Adâlet, Kur’ân’ın esas maksatları ve aslî unsurlarından biridir. İnsan, mahiyetinde yer alan şehvet, gadap ve akıl kuvvelerini dengeli kullanmazsa, adâletten sapar ve zulme düşer. Hırsızlık, aldatmak, haksız yere insan öldürmek gibi fiiller, başkalarının hukukuna tecavüzden başka bir şey değildir.
İnsana namazı, orucu ve benzeri ibadetleri emreden Allah, adâleti de emretmiştir. Mesela:
“Adil olun!” [1]
“Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın… ve konuştuğunuz zaman âdil olun.” [2]
Cum’a hutbelerinde Ömer Bin Abdülaziz döneminden beri şu ayete yer verilmesi de konumuz yönünden son derece manidardır:
“Şüphesiz ki Allah, adâleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder.” [3]
Karıncanın hukuku
Saltanatı insanlara, cinlere, hayvanlara şamil olan Hz. Süleyman’ın mu’cizelerinden biri, kuşdilinin kendisine öğretilmiş olmasıdır. Hz. Süleyman, bir sefer esnasında ordusuyla karınca vadisinden geçerken, karıncaların reisi diğer karıncalara şöyle seslenir:
“Ey karıncalar, yuvalarınıza girin! Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi çiğnemesin.” [4] Yani, “onlar hak ve hukuka riayet eden insanlardır, bilerek karıncayı bile incitmezler.”
Küçük bir varlık olan karıncanın bile bir hukuku varsa, elbette yeryüzünün halifeleri kılınan insanların birbirleri üzerinde çok önemli hakları olacaktır. Din, bu hakları hem beyan eder, hem de korunmasını ve bunlara riayet edilmesini sağlar.
Kanuni Sultan Süleyman’la alakalı nakledilen şu anekdot, buna güzel bir misaldir: Osmanlının en haşmetli devrinde 46 yıl hükmeden Kanuni, ince bir ruh dünyasına sahiptir. Zaman zaman bazı meseleleri, hocası Şeyhülislam Ebussuud Efendiye şiirle sormaktadır. Bir defasında hocasına şu notu gönderir:
“Dırahta ger ziyan etse karınca,
Zarar var mıdır ânı kırınca?”
(Yani, karınca ağaca zarar verse, onu öldürmekte bir zarar var mıdır?)
Ebussuud Efendi, aynı üslupla şu latif cevabı yazar:
“Yarın Hakk’ın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca.”
Kavram olarak adâlet
Adâlet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesidir. Buna başka bir ifadeyle “ihkak-ı hak, yani her hak sahibine hakkını vermektir” de diyebiliriz. Bu, hem iyi işler yapana mükâfatını, hem de kötü işler yapana cezasını vermeyi içine alır.
Başlıca üç hakla karşı karşıya olduğumuz görülür:
1-Hukukullah
2-Hukuk-u ibad
3-Kişinin kendisi üzerindeki hakkı [5]
Bunlardan hukukullah, Allah’ın insanlar üzerindeki haklarını ifade eder. Genel anlamda bu “ibadet” kavramıyla ifade edilebilir. İbadet ise, Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından ise kaçmaktır.
Hukuk-u ibad ise, insanların birbirleri üzerindeki haklarıdır. Mesela karı-koca ve evlatların, amir ve memurun, patron ve işçinin, öğretmen ve öğrencinin, kısacası birbiriyle münasebeti olan herkesin birbirlerine karşı hem hakları hem de sorumlulukları vardır.
Öte yandan kişinin nefsinin kendisi üzerinde hakları vardır. Nakıslıktan kurtulup kâmil biri olmaya çalışmalı, bunun için de mesela ilim, hikmet, adâlet gibi güzellikleri kendinde göstermeli, bunların zıtlarından uzak kalmalıdır.
Sözgelimi, kendisine verilen aklı faydalı bilgileri elde etmekte kullanmak, lüzumsuz ve zararlı bilgilerden ise uzak tutmaya çalışmak, adâletin bu kısmıyla alakalıdır.
