Hz. Ali’yi yazmak gerçekten çok kolay bir iş değil; hele hele onun hayatını bir kaç sayfaya sığdırmak hiç kolay değildir. Çünkü Hz. Ali dediğimiz zaman, Efendimiz (sas)’den sonra hakkında en fazla konuşulan, kitaplar yazılan, değerlendirmeler yapılan biri demiş oluruz. Malumunuz insanlık tarihi içerisinde hakkında en fazla kitaplar kaleme alınan, şiirler dizilen, makaleler ve araştırmalar yapılan Efendimiz’dir. Efendimiz’den (sas) sonra kimdir dediğinizde hiç tereddütsüz Hz. Ali’dir deriz. Gerçekten Hz. Ali ilk günden bu tarafa böyle bir hususiyeti olmuştur. Bu iddiamızı belki son yüzyılda yazılanların üzerinden söylediğimiz zan edilebilir. Ancak biz bu iddiamızı Hz. Peygamber dönemi ve hemen sonrası içinde söylemekteyiz. Ahmed b. Hanbel, Hz. Ali’nin bu özelliği için diyor ki: “Hz. Ali’nin hayatı için nakledilenler o kadar çoktur ki, başka hiçbir sahabe için böyle bir nakil olmamıştır.” Dolayısı ile Hz. Ali’nin hayatını öğrenmek bir yönü ile kolaydır; bir yönü ile de çok çok zordur. Kolaydır; hayatına dair kütüphanelerimizde binlerle ifade edilen kaynaklar mevcuttur. Zordur; hangisini öne alıp, hangisini geriye bırakacaksınız, neyi anlatıp neyi anlatmayacaksınız; seveni çok olduğu için düşmanı da çok olan bir şahsiyetin hayatı hakkında söylenenlerin sahih olanlarını nasıl tespit edeceksiniz? İşte Hz. Ali’nin hayatı böyle bir hayattır.
Hz. Ali, Miladi 600 yıllarında Mekke’de, bir rivayete göre ise Kâbe’de doğuyor; Miladi 661’de bir Ramazan gecesinde, tam tarihini de söyleyeyim, onun destan yazdığı bir tarihtir çünkü bu tarih, 17 Ramazan yani bir Bedir yıldönümünde de, yaralanıyor ve dört gün sonra 21 Ramazan’da da dünyasını değiştiriyor. Miladi olarak 61, Hicri olarak 63 yıllık bir hayatın sahibi olan Hz. Ali, akıllara gelecek her türlü güzel vasfın, övülecek ahlakın, yapılacak işin, makamın, mevkinin, görevin, her şeyin hakkını ödeyen biridir. Bundan dolayı Hz. Ali, bir işin değil, her işin adamıdır.
Onun hayatında var olan özelliklerden bir tanesi herhangi bir sahabî de olsa, o sahabîye gurur ve övünç olarak yeter. Mesela; bir sahabî efendimiz, sadece vahiy kâtibi olsa, çok kabiliyetli bir komutan olsa, çok iyi bir idareci olsa, halife olsa, eline aldığı kılıcın hakkını ödeyen bir asker olsa, taşıdığı sancağı düşürmemek için elinden geleni yapan bir sancaktar olsa, çok güzel Kur’an okuyucusu yani güzel sesli ve sedalı bir kârî olsa, Kur’an’ı çok iyi anlayan ve yorumlayan bir müfessir olsa, İslam’ın inceliklerine çok iyi vakıf bir hâkim olsa, bir hikmet kahramanı olsa, çok iyi bir muallim olsa, hüküm vermede emsalsiz bir kâdı olsa, Bedir ashabından olsa, Uhud’un sadıklarından olsa, Hendek’in mücahitlerinden olsa, Beyatü’-r-Rıdvan’ın el verenlerinden olsa, Allah’ın Aslanı lakabının sahibi olsa, Haydar-ı Kerrar diye isimlendirilse, Murtaza lakabının sahibi olarak, Allah’tan razı, Allah’ta ondan razı olan biri olsa, Kerremallahu veche Allah yüzünü kat kat ikramlandırsın ifadesinin sahibi olsa, Peygamber evinin damatlarından biri olsa, Hz. Peygamber’e amcaoğlu olsa, Peygamberin neslini devam ettiren biri olsa, ilk Müslüman olanlardan olsa, hayatını şehit olarak sonlandırsa; aklınıza ne geliyorsa söyleyin; bu özelliklerden sadece bir tanesi bir sahabî efendimizde olsa; o sahabî için şeref olarak, övünç kaynağı olarak yeter. Ya bu saydıklarımızın hepsi bir şahısta olsa ve daha sayamadığımız yüzlerce vasıfta onda olsa ne olur o şahıs? Bunun bir tek cevabı vardır; o da o sahabî olsa olsa Hz. Ali olur. Çünkü Ali’den başkasında bu kadar vasıf bir arada toplanmamıştır. Böyle bir ayrıcalık başka birilerine nasip olmamıştır.
