Hz. Ömer (ra), Efendimiz’in (sas) solunun adamı idi. O, altı sene İslam’ın davetine karşı olmuştu. Altı sene boyunca elinden geldiğince, davetin sesini kısmaya çalışmış, elinin altındakilere işkenceler yapmış, işin sonunda da Efendimiz’i (sas) öldürmek üzere yola çıkmıştı. Hz. Ömer böyle bir hâlde iken bile Efendimiz ondan hiç umudunu kesmemiş, küfür yolunda samimi olanların, İslam yolunda da samimi olacağını çok iyi bildiği için, Ömer’e ve dayısı Ebû Cehil’e hidayete ermeleri için dua etmişti. (“Ey Allah’ım! İki Ömer’den (Ömer b. Hattab ve Amr b. Hişam) biri ile sen İslam’ı aziz kıl, güçlendir.” hadisi için bkz: Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/95; Tirmizi, 3681; Hâkim, Müstedrek, 3/83)
Hz. Peygamber’in (sas) bu duaları netice vermiş, Ömer öldürmeye çıktığı yolda dirilmiş, kız kardeşi Fatıma’nın evinde iman şerbetini içmiş, oradan imanını ikrar etmek için Darû’l-Erkam’a doğru yola çıkmıştı. Hz. Ömer’in Darû’l-Erkam’a gelişi, birçoklarını şaşırtmıştı. Çünkü Ömer gibi, İslam’a şiddetle düşman birinin iman edeceğini hiç kimseler düşünmüyordu. Ama Efendimiz bir gün Ömer’in geleceğini çok iyi biliyordu. Bunun için de ilk günlerde sağına Ebû Bekir’i geçirmesine rağmen, solunu hep boş bırakmış, adeta fiili olarak; “Orası Ömer’in yeri” demişti. Çünkü Efendimiz’in (sas) sağında cemal sıfatı ile duran Hz. Ebû Bekir vardı. Sol tarafa celal sıfatlı biri lazımdı. Celal sıfatı da Mekke’de en fazla Ömer’e yakışırdı. Bundan dolayı da Hz. Ömer, altı yıl geç gelmesine rağmen böyle bir makamın sahibi olacaktı.
İman ettiği ilk gün öyle bir imanın coşkusunu ve heyecanını hissetmişti ki daha işin başında Efendimiz’den (sas) “Farûk” lakabını kazanmış, artık Ömer b. Hattab değil, Ömerü’l-Farûk olarak anılmaya başlanmıştı. (Fe semmâni Resulullah yevmeizin el-farûka/İşte o gün Resulullah beni Farûk diye isimlendirmişti.” Bkz: İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 1308; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270, 271) Müslüman olduğu ilk günden, Efendimiz’in (sas) vefat edeceği güne kadar, aralıksız on yedi yıl hep imanına yakışır bir duruş ortaya koymuş, defaatle; Efendimiz’in (sas) övgü, dua ve taltifine mazhar olmuştu. (Bu hadisleri görmek için, hadis kitaplarının Menâkıb bölümlerine müracat edilebilir.) Efendimiz’in (sas) vefatından sonra da İslam’ın ilk halifesi olan Hz. Ebû Bekir’in (ra) sağına geçmiş, iki buçuk yıl boyunca ona en büyük yardımcı olmuştu. Bu yıllarda Hz. Ömer (ra) celal sıfatı ile değil, cemal sıfatı ile Hz. Ebû Bekir’in sırtındaki ağır sorumluluğu beraberce taşımaya çalışmıştı. Hz. Ebû Bekir’den sonra da iş başa düşmüş; on buçuk yıl boyunca İslam devletinin ikinci halifesi olarak, cihanda çok büyük ve derin izler bırakarak bu dünyaya veda etmişti.
Hz. Ömer’in (ra) iman yolunda yaşadığı otuz yıllık hayatı gerçekten çok önemli bir hayattı. (İman ettiğinde yaşı 33, vefat ettiğinde yaşı 63’tü. Hakkında daha fazla bilgi için bkz: İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 1307; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c. 4, s. 127-168; İbn Abdilberr, el-İstiab, c. 3,s. 235-244; Zehebi, Tecrîd-u Esmai’s-Sahabe, c.1, s. 397) Özellikle bu hayat boyunca, konumuz olan sevgi meselesinde bizlere birçok önemli hatıra bırakarak gitmişti. Biz sadece burada iki tanesini aktarabilsek de unutmamamız gereken bir hakikat var ki Hz. Ömer (ra)adaletin, izzetin, kuvvetin, cesaretin, dirayetin, vakarın, heybetin, rahmetin ve daha nice güzel hasletlerin kahramanı olduğu gibi sevginin de kahramanıdır.
