Vakfımız da yapılan Bayramlaşma programı hem sevinç hem hüzün duyguları içerisinde gerçekleşti.
Mazlum İslam Coğrafyasından katılan misafirler ile gerçekleşen program Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın konuşması ile başladı.
Bir iman ve kardeşlik gereği İslam Coğrafyasının sınırları olmadığını dolayısıyla bu Mazlum coğrafyalardaki kardeşlerimizin acılarına, sıkıntılarına duyarsız kalamayacağımızı ifade etti.
Bayram Sevincini paylaşarak onların şahsında Suriye, Mısır ve Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin, sevinç ve mutlulukta olduğu gibi hüzünlerine ortak olmaya çalıştığımız programda ilk olarak Mısır’dan İslam Yussry Mısır’daki Zalim Cunta Yönetiminin Müslümanlara yönelik zalimane uygulamalarına dair bilgiler verdi. Daha sonra Suriye Guta Bölgesinden Vail Ulvaan bu bölgedeki sıkıntıları aktarmaya çalıştı. Son olarak Doğu Türkistan’dan programa katılan Muhammed Ali Alioğlu bölgeye dair aşağıdaki bilgileri paylaştı.
21. Yüzyılda Şib-i Ebî Talibleri Yaşayan
Ümmetin Unutulmuş Mazlumları DOĞU TÜRKİSTAN…
Eüzübillahimineşşaytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim…
Hamd olsun, alemlerin Rabbi Allah’a ki; bizleri var etti ve kendine kul kabul etmek ile bizleri kula kul olmaktan kurtarıp, hakiki hürriyeti nasib etti…
Salat ve selam, insanlığın medarı iftiharı; hatemü’l Enbiyâ olan Hz. Muhammed Mustafa’ya (sas) olsun ki; bizlere ve tüm insanlığa, Barış ve huzur nedir? Kardeşlik nedir? Bir insan nasıl esfel-I safilînden ashen-i takvim derecesine nasıl yükselir?’in tüm yollarını ve yöntemlerini yaşamıyla en güzel bir şekilde her zaman ve zeminde cari bir hakikat olarak gösterdi.
Selam olsun, o kutlu nebinin al ve ashâbına ki; büyük bedeller ödeyerek inayet-i ilahiye ile tesis ettikleri Asr-ı Saâdet modeliyle insanlığa insanlık dersi verdiler ve her biri birer yıldız misali kaybolmuş insanlığa rehber oldular…
Ve yine selam olsun dünyanın dört bir yanında, özellikle alem-i islam coğrafyasında kendi öz vatanlarında, Allah’ın kendilerine varis kıldığı Allah’ın arzında, yine Allah’ın başka kulları tarafından zulme maruz kalan mustazaf, mazlum ve mahpus kardeşlerimize!….
Değerli dostlar!
Doğu Türkistan demek: 1.824.00 km2’lik bir zeminde 30 milyonu aşkın bir halkın, İslam ile müşerref oldukları miladî 9. Yüzyıldan buyana binlerce yıl İslam’ın Ortaasya’daki en son ribatı, en son kalesi ve en son nefesi demektir.
Doğu Türkistan demek: Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Sekkaki, Ali Şir Nevai, Osman Batur, Muhammed Emin Buğra ve İsa Yusuf Alptekin gibi alimleri, mütefekkirleri, mücahidleri yetiştiren münbit iman coğrafyası demektir.
Doğu Türkistan demek: Tağutlara, müsbitlere karşı ila’yı kelimetullah uğruna, ezan-ı Muhammediyyeyi duyurma adına mücadele etmiş ve neticesinde az bir ömrü olmasına rağmen kurduğu İslam Cumhuriyeti’nin serlevhalarına İSLAMİYET, ADALET, UHUVVET ve MUSAVAT gibi tüm insanlığa şiar olacak esasları yazmış olan bir beldedir.
Doğu Türkistan demek: 21. Yüzyılda açık hava hapishanesini andıran bir ortamda Şib-i Ebi Talibleri yeniden yaşamak gibi ağır imtihanlarla yüzleşen milyonlarca Müslüman kardeşimiz demektir.
Doğu Türkistan demek: Binlerce yıldır hür yaşamış, ancak son yüzyılda uğradığı işgaller dolayısıyla imanın izzeti adına, namazın ikamesi adına, orucun şerefi, tesettürün namusu ve Hz. Peygamber’in sevdası uğrunda sünnet-i seniyenin şiarlarını yaşama adına ağır bedeller ödemiş ve ödemeye devam eden bir halk demektir.
Doğu Türkistan demek: Kendi haklı davasını ve sesini duyurma adına gösterdiği çabanın ne yazık ki hakkıyla ümmet-i Muhammed tarafından duyulamamış, yanlış anlaşılmış; bilerek veya bilmeyerek sesleri kıstırılmış ümmetin yetimleri demektir.
Değerli hazirun!