İşte bundan dolayı Hz. Ali demek zordur. Hz. Ali dersiniz; ondan sonra şaşırır kalırsınız, neyi yazayım, neyi anlatayım, neyi anlatmayayım, ne dersem Ali’yi anlatmış olurum. Ne demesem eksik bırakmış olurum. Böyle zor olduğu için yapılacak en iyi şey bir çerçeve çizmek ve sadece bir noktada yoğunlaşmaktır. Belki böyle yapmak Hz. Ali’yi her yönü ile anlamamıza engel olacak ama hiç değilse bir yönünü anlamamıza yardımcı olacaktır.
Nedir peki bizim üzerinde duracağımız yön? Buna geçmeden bir soruya cevap bulmamız gerekecektir. Efendimiz’in (sas) nazarında Hz. Ali’nin değer ve kıymetini bilmeyenimiz yoktur. Bugün yüzlerce hadiste biz Efendimiz’in Hz. Ali hakkında neler söylediğini okuyoruz. O hadislerin her biri Efendimiz’in dünyasında Hz. Ali’nin yerini bize söylüyor. Hatırlayın mesela; kendisine kardeş kılmasını, Efendimiz’in (sas) canından bir parça olan Fatıma’sını onunla nikâhlayarak, cennet gençlerinin efendileri olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in babası olmasını ve daha neler, neler…
Hz. Ali’nin dünyasından da Efendimiz’e (sas) bakarsak, yine birçok rivayet görürüz. O rivayetlerin birinde Hz. Ali diyor ki: “Bir deve yavrusu nasıl annesinin ardından ayrılmadan sürekli annesini takip ediyorsa, ben de Efendimiz’i (sas) annesini takip eden bir çocuk gibi hayatım boyunca takip ettim.” İşte Hz. Ali’nin dünyasında Efendimiz’in böyle bir yeri vardı; dolayısı ile Efendimiz (sas) Hz. Fatıma’nın babası, ama bu yönü ile Hz. Ali’nin annesi gibi idi.
Bir deve yavrusu nasıl annesini takip etmiş ise, o da öyle takip etmiş, Kâbe’de doğar doğmaz onu ilk kucağına alan Efendimiz olmuş; adını annesi babasının adı olan Esed, koymak istediğinde de; “onun adı Ali olsun” demiş, adını bile Efendimiz koymuştu. Beş yaşına kadar babasının evinde kalmış, Efendimiz’in yaşı otuz olunca vefa göstermiş amcasının evine, diğer amcası Abbas’ı da alarak Ebû Talib’in yükünü hafifletmek istemiş, yanına varmış tekliflerini dile getirmiş… Ebû Talib önce yok falan demişse de; sonra: “Akil’i bana bırakın, diğerlerini alın” demiş; Hz. Abbas, o günler on beş yaşındaki Cafer’i almış, Efendimiz ise beş yaşındaki Ali’yi almıştı. Efendimiz (sas) küçük Ali’nin elinden tutup, Haticesine emanet ettiğinde söylediği söz şu olmuştu: “Ey Haticem! Ben öyle birini seçtim ki, Allah onu benim için seçmiştir.” Nasıl seçildiğine âlem çok yakın bir zamanda şahit olacaktı.
O günlerde daha nübüvvetin gelişine beş yıl var; beş yıl boyunca Ali, Efendimiz’in terbiyesindedir; sonra yirmi üç yıl bila fasıla bu terbiye devam edecektir. Yirmi sekiz yıl boyunca Hz. Ali, ileri de Ehli Beyt Mektebi’nin en başmuallimi olmak için nübüvvet mektebinin, peygamber mektebinin en baş talebesidir.
Bir kez Allah Resulü’nü gören, ne görmesi mülaki olan, mümin olarak karşılaşan, bir kez Efendimiz’in nefesini hisseden sahabî oluyor, o sohbeti risaletin insibağından nasipleniyordu. Peki, bir insan Hz. Peygamber’in (sas) yirmi sekiz yıl gecesine, gündüzüne, seferine, hazarına şahit olsa o insan ne olur? Ne olacak Hz. Ali olur. Hz. Ali, Peygamber ikliminden bu manada en fazla nasiplenen, en bahtiyar şahıstı. Hz. Hatice validemiz Efendimiz’den önce iki evlilik yapmış, bundan biri kız, ikisi erkek üç çocuğu olmuştu. O çocuklardan biri Hind b. Ebî Hale idi. Onu Efendimiz çok sever, öz çocuklarından ayırmazdı. Bundan dolayı da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ona dayı derlerdi. Efendimiz’in vefatından sonra Hind bir an olsun Hz. Ali’nin arkasından ayrılmadı, zaten en son Cemel savaşında da, Hz. Ali’nin saflarında şehit oldu. Ona soruyorlar: “Sen neden hep Ali’nin arkasındasın, başka biri mi yok, neden hep Ali ile berabersin.”Hind bu soruya şöyle cevap veriyordu: “Yoksa siz hissetmiyor musunuz? Ali’den Efendimiz’in kokusu geliyor.”
Hz. Ali’den gerçekten bu koku geliyordu. Hz. Ali’den bu kokunun gelme sebebi de, Hz. Peygamber’i bir gölge gibi takip etmesi idi. Hz. Ali bu takipte çok şey öğrenmişti. İşte o öğrendiklerinden biri, hem de en önemlilerinden biri hiç şüphesiz; “Festakim kema ümirt” emrinin gereği olarak istikametti. Hud Süresi’nin 112. ayeti olan bu önemli ifade, İbn Abbas’ın deyimi ile; “Efendimiz’e nazil olan en ağır ve en zor ayetti.” Böyle olduğu için, Efendimiz (sas): “Beni Hud Süresi ihtiyarlattı” demişti. Başka bir hadiste: “Hud Süresi ve kardeşleri” deyip, birkaç süreyi daha saymıştı. Demek ki, Allah’ın istikamet talebi, gerçekten bu işin ne demek olduğunu bilenlerin belini kıran bir talepmiş, saçlarını ağartan bir talepmiş, bedenlerini ihtiyarlatan bir talepmiş…
Hz. Ali, Peygamber’in evinde, sinesinde ve hayatında istikametin ne demek olduğunu çok iyi öğrenen biri olarak, bunun gereğini yerine getirme adına çok gayret etmiş ve gerçekten istikameti hayatının hiçbir devresinde eksik bırakmamış, gereği ne ise onu yerine getirme hususunda, başına geleceklere aldırmadan, kaybedeceklerine takılmadan, elinden çıkacaklarının hesabını yapmadan gerekeni yapmıştır.
Biz onun 63 yıllık hayatının çocukluk devresi olan ilk beş yıllık hayatını dikkate almazsak, geriye kalan 58 yıllık hayatını üç temel devreye ayırabiliriz.
1. Devre: 5 yıl nübüvvet öncesi Efendimiz’in yanında geçirdiği devre, 23 yılda nübüvvet devresi, toplam 28 yıllık hayatının ilk devresi…
2. Devre: Kendinden önce halife olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde geçirdiği 25 yıllık hayatının orta devresi
3. Devre: 5,5 yıl süren hilafet yılları yani hayatının son devresi…
Bu üç devreyi; yani Hz. Ali’nin hayatının ilk, orta ve son devresini şöyle ne üzere yürüdüğünü görmek için bir tasnife tabi tutsak ve bu işi kavramlar üzerinden yapsak karşımıza çıkacak tablo şudur:
1. Devre ya da ilk devre: Teslimiyet, Samimiyet, Fedakarlık ve İstikamet
2. Devre ya da orta devre: Vahdet, Selamet, Vakar ve İstikamet
3. Devre ya da son devre: Hakkaniyet, Adalet, Kararlılık ve İstikamet
Bu kavramların hepsinin üzerinde durmak lazım, ama buna imkânımız yok; ancak fark ettiğiniz gibi hayatının üç devresinde de Hz. Ali’nin hayatında ortak bir vasıf vardır ki; bu da, istikamettir. İşte Ali dediğimiz zaman aslında bir istikamet misali, istikamet insanı, istikamet modeli demiş oluruz. Hz. Ali dediğimizde yedisinde ne ise yetmişinde de aynı çizgide bir istikamet insanı demiş oluruz. Ali dediğimizde istikamet alanında sözleri ile değil hayatı ile rehber olan biri demiş oluruz.
Ne demek istikamet? Hak yolda, hakka yaraşır bir biçimde durabilmek, yürüyebilmektir. İhdinassıradal müstakim diye dua ettiğimiz; bizi dost doğru yola ilet; dediğimiz o yoldur. Her müminin en büyük vazifesi o yola revan olup, kulluk yolunda yürümek olduğu için, istikamet, bir müminin olmazsa olmaz bir vasfıdır. Dolayısı ile bir mümine, cesaret, tevazu, celadet, heybet, izzet yakışır; ama istikamet hepsinden daha fazla yakışır. Çünkü istikamet yoksa savrulunur, istikamet yoksa rüzgâr nereden eserse o yöne teveccüh edilir, istikamet yoksa gençken söylenenler olgunlukta unutulur, istikamet yoksa doğru yola varmış olsa bile doğru bir biçimde yürüme mümkün olmayabilir. İstikamet yoksa; cesaret zorbalığa, tevazu zillete, celadet zulme, heybet ve izzet kibre dönüşebilir. İstikamet yoksa hak dava, batıl yollarla temsil edilmeye çalışılır. İstikamet yoksa, ilk günkü heyecan ve aşk son güne kadar korunamayabilir.
Ama istikamet varsa; insan dağ gibi sabitkadem olur; sarsılmaz, sarsıntı geçirmez; rüzgâr nereden eserse essin o hak bildiği çizgiden vazgeçmez; birileri küsecekmiş, birileri darılacakmış, birileri kızacakmış, birileri alkışlayacakmış, birileri şöyle yapacakmış böyle yapacakmış, bunların hiçbirine takılmaz.
Bu çizgiyi muhafaza etmek çokta kolay değildir. Bu çizgiyi muhafaza eden: “Haklı olmak kadar, haklı kalmak ta önemlidir” diyen, bunu dediği içinde başına gelmemiş iş kalmayan Hz. Ali gibi istikamet insanı olmuştur. Peki, insan nasıl hak ve hakikat uğruna savrulmadan istikamet üzere kalabilir? Aslında, istikamet Allah’ın hayata çaktığı çividir. Bu çiviyi Allah ihsan ve ihlâs şuurunu elde eden, attığı her adımı Allah için atan, bakışlar ondayken değil, kürsülerde iken değil, hayatın içerisinde bin bir imtihan ile baş başa kalınca bile, başına binlerce iş gelme pahasına bile derin bir ihlâs ve ihsan şuuru ile hareket edenin hayatına Allah bahşeder.
Hz. Ali böyle bir ikramı nasıl elde etmişti? O, on yaşında Müslüman olmuş, daha çocuk iken, daha rüyalarına bile şirk, günah, çirkinlik girmemiş iken, tertemiz bir sine ile Peygamber’in terbiyesinde yetişmiş; en büyük ihlâs ve ihsan mualliminden dersler almış; Allah’ı O’nunla (sas) tanımış, iman derecesini öyle yükseltmiş ki; “Vallahi gaybin perdeleri açılsa benim imanımdan zerre miktarı bir şey değişmez” demişti. Bu sözü Hz. Ali’ye söyleten şu idi: Hz. Ali varacağı, elde edeceği en kemal noktaya varmıştı. Öyle bir imanı hayatına hâkim kılmıştı ki, gaybî olan her şeye kesinkes inanmıştı. Cennete, cehenneme, haşire, hesaba, meleklere, cinlere, aklınıza gelen her gaybi meseleye Allah kitabında anlatmış, Peygamberi sözleri ile anlatmış; Hz. Ali’de ilme’l yakin, ayne’l-yakin, hakke’l yakin derecesinde inanmıştı.
Bir insan böyle iman ederse, artık durur mu? Hak bildiği davadan geri kalır mı? İş başa düşünce kendini bir an geri çeker mi? Hz. Ali’nin 10 yaşında başlayıp, Miladi olarak 61 yaşında biten kulluk çizgisi işte böyle bir çizgidir. Nübüvvet öncesi o evde Hz. Hatice’nin terbiyesi ile yetişen Ali, on yaşlarında iman ile tanışmış, Hz. Hatice’den sonra iman etme ve namaz kılma şerefine nail olmuştu. Enes b. Mâlik’in rivayeti ile: “Peygamber (sas) pazartesi günü peygamber olarak görevlendirildi. Salı günü ise Ali ile birlikte namaz kıldı.” müjdesini elde etmişti.