Hz. Ömer’in Efendimiz (sas) ile olan sevgi bağının en güzel örneklerinden birini bize, sahabeden Abdullah b. Hişam nakletmektedir. (Hakkında daha fazla bilgi için bkz: İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 1506; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c.3, s.406; İbn Abdilberr, el-İstiab, c.3, s.122 ) O, Hz. Ömer’in başından geçen bu hatırasının canlı şahidi olarak, “Peygamber gerçek manada nasıl sevilir?” sorusuna cevap olacak nitelikte şöyle bir rivayet bize nakleder: “Bir gün Medine’de, Efendimiz (sas) birkaç sahabe ile birlikte geziyorlardı. Topluluk içerisinde Hz. Ömer (ra) de vardı. Onlar Efendimiz (sas) ile beraberce yürüdükleri bir anda, Efendimiz Ömer’in elini tuttu ve bir müddet öylece elele dolaştılar. Hz. Ömer, Efendimiz’in kendi elini tutmasına öyle bir sevindi, öyle bir heyecanlandı ki bir anda hepimizin ödünü koparacak bir ses tonu ile: “Ya Resulallah! Seni çok ama çok seviyorum.” dedi. Efendimiz (sas) şöyle bir Ömer’e doğru döndü ve dedi ki: “Babandan ve annenden daha mı çok?” Ömer: “Evet, Ya Resulallah!” dedi. Efendimiz: “Evladından ve eşinden daha mı çok?” diye sordu. Ömer: “Evet, Ya Resulallah!” dedi. Bu sefer Efendimiz: “Malından ve mülkünden daha mı çok?” diye sordu. Ömer yine: “Evet, Ya Resulallah!” dedi. Efendimiz devam etti: “Peki, nefsinden ve canından daha mı çok?” diye sordu.
Bu soruya Hz. Ömer’in (ra) ne cevap verdiğini eğer bilmiyorsak aklımıza gelen ilk şey, diğerlerinde olduğu gibi, bu soruya da: “Evet, Ya Resulallah!” dediği olacaktır. Böyle bir sorunun muhatabı biz olsaydık, anında “evet” der işin içinden çıkardık. Ama konuşan; Efendimiz’in lisanı ile dilinin üstünde meleğin dili olan, konuşan değil konuşturulan olan Ömer idi. (“Ömer’in dilinin üzerinde meleğin dili vardır; o söyleyen değil, söyletilendir.” Bkz: Buhari, Fedilu’l-Ashab, 6; Müslim, Fedilu’s-Sahabe, 23; Tirmizi, 3682)
O bize gerçek sevgiyi öğretecekti. “Evet, Ya Resulallah! Seni nefsimden çok seviyorum.” demenin ne anlama geldiğini gösterecekti. Evet, demenin bedelinin olduğunu; “Seni çok seviyorum.” sözünün ucuz bir söz olmadığını hayatı ile ispat edecekti.
Efendimiz’in sorusu karşısında Hz. Ömer (ra), hiç tereddüt etmeden: “Hayır, Ya Resulallah! Sizi nefsimden ve canımdan daha çok sevmiyorum?” dedi. Abdullah b. Hişam rivayete devam ediyor: “Efendimiz, Ömer’in bu cevabı karşısında, anında elini bıraktı: “Olmadı Ey Ömer, olmadı! Eğer ben sana nefsinden bile daha sevimli olmazsam kâmil bir imana ermiş olamazsın.” dedi.
Efendimiz’in (sas) bu sözleri Ömer’i adeta yıkmıştı. Biraz önce coşku ile Medine sokaklarını inleten Hz. Ömer’in yüzüne hüzün çökmüş, omuzları düşmüş, düşünceli bir hâlde eve doğru yürümeye başlamıştı. Ben de onu takip ediyordum. Eve geldi, evin önünde oturdu ve düşünmeye başladı. Dakikalarca düşünüyor, kendi kendine konuşuyor, bir şeylerin hesabını yapıyor gibi davranıyordu. Sonra birden ayağa kalktı; süratli bir hâlde Mescid-i Nebevî’nin yolunu tuttu, ben de arkasından koşmaya başladım. Mescide girdi, acele ile Efendimiz’in huzuruna çıktı; yine büyük bir coşku ve seda ile: “Ya Resulallah! Vallahi, seni nefsimden ve canımdan daha çok seviyorum.” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz :“el-Âne Ya Ömer! el-Âne/ Evet, şimdi (gerçek iman) oldu Ey Ömer! Şimdi…” dedi. (Buhari, Kitabü’l-İman ve’n-Nüzûr, 3.)
Bu tabloyu bize başka rivayetlerde anlatan Hz. Ömer’in (ra) oğlu, Abdullah b. Ömer, rivayetin devamı niteliğinde olan şu olayı da anlatır: “Babam sevinçle Efendimiz’in huzurundan çıkınca, ben bu olanları merak etmiştim. Hemen babamın yanına gittim ve dedim ki: “Babacığım! Efendimiz (sas) sana yolda: “Beni nefsinden daha çok seviyor musun?” diye sordu; sen önce yok dedin. Sonra geldin evin eşiğinde oturdun, ölçtün, biçtin; kalkıp Efendimiz’in yanına gittin ve nefsinden daha çok sevdiğini söyledin. Söyler misin kalbinde bir anahtar mı vardı ki çevirir çevirmez, nefsini Efendimiz’in sevgisine ikna ettin ve bunu gidip O’na ikrar ettin.”
Babam dedi ki: “Hayır, evladım! Neden böyle yaptığımı sana söyleyeyim. Ben o ana kadar birçok şeyi Efendimiz (sas) ile kıyaslamıştım. Kendi kendime demiştim ki: ‘Ey Ömer! Bir gün babanı, anneni, evladını, eşini, malını ve servetini, Efendimiz’e karşı tercih etmek zorunda kalsan hangisini tercih edersin? Hepsine hiç düşünmeden: Efendimiz, demiştim. Ama ben o ana kadar nefsim ile Efendimiz’i (sas) kıyaslayıp, hiç O’nunla nefsim arasında bir tercih yapma durumunda kalmamıştım. Hesabını vermediğim bir sözü ve bir iddiayı dile getirmek istemedim. Geldim, evde oturdum ve bunun hesabını yaptım. Dedim ki ‘Ey Ömer! Sen cahiliyenin karanlıklarında gezerken, O’nun vesilesi ile hidayetle tanıştın. Sen şimdi O’nu nefsinden daha çok sevemeyecek misin? Hayır, Vallahi! Beni, İslam gibi büyük bir şeref ile şereflendiren Efendimiz’i, ben her şeyden ama her şeyden daha çok sevmeliyim.’ dedim. İşte bu muhasebeyi yaptıktan sonra Efendimiz’e (sas) gittim ve O’na bu sevgimi ikrar ettim.” Hz. Ömer’in bu sözleri oğlu Abdullah’ı da sarsıyor; gerçek sevginin ne demek olduğunu, o da çok iyi anlıyordu. (Bu hadisin, Enes b. Malik ve Ebû Hureyre’den nakledilen başka rivayetleri de vardır. Bkz: Buhari, Kitabü’l-İman, 7, 8)
Bu rivayette Hz. Ömer’in tavrı gerçekten çok önemlidir. Hesabı yapılmamış bir söz söylememek, muhasebesini yapmadan “Seni seviyorum.” dememek; herhalde sahabeyi büyük kılan en önemli ölçülerden biri böyle bir hesap olsa gerek…
Hz. Ömer’in, Efendimiz’e (sas) karşı duyduğu derin muhabbetin bir örneği de Efendimiz’in vefatında sergilediği tutumdur. Efendimiz on üç günlük hastalığın ardından Hz. Aişe (ra) validemizin odasında çok arzuladığı Refik-i Â’lâ’ya doğru yürümüş (Refik-i Â’lâ kullanımı bizzat Efendimiz’e ait bir kullanımdır. Anlamı; Yüce Dost demektir. Bkz: Buhari, Meradi’n-Nebî ve Vefatihi, 3, 5, 8 ) ve bu dünyadan ayrılmıştı. Medine bu hüzün dolu, acı haberle yankılanırken, O’nu canından ve nefsinden daha çok seven Hz. Ömer, asla Efendimiz’in vefat ettiğine inanamıyordu. O, öylesine Efendimiz’i seviyordu ki, ölüm ile Efendimiz’i yan yana düşünmek bile istemiyordu. İşte o an, Medine Ömer’in şu sözleri ile yankılanıyordu: “Vallahi Resulullah (sas) ölmedi! O aynen Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gitti. Musa da gidince kavmi onun öldüğünü söylemişti. Göreceksiniz, nasıl Musa dönüp geldiyse; Efendimiz de gelecek ve münafıklara hak ettikleri cezaları verecektir.” (İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 266)
Hz. Ömer elinde kılıç, dilinde bu seda Medine sokaklarını inletirken, onu teskin etmek Hz. Ebû Bekir’e (ra) düşmüş: “Sakin ol ey Ömer ve Allah’ın takdiri karşısında konuşma!” diyerek, (İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 267 ) onun yüreğindeki yangınlara adeta su dökmüştü. Hz. Ebû Bekir’in (ra) bu sözleri karşısında Ömer, çaresizce bir yere yığılmış ve gözyaşları ile bir hak olan ölüme karşı kendini teskin etmeye çalışmıştı. Hz. Ömer’inbu tavrı derin bir sevginin ve muhabbetin büyük bir nişanesi değil midir? O günden sonra da Hz. Ömer hep Efendimiz’in (sas) sevdası ile yaşadı ve en son O’na komşu olarak bu dünyadaki mekânına çekildi.
Hz. Ebû Bekir sağda, Hz. Ömer solda…
Hz. Ebû Bekir’e (ra), Efendimiz’in sağının adamı, Hz. Ömer’e ise, Efendimiz’in solunun adamı dememiz, sadece onların bir ömür Hz. Peygamber’in sağında ve solunda durmalarından kaynaklanmıyor. Yine sadece Efendimiz’in: “Her peygamberin semada ve arzda iki veziri vardır. Benim semadaki vezirlerim Cebrail ve Mikail’dir. Yeryüzünde olan vezirlerim ise Ebû Bekir ve Ömer’dir.” (Tirmizi, 3680 ) sözünden de kaynaklanmıyor. Asıl bize böyle bir ifadeyi kullandırtan şu rivayettir: “Allah Resulü bir gün Mescidi Nebevî’ye girdi ve anında şöyle dedi:“Eyne Ebâbekir?/ Ebû Bekir nerede?” Hz. Ebû Bekir anında Efendimiz’in huzuruna geldi, Efendimiz (sas) onu sağ tarafına çağırdı: “Teale bi civari/Yanıma gel!” dedi ve Hz. Ebû Bekir’isağına aldı. Sonra Ömer’i sordu: “Eyne Ömer?/Ömer nerede?” Hz. Ömer de, anında geldi; Efendimiz (sas) ona da: “Teale bi civari/ Yanıma gel!” dedi ve onu da soluna aldı. Sonra ikisinin de ellerini tuttu ve havaya kaldırdı. Mescitte bulunan onlarca sahabeye; “Hakeza nüb’asu yevme’l kıyame/İşte biz kıyamet günü böyle kalkacağız, böyle haşr olacağız.” Dedi. (Tirmizi, 3699)
Bu tablodan dolayı biz hep Hz. Ebû Bekir’e, Efendimiz’in (sas) sağının adamı, Hz. Ömer’e ise Efendimiz’in (sas) solunun adamı diyoruz. Çünkü onların sağda ve solda olmaları sadece bu dünya ile alakalı bir durum değil, Efendimiz beyanı ile öte taraf/ahiret ile de alakalı bir hâldir.
Bu rivayette bizim dünyamıza yönelik, önemli bir mesaj vardır. Tabloyu hatırlarsak ortada Efendimiz, sağ tarafta Hz. Ebû Bekir (ra), sol tarafta Hz. Ömer, birer elleri Efendimiz’in (sas) ellerinde, ya diğer elleri nerede? Diğer elleri havada, o ellere el uzatacak başka eller bekliyor. O elleri havada boş bırakmamak için, aynı caddenin sakini olmak için ve o ellere el uzatacak hayatların sahibi olmak için gayret göstermek gerekiyor değil mi? Azıcık bir gayret nasıl bir fotoğrafta yer almamızı sağlayacakmış anlayabildik mi? Muhammed Emin Yıldırım