İlahî Adâlet
Allah adildir. Her şeye hakkını ve müstehakkını vermiştir. Kâinatta her şey ‘olması gereken’ yerdedir. Gerçi hiçbir varlığın Cenab-ı Haktan hak talep etmeye hakkı yoktur, çünkü mülk umumen O’nundur, ama O, adâletle iş yapmayı prensip edinmiştir. Her varlığın mahiyeti neyi gerektiriyorsa bunların verilmesi, ilahi adâletin tecellilerindendir. Mesela “çöl tırı” olarak yaratılan deveye, kumlara batmayacak ayak, çöl fırtınalarında işine yarayan göz kapağı, susuzluğa çare olan hörgüç gibi azalar verilmesi ilahî adâletin görüntülerindendir.
Her şeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, suret vermek, yerli yerine koymak ilahî adâleti gösterir. Bir ayette şöyle bildirilir: “Allah, istediğiniz her şeyden size verdi”[6]
Sadece elimize baksak bile bunu rahatlıkla anlayabiliriz. İnsana tek el değil, çift el verilmiştir. Her ele beş parmak takılmıştır. Bu parmaklar içinde başparmağa apayrı bir konum belirlenmiştir. Tek el verilseydi ne kadar aciz olurduk? Parmaklar olmasa ne yapardık? Başparmağımız da diğer parmaklar hizasında olsa eşyayı nasıl tutardık?
İlahi adâletin bir başka ciheti, suçlulara ceza vermesidir. Adâletin bu kısmı bu dünyada tümüyle görülmez, çünkü dünya bir imtihan yeridir, ama bütün bütün de ihmal edilmez. Kur’ân-ı Kerimde anlatılan asi kavimlere ve şahıslara gelen cezalar, ilahî adâletin bu yönünü göstermektedir. Adâletin bu kısmı, tümüyle ahirette tecelli edecek, zerre kadar şerrin de karşılığı verilecektir. Kur’ân bunu şöyle anlatır.
“Bugün her nefis yaptığının karşılığını görecektir. Bugün asla bir zulüm yoktur.”[7]
Yani, dünyada zulüm vardı. Zalimlere zaman zaman cezaları verildiyse de tümüyle verilmedi. Ama artık imtihan bittiği için kim ne yapmışsa karşılığını alacak. Böyle olunca, ahirette zulüm diye bir şey olmayacak.
Adâlet ve Eşitlik
Adâletin mühim bir esası, kanun önünde eşitliktir. Devletin en üst kademesinde olan idareciyle en altta bulunan sıradan bir vatandaş, kanun önünde aynı haklara sahip olmalı, suç işlediklerinde de her biri cezalandırılmalıdır. Hz. Peygamber döneminde yaşanan şu olay, buna güzel bir misaldir:
Mahzumoğulları kabîlesine mensup eşraftan Fâtıma adında bir kadın hırsızlık yapar. Hz. Peygamber’in huzuruna getirilir, suçu sabit görülerek elinin kesilmesine hükmedilir. Kureyş’in ileri gelenleri, affedilmesi için Üsâme bin Zeyd’i araya koyarlar. Üsâme’nin böyle bir şefaatte bulunması Hz. Peygamber’e çok ağır gelir. Bu münasebetle ashabına şöyle der:
“Ey insanlar! Sizden öncekilerin neden dolayı yoldan saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâde biri hırsızlık yaptığında onu affeder, kimsesiz biri bir şey çalarsa onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fatıma da böyle bir şey yapsa, onun elini de kestirirdim.”[8]
Devlet ve Adâlet
Devlet, adâletle ayakta durur. Hz. Peygamber (sas) arş’ın gölgesinde gölgelenecek yedi seçkin zümreyi beyan ederken, ilk olarak “imam-ı âdil”i yani adil yöneticiyi nazara verir.[9] Kendisi insanların problemlerini çözmeye vakit ayırmış, âdil bir hâkim olarak hükümler vermiştir. Şu ifadