gelebilir. Yerine göre yalnız bir milletin, bir ırkın ve bir ferdin hayrını gerçekleştiren değil, bütün beşeriyetin hayrını temin için katlanılması gereken bir zaruret olabilir.
Hakikaten gerek Kur’ân’a ve gerekse Sünnet’e dikkat edecek olursak, İslâm nazarında Müslümanlarla Müslümanlar, Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasındaki ilişkilerin odak noktasını barış ve kardeşlik prensibinin teşkil ettiğini görürüz. İnsanlığın birlik ve kardeşlik içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşamasını hedefleyen İslâm dini, sulh ve salahı esaslı bir prensip olarak kabul eder. Savaş İslâm’ın hedefleri arasında yer almaz. Hattâ buna şer nazarıyla baktığını da söylemek mümkündür ve bu özellikle Müslümanlar arasında olursa en büyük şer, en büyük tehlike olarak değerlendirilir.
Bir tek topluluk olarak insanlık
İnsanlığı bir tek topluluk olarak değerlendiren İslâm, toplumlar arasındaki ilişkilerde dostluk ve yardımlaşmanın esas oluşunu hükme bağlamıştır. Bu sebeple, Müslümanlar kendilerine düşmanca tavır takınmayan Gayr-i Müslim topluluklarla iyi ilişkiler kurmaktan men edilmez. Bilakis böyle durumlarda, onlara karşı iyilikte bulunmaları ve adâletli davranmaları emredilmektedir.[6]
İslâm devletinin Gayr-i Müslim devlet ve toplumlarla gerçekleştireceği münasebetlerde takip edeceği siyaset şöyle tespit edilir:
“Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik, onlara adâletle muamele etmenizden Allah sizleri menetmez. Çünkü Allah adâlet yapanları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hususunda savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanlarla dostluk etmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir.”[7]
Ayet dikkat edileceği gibi iki ayrı durumda iki ayrı hükmü taşır:
a) Müslümanlarla özellikle din konusunda savaşmamış ve Müslümanları zor kullanarak yurtlarından çıkarmamış olanlar. Bu gruba karşı adâletle muamele edilmesi ve barış esaslarına özenle uyulması istenir. Müfessirlere göre, bu ifadeler Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasında iyilik ve ihsanda bulunmanın cevazını göstermektedir.
b) Birinci şıkkın tam tersi olarak, Müslümanlarla din konusunda savaşıp onları yurtlarından çıkaranlar. Bu grupla dinin yüceliğini ve Müslümanların kendi haklarını korumaları için savaşmaları, cihad etmeleri öngörülür.
Hemen ifade edelim ki, ikinci şıkta gösterilen yol ilişkilerin esasında barış ilkesinin bulunuşunu etkilemez. Çünkü temelde varsayılan ve olması gereken barış havasının tekrar tesis edilmesi için, arızî bir hal olarak savaş yolu gösterilmiştir. Kur’ân’da savaşa izin veren ilk ayetlerden itibaren, bu konuda son olarak indiği bildirilen ve milletlerarası ilişkilerin harp esasına dayandığını iddia edenlerce ondan önce nazil olup, barışa davet eden ayetleri neshettiği iddia edilen kılıç ayetine[8] kadar birçok ayette aynı özelliği görebiliriz:
“Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle izin verildi.”[9]
“Size karşı savaş açanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”[10]
“İçlerinden zulmedenler hariç olmak üzere, Ehl-i Kitap ile en güzel şekilden başka bir sûretle mücâdele etmeyin…”[11]
“..Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın..”[12]
“Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın..”[13]
Savaşın şartları
Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, savaş için bir takım şartların vaki olması gerekir. “Zulme uğramış olmak, kendilerine savaş açılmak, topyekün saldırıya maruz kalmak, yeryüzünde fitnenin varoluşu” vb. sebeplerin olmaması halinde barış halinin sürekli olacağı kaçınılmazdır. Örneğin “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar” ifadesini ele alacak olursak, “Bu, onlardan Müslümanları dinlerinden çevirmeye, onda fitneye düşürmeye yönelik bir zorlama, öldürme ve şiddet kullanma gibi fiiller kalmayıncaya kadar savaşın demektir ki, buradan ‘böyle bir tutum içinde olmamaları halinde onlarla savaşmayın’ anlamı çıkar.”[14] şeklinde yorumlanmıştır.
Diğer yandan, Müslümanları savaşa doğrudan teşvik eden ayetlerde durum bundan pek farklı değildir. Örneğin; “Ey iman edenler! Kafirlerden size yakın olanlarla savaşın..”[15] ayetini hiç bir meşrû sebep olmaksızın, ele geçen ilk fırsatta onlara saldırıp, onlarla savaşmak şeklinde yorumlayamayız.
“Kılıç ayeti” olarak bilinen ve daha önceki barışa ve sulhe dair bütün ayetlerin hükümlerini neshettiği iddia edilen ayetin muhatabının Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozan Arap putperestleri olduğu belirtilir.[16] Diğer taraftan siyak-sibak ve delâlet bakımından ele alındığında bu ayetin hükmünün bütün kâfirlere teşmil edilemeyeceği, esas maksadın mü’minleri, müşriklere karşı aynı hedefte kuvvetlerini birleştirmeye ve tek cephe olmaya davet olduğu şeklinde yorumlanmıştır.[17] Eski dönem İslâm hukukçularının nesh konusunda böyle bir görüşe sahip olması da, o zamanın galibiyetlerle dolu ortamından etkilenmeleri, sonuçta bütün ayetleri fiilî ve hücuma dayalı savaş anlamında ele almalarına bağlanmıştır.[18] Diğer yandan bu görüşlerinde haklı olsalar da, özellikle günümüzde böyle bir hükümle amel etmenin ne denli zor olacağı aşikârdır. Kur’ân’ı çok yönlü bir şekilde anlamaya çalışıp, muhtelif ayetleri birbirleriyle karşılaştırıp ilişkilerini bulmak gerekir. Sadece bir ayet üzerinde düşünüp, onu da zahirî anlamıyla ele almak yanlış olur.
Aynı telkinler Hz. Peygamber’in (sas) söz ve fiillerinde de kendini gösterir. Zira o, İslâm’ın ilk ortaya çıktığı dönemde, Arabistan yarımadasında yaşayıp dahilî ve haricî çatışmalar sebebiyle bir türlü barış ve huzur havası teneffüs edemeyen insanlara her fırsatta müsamaha ve barış teklifiyle gitmiştir. Medine’ye hicret ettikten sonra, farklı din, ırk ve milletlerden oluşan şehir halkını barış esasları çerçevesinde gerçekleştirilen bir anayasayla birleştirmesi[19], özellikle Müslüman oldukları halde nesiller boyunca birbirlerinin kanını akıtıp, düşmanlık yapan Evs ve Hazrec kabilelerini kardeş yapması,[20] sulh talebinde bulunan, anlaşma yapmak isteyen herkesle sulha yanaşması, kendini ve diğer Müslümanları öz yurtlarından çıkaran kişilere karşı hiç bir zaman kin gütmeksizin, daima onların kurtuluşu için çalışması[21] ve daha bir çok uygulamayla barışın önemi üzerinde durmuştur. Çeşitli örnekler vererek konuya açıklık getirmeye çalışalım:
“..Benden sonra birbirinin boğazına sarılan kafirler haline gelmeyin..”[22]
“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Fakat düşmana kavuşunca da sabredin..”[23]
“Yazık Kureyş’e ki, savaş kendilerini yiyip bitirdi. Benimle diğer Araplar arasına girmeselerdi ne olur sanki?..”[24]
Sulh arayışları
Gerek Hz. Peygamber (sas), gerek Hulefâ-yi Râşidîn ve gerekse takip eden dönemlere bakıldığında, İslâm ordusu gayr-i müslim bir grup veya orduyla karşılaştığında onlarla doğrudan savaşa başlamadıkları, bir takım seçenekler sundukları görülecektir.
Özellikle Ehl-i kitaptan bir toplulukla savaş durumuna gelindiğinde, onların önlerine üç tercih konulmaktaydı. Bunlar:
a. İslâm’ın tebliğ edilmesi ve Müslümanlığa davet edilmeleri. Eğer razı olurlarsa savaş için hiç bir sebep kalmayacak, barış ve güvenlik içinde olacaklardır. Bir Müslümanın elde ettiği bütün haklardan faydalanacak, bunun yanı sıra İslâm’ın yüklediği bütün mükellefiyetlerden sorumlu tutulacaklardır.
b. Birinci şık kabul edilmez, kendi inançlarında kalmayı dilerlerse bu kez kendilerinden cizye vermeleri istenir. Kabul etmeleri halinde kendi vatanlarında diledikleri gibi yaşayabilir, dini inanç ve ibadetlerinde özgür olurlar. Yine bu şıkkın gerçekleşmesi halinde barış sağlanmış, harb illeti sona ermiş olacaktır.
c. Eğer her iki şık da kabul edilmezse, güçleri, inatları ve Müslümanlara olan düşmanlıkları kırılıp, sulh ve sükûn sağlanana kadar savaş yapılır.[25]
İslâm Hukuku kitaplarında çokça yeralan “el-Zimme” terimi, Müslüman siyasî otorite ile Gayr-i Müslim vatandaşlar arasında, Gayr-i Müslim vatandaşlara Müslümanların himayesini ve onlarla barışçı ilişkiler kurulmasını sağlayan bir tür sürekli mukavele olarak tanımlanmaktadır. Bunun karşılığında ikinci şıkta yer aldığı gibi, onlar da İslâmî yönetimi kabul edip kelle vergisi, yani cizye ödeyeceklerdir. Bu durumda İslâm devleti Gayr-i Müslimlerin yalnız inançlarına, dinî ibadet ve kanunlarına müsamaha ve hoşgörüyle yaklaşmak zorunluluğunu taşımayacak, aynı zamanda hayatlarının ve mallarının himayesini üstlenecektir.[26] Bu yükümlülük kaynaklarda; “Kanları kanımız, malları malımız gibidir.”[27] şeklinde formüle edilmiştir.
Eman verme
Diğer yandan İslâm, Müslümanlara sığınıp yardım talep eden kim olursa olsun, hattâ müşriklerden birileri dahi olsa eman verilmesini, yardımsız geri çevrilmemelerini emreder:
“Eğer müşriklerden biri eman dileyecek olursa, sen de ona emân ver; ta ki Allah’ın kelamını dinlesin. Sonra da, iman etmeyip yurduna dönmek isterse, onu emin olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar hak ve hakikati bilmez bir topluluktur.”[28]
Bu isteğe kulak veren adil Müslüman idareciler sayesinde yüzyıllar boyunca ırk, din, siyaset ve diğer sebeplerle zulme maruz kalmış olanlar, İslâm toprağında daima sığınacak yer bulmuşlardır.
Sonuç
İnsan bedeninde nasıl aslolan sağlık hali ise, İslâma göre devlet ve tüm insanlık seviyesinde de aslolan sağlık, yani barış durumudur.
İnsan bedeninde arızî, yani sonradan ve dışarıdan kaynaklanan özellik hastalıktır. İslâm’a göre gerek devlet, gerek tüm insanlık seviyesinde arızî olan özellik savaş halidir. Savaş ve harpler, ancak aslolan barışın tehdit altında olması durumunda başvurulan; sulh ve selametin devamını sağlamak, bu yolda kendisini gösteren tehdit unsurlarını defetmek için gerçekleştirilen bir tür cerrahî müdaheleye benzer.
Kısa ve öz ifadeyle İslâm bir barış dinidir. Esas öncelik barış ve sulhtedir. Ana hedef barış ortamının ferd, ülke ve dünya çapında sağlanması ve devamının güvence altına alınmasıdır.
Esas hedef dünya barışını temin etme, temelleri sağlam bir barış dünyası tesis etmektir.
Dr. Öğr. Üyesi Veli Sırım
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2018/7 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Hasen, Muhammed Ali, el-Alâkâtü’d-Devliyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim ve’s-Sünne, y.y., 1980, s. 268.
[2] Anayasa metni için bkz. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Mısır, 1335, II, 147 vd.
[3] Haraşî, Ebû Abdullah, Şerh-i Muhtasar-ı Halil, Beyrut, t.y., III, 150.
[4] Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1960, IV, 2425.
[5] Enfâl, 8/61.
[6] Udeh, Abdülkadir, el-İslâm ve Evdâuha’l-Kanûniyye, Kahire, 1951. s. 77.
[7] Mümtehine, 60/8-9.
[8] Tevbe, 9/36.
[9] Hacc, 22/32.
[10] Bakara, 2/190.
[11] Ankebût, 29/46.
[12] Tevbe, 9/36.
[13] Bakara, 2/193.
[14] İbn Hümâm, Kemaluddin Muhammed bin Ebi Abdilvahid, Fethu’l-Kadîr, Kahire, t.y., V, 437.
[15] Tevbe, 9/123.
[16] İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik, es-Sîre, I, 264 vd.
[17] Ebû Zehre, Muhammed, el-Alâkâtu’d-Devliyye fi’l-İslâm, Kahire, t.y., s. 90.
[18] Ebû Zehre, s. 78-79.
[19] Sönmez, Abidin, Resûlüllah’ın Diplomatik Münâsebetleri, İstanbul,1985, s. 81-82.
[20] Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Terc. Salih Tuğ – Said Mutlu), İstanbul, 1969, II, 273.
[21] Macit, Yüksel, İslâm Anayasa Hukûkuna Giriş, Tavas,1990, s. 2.
[22] el-Buhârî, 9/42-43.
[23] Ebû Davûd, Süleyman bin el-Eş’as, Sünen, Humus, 1388; Cihad, s. 89.
[24] İbn Kesîr, Ebu’l-Fida, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966, IV, 165.
[25] Fettâni, İbrahim, el-İslâm ve’s-Selâm, Nedvetü’l-Muhâdarât, Mekke-i Mükerreme, 1981, s. 239.
[26] el-Maverdî, Ebu’l-Hasen Ali bin Muhammed, Ahkâmu’s-Sultâniyye, Mısır, 1973, s. 251.
[27] İbn Kudâme, Muhammed Abdullah b. Ahmed, el- Muğnî, Beyrut , 1972, IX, 272.
[28] Tevbe, 9/6.