Mutlak merhamet sahibi Allah, biz kullarını neden böyle bir imtihanla sınıyor? Bazısı eşini dostunu, bazısı anne-babasını kaybediyor ve son vazifelerini yerine getirip cenazelerini dahi kaldıramıyorlar. Bu öyle bir musibet ki insanlara acılarını dahi yaşama özgürlüğünü çok görüyor. Ne ağlayanın teselli edeni var, ne de nefessizlikle cebelleşenin bir elinden tutanı. Herkes herkese hiç olmadığı kadar uzak ve yalnızlığın elleri her birimizin boğazını sıkar vaziyette.
Dünya yüzyıllardır böyle dönüyor, insan ise sanki bir tek o bu musibete mazhar oluyormuş ve sanki ilk kez onun başına geliyormuş fikriyatıyla kendini biricik ve özel hissetmeye devam ediyor. Bilakis tarihe baktığımızda insanlığın sürekli olarak belli dönemlerde belli musibetlerle sınandığını görüyoruz. Hal böyleyken bizden önce de bu septik yola girip çeşitli sorgulamaları yapan birçok kişi olmuştur. Bugün ‘kötülük problemi’ başlı başına kelam ve felsefede karşımıza çıkan bir temadır. Mutlak adalet ve merhamet sahibi olan Allah’ın genelde kötülüğü, özelde ise konumuz olan koronavirüsü yaratma nedeni ve insanlığı bu salgınla sınama muradının hikmetleri neler olabilir, hiç düşündük mü?
Allahu Teâlâ kitabında “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rum, 30/41) buyuruyor. Ayette bahsedilen bozulmuş düzen bugün hepimizin malumudur. Her gün binlerce insanın öldürüldüğü, yerinden yurdundan edildiği, doğanın ağaç ağaç yakılıp katledildiği, tarihimizin güzellik ve estetiğinin moderniteye kurban edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Saydıklarımız belki de insanlığın işlediği en ‘masum’ cürümlerdir. Fakat yine de nizamı ifsat etmek için kâfi geldiklerini görmekteyiz. Allah ise bu ifsadın cezasını ertelemekte ve müfsitleri musibetlerle ikaz etmektedir. İbret almaları ve günahlarından dönmeleri için onları görünen ve görünmeyen askerleriyle uyarır. Allahu Teâlâ’nın hikmeti gereği bu felaketlerin içinde masumlar ve mazlumlar da yanar. Allah, onların çektikleri sıkıntıları ahirette şehitlik gibi sevap gibi mükâfatlarla karşılar. Zalim ise zulmünün cezasını tatmış olur. Yani Allah’ın adaletinde haksızlık yoktur.
Ancak ahiretin varlığını anlamayanlar dünyadaki kötülük, üzüntü ve sıkıntıları çok büyütürler. Çünkü onların bakış açısında var olan tüm varlık bu dünyayla sınırlıdır. Bu sebeple dünyada karşılaşılan bir zorluk veya musibeti mutlak zulüm olarak kolaylıkla niteleyebilirler. Eğer bu dünyadan sonra insanlık için herhangi bir ebedî hayat yoksa haşa her şey karanlığa ve zulme dönüşür. Bu dünya hayatı ne kadar acı, sıkıntı ve ızdıraplı da olsa ebedî bir hayat kavramı tüm soru ve sorunların bir hiç olduğunu ispat eder. Şu halde asıl ahiretin olmadığının düşünülmesi zulüm olur.
Baktığımız zaman bugün sadece şu fani ve kısa süreli duracağımız yeryüzünde sayısız nimetler olduğunu görüyoruz. Yaradan, inanmamız için 124 bin peygamberle bizi uyarmış ve de hem vahyiyle hem de gönderdiği musibetlerle hâlâ uyarmaya devam ediyor. Ve sonrasında da ebedi bir gençlik ve sınırsız nimetlerle dolu herkesin mutlu ve sağlıklı olduğu, imtihanın olmadığı cennete çağıracak, böyle bir zât nasıl olur da merhametli olmaz? Kısacık bir dünya zahmetine karşılık sunduğu ebedi bir hayat, O’nun şefkat ve merhametini ve de mutlak iyi olduğunu göstermeye yeter de artar.
Önyargısız bir şekilde mevsimlere, gece ve gündüze, binlerce rengârenk ve çeşit çeşit kokulu çiçeklere, ağaçlara, denizlere, gökyüzüne, yıldızlara, aya ve güneşe nazar eden ve hakikati bulmak gayesiyle kendini tüm ruhuyla O’na bırakan biri, Allah’ın ne kadar merhametli ve şefkatli olduğunu görecektir. Fakat kafasını kötülüklerin içinden çıkarmayan biri muazzam bir sarayda da yaşasa, mükemmel dizayn edilmiş saray odalarını maalesef hiçbir zaman göremeyecektir. Hal böyleyken bu koskoca kâinat sarayında sadece kötüye ve kötülüklere bakarak, sarayın padişahı hakkında fikir yürütmek ne kadar da anlamsızdır. Hâlbuki o kötülüklerin de bir hikmeti vardır. Zira her şey zıddıyla kâimdir, sıkıntı ve felaket nedir bilmeyen kişi sıhhat ve afiyeti de hiçbir zaman tam manasıyla kavrayamaz.
Ayrıca kulun kötü fiillerini yaratmak yaratıcıyı kötü yapmaz, bu imtihanın bir gereğidir. ‘Allah’ın iyi veya kötü olduğunu hür olan kulların filleri üzerinden düşünmek’ başlı başına büyük bir hatadır. İnsanın irade sahibi olması çok değerli bir şeydir fakat bunun da bir bedeli vardır. İrade sahibi olmak demek, insanın iyiyi seçebilmesi gibi kötülüğü de seçebilmesi demektir. Kötülük yapma potansiyeli olmasına rağmen iyiyi seçmesi demektir. Zaten iyiliği değerli kılan da bu değil midir?
Kendi iradesi ile kötülüğü isteyen bir kulun, kötülük işlemesi üzerinden, imtihan gereği sırf bu iradeyi yaratması ile Allah’a iyi veya kötü bir sıfat yakıştırmaya çabalamak yanlıştır. Başkasının kendi iradesiyle yapmış olduğu suçtan dolayı diğer bir kişi neden mesul olup suçlansın ki? Hediye araba ile kaza yapan bir kişiye bakıp, suçu hediyeyi verene atmak ne kadar mantıksız ve insafsızcadır.
Virüs ve mikrop gibi gözle görülmeyen en küçük organizmalardan tutun ta tufan, kıtlık, deprem gibi büyük felaketlere kadar her şeyin dizgini Allah’ın elindedir. O Rahîm’dir, merhameti boldur. Yaptığı her işte bir lütuf vardır. Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Her yaptığında bir hikmet vardır. İman ile onun merhametine sığınıp tevekkül etmekten başka çıkar yol da yoktur.
İnsan ise acizdir. Allah bazen bir mikropla, bazen bir virüsle veya bir depremle insana acizliğini hatırlatır. Dünyanın yaşadığı bu virüs musibetinin de elbette hikmetleri vardır. Haddi aşan insanlığın, imana, şefkat ve merhamete, ahlâklı ve faziletli bir hayata dönmesi için bu musibetin bir ikaz olduğunu görmüyor muyuz? Bu nazarla bakmak yerine daha da ileri gidip Yaradan’ı mı suçlayacağız? Ölümlerden, musibetlerden ve acılardan Allah’ı sorumlu tutmak, dünya ve ahiret hayatının mahiyetini anlayamamaktan kaynaklanmakta. Sonu, tahayyül etmeye dahi cesaret edemediğimiz ölüm olan dünyanın hep mutluluk ve sıhhatle geçmesini arzularken sadece kendimizi kandırıyoruz. Zira insanın muhatap olduğu hadiseler ya gece gibidir yahut gündüz gibi. Afiyet gündüzü andırır, musibet ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan çekip Rabbine çevirdiği düşünülürse onun da en az afiyet ve sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ve musibet ise kalbe gıdadır. “Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celâl ve cemâl” tecellilerinin sadece bir halkasıdır. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikili halkalarla kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki bir şeyi seversiniz, halbuki o, hakkınızda bir şerdir.” (Bakara, 2/216)
Ne yazık ki insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. Sabırsız ve aceleci davranır, zahire aldanır, verilen dersleri ve ibretleri göremez. Oysa her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar ya ilâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir ya da günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır. Bir sabır imtihanı olan musibetlerden yüz akıyla kurtulmanın neticesinde ise büyük mükâfatlar vardır.
Son olarak, musibet ilâhî bir ikaz, bir kahırdır. Bugün yaşanan Covid-19 salgını gibi umumî musibetler de bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret… Önemli olan bizim nerede durduğumuz ve ne yaptığımızdır. Zira en çok böyle durumlarda ne yaptığıdır, insana kendini tanıtan. Yol azığı sabırolan kazanırken, isyana dalan ve gafletten dönmeyen kaybedecektir. Ortası olmayan keskin bir yol ayrımındayız.
Büşra Demirkıran
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül 2020/15 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com