On üç yaşlarında, Efendimiz (sas) genel davetin ilk safhasında en yakın akrabalarını İslam’a davet ederken, Hz. Ali de oradaydı; Efendimiz’in (sas) o gün ona verdiği görev, gelen davetlilere su ve süt ikram etmektir. Efendimiz (sas) bu yeni davetin mesajlarını akrabalarına duyururken, orada Hz. İsa’nın rolüne bürünerek, onun feryadı gibi: “Allah’a giden yolda bana kim yardımcı olacak” diye haykırmaya başlayacaktı. Amca Ebû Leheb sinirlenecek: “Yazıklar olsun sana bizi bunun için mi davet ettin” diyecek, davette hiçbir şeyin konuşulmasına imkân vermeyecekti. Ertesi gün Efendimiz (sas) davetini tekrarlayacak, orada da Efendimiz (sas) hiçbir şeye takılmadan haykırışını devam ettirecek, ama her seferinde daveti karşılıksız kalacaktı. Bunun üzerine Hz. Ali, elindeki su kırbasını yere bırakacak ve “ben” diyerek sağ elini havaya kaldıracaktı. O el o gün “ben” diyerek havaya kalkmış ve o günden sonra tam elli bir yıl boyunca da hiç aşağıya inmemiştir. Hz. Ali’nin “ben” demesi, başta Ebû Leheb olmak üzere orada hazır bulunanların alaylı sözlerine konu olacaktı. Diyeceklerdi ki: “Ey Muhammed! Sana bu çocuk yeter, bizi bırak! Bu çocuk sana yeter!” Onlar alay etmişlerdi; ama tarih gösterecekti ki, gerçekten o çocuk, Efendimiz’e (sas) yetecekti. O çocuk nübüvvet davasının oğlu olarak, risaletin davasının abisi olarak bu davaya yetecekti.
O gün orada havaya kalkan el, bir daha aşağı inmeyecekti. İşkenceler, baskılar döneminde o el hep havada, Şib-i Ebi Talip denen muhasara günlerinde o el hep havada, Taif’e gitmeye hazırlanan Peygamber’in karşısında o el hep havada, Akabe’nin zorlu yollarında o el hep havadaydı. Yirmi üç yaşlarında bir delikanlı iken, Efendimiz’e (sas) hicret yolu gözükmüş; Efendimiz (sas) sadık dostu Hz. Ebû Bekir ile o zorlu yola revan olacağı sırada, Hz. Ali’yi yatağına yatması için seçecekti. Peygamber’in yatağına yatmak demek, kalkmak için değil ölmek için yatmak demekti. Ali, bunu bile bile: “Tamam Ya Resulullah!” diyecek ve o yatağa ölmek için yatacaktı. Hz. Ali’nin bu tavrı aynen atası Hz. İbrahim’e benzemekteydi. Hani Hz. İbrahim, Nemrud’un yaktırdığı ateşe yanmak için atlamış, ama ateş ona karşı serin ve selamet olmuştu ya; aynen Hz. Ali de o yatağa ölmek için yatacak, ama Allah, Hz. Ali’yi muhafaza edecekti. Efendimiz (sas) Hz. Ebû Bekir ile Sevr Dağına doğru çıktıklarında Mekke, Darü’n-Nedve’de alınan karar gereği her kabileden bir savaşçı seçerek, Peygamber’in evine göndermiş, böyle yapmakla Haşimoğulları’nın tepkisini daha da aza indirmeyi planlamıştı. Dışarıda eli kılıç tutan, en mahir mızrak kullanan savaşçılar varken, Hz. Ali, Peygamberin yatağında çok rahat bir halde uyumaktadır. Yıllar sonra Hz. Ali’ye o gece sorulacaktı. Denilecekti ki: “Ey Ali! Sen hicret gecesi Peygamber’in yatağına yattığında, Mekke’nin en iyi kılıç kullanan adamları evin önünde içeriye girip, yatağa saldırmak için bekliyorlardı. Sen onların konuşmalarını, kılıçlarının ve mızraklarının seslerini duyuyordun. Allah aşkına söyle! O gece sen nasıl uyuyabildin?” Hz. Ali bu soruya şöyle cevap verecekti: “Vallahi, şu an elli küsur yaşındayım; halen o gece ki uykuyu arıyorum.”
İşte Hz. Ali ve işte Ali’nin sevdası ve aşkı, işte Ali’nin istikameti…
Onun bu istikameti hayatının sonuna kadar devam edecekti. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Cemel’de, Sıffın’da ve diğer bütün savaş ve hadiselerde…
Hz. Ali’nin hali budur; hangi tabloyu açarsanız, açın karşılaşacağınız netice böyledir. O hiçbir zaman, hangi olay olursa olsun savrulmadan dik duran bir yiğit, bir istikamet kahramanıdır.
Rabbim hepimize o istikametten istifade etmeyi nasip etsin. Ne kadar muhtacız değil mi buna… Allah aczimize, fakrımıza rağmen bize bunu bahşetsin. Bizleri Hz. Ali gibi istikameti hayatlarında diriltenlerden eylesin. (âmin)
Muhammed Emin Yıldırım