Burada bu kısa bir zaman diliminde Doğu Türkistan’ı size anlatmam için ne benim nefesim yeter ne de sizin sabrınız. Onun için sadece çok önemli gördüğüm ve biraz da esef ve hayretle karşılaştığım bir hususu dile getirmek ve tabiri caiz ise bir tashih yapmak isterim. O da şu ki: Son zamanlarda memleketim olan Doğu Türkistan’da yaşanan hadiseler üzerine, özellikle Türkiye’de farklı bir takım algılar ve söylemler duymaya başladık. İnanın bunları duymak, hele de bunları Müslüman bir topluluk tarafından dillendiriliyor olması bizim hüznümüzü bir kat daha arttırdı. Şöyle ki: Orta Asya’dan gelip Anadolu topraklarında yaşayan ecdadımız tarihi boyunca belki binlerce yıldır, dünyanın çeşitli coğrafyalarından gelen pek çok muhaciri ağırladı, onlara ensar oldu ve olmaya da devam ediyor. Bunlar içerisinde biz Doğu Türkistanlılar da varız. Bu konuda zerre kadar şüphemiz yok ki: Anadolu insanı İslam’ın binlerce yıldır bayraktarlığını yaptığı gibi günümüzde de böyle bir vizyon ve misyona sahiptir. Ancak, şu yakın zamanlarda duyduğumuz ve bizlere de ulaşan bir takım söylemleri, en acısı da onlarca yıldır derdimizi anladığını ve acımızı paylaştığını sandığımız bir kısım kardeşlerimizin bile bize: “Ya hu gerçekten orda zulüm var mı, oruç yasak mı, namaz kılmaya engel bir durum var mı!?” gibi şüpheli sorular sormalarıdır.
Ben de acizane bu sorulara şu sorularla cevap vermek isterim:
Ne zamandır bir Müslüman kardeş, diğer kardeşinin mazlumiyet ve mahrumiyeti için belge ve bilgi sorar oldu. Mazlumiyetin isbatı için zalimlerin söylemlerine ve onların resmi açıklamalarına bakılarak karar verilir oldu. Biz, acizane okumaya çalıştığımız ashâbın hayatında ensarın, muhacirlere şöyle bir söylemi görmedik ve duymadık: “Ey Bilal, Ey Habab, Ey Osman, Ey Ali! Hadi ya söyleyin bakalım Mekke’de size ne yaptılar, nasıl işkence ettiler; Hadi Habbab göster yaralarını, Hadi bilal aç göğsünü de bakalım o kızgın kayanın izleri hala orda mı??” gibi akla ziyan soruları görmedik ve duymadık. Ya da muhacirin, mescid-i nebevi’ye gelip oradakilere hitaben “Ey Ensar kardeşlerim!…” diye başlayarak işkenceli günlerini ilan ettiğini duydunuz mu okudunuz mu? Hayır bunu göremezsiniz zira ne muhacirin izzeti, ne ensarın insafı böyle bir soru ile muhatap olmaktan utanır, ar eder… Peki diyeceksiniz biz bu zulümleri nasıl biliyoruz. Şöyle ki, yıllar sonra tabiin döneminde ve sayıları oldukça az olan büyük ashaba sorulan ve onların da son derece ızdırablı olarak durumu bildirmeleri ve o hadiselere tanık olanların, olaylardan yıllar sonra aktardıkları rivayetler ile biliyoruz. Dikkat edin rivayet diyorum, yani SÖZLÜ BEYANLARI ile…
Şimdi bu yüzyılda iletişimin zirvelere ulaştığı, aynı zamanda bilgi kirliliğinin de tavan yaptığı bir zeminde, Doğu Türkistan gibi 1949 yılından beri Komunist bir idare tarafından işgal edilmiş ve bir tür açık hava hapishanelerini andıran bir ortamda yaşayan halkın, gerçekten ne yaşadığını bilmek için bunları yaşayan kardeşlerin iradi beyanlarıyla ancak öğrenebilirsiniz. Yoksa ilgili yerlere resmi haber ajansları göndermek veya birkaç röportaj yapmakla hakikatleri göremezsiniz…
Bir mü’min için; siyasi idaresi komünist, ticari hayatı kapitalist, millet anlayışı faşist, insani ve ahlaki değer adına hiçbir dini tanımayan ve kabul etmeyen bir yapının altında yaşamaya mecbur olmak zulüm olarak yetmez mi, daha zulmün nesini arıyoruz?
Son olarak şunu ifade etmek istiyorum: Müslüman’ın mizanı Kur’an, rehberi ise Hz. Peygamber’dir. Her hangi bir olay karşısında bu iki temel ilkeler muvacehesinden bakmak onun kulluğunun bir gereğidir. Dolayısıyla Müslüman kardeşlerimizden dileğimiz o dur ki: Mazlum kardeşlerinin haline baktıklarında onların ızdırabını dindirme adına neler yapması gerektiğini düşündüğünde karar mercii hiçbir zaman ticari kaygıları, uluslararası ilişkiler veya en basitiyle cüzdanıyla değil; maşeri vicdanı olan Kur’an ve Sünnet penceresinden bakmalarıdır.
İşte o zaman hakkı hak, batılı batıl olarak görecek ve başta Doğu Türkistan olmak üzere tüm dünyanın esareti ve mazlumiyeti son bulacaktır.
Selam ve dua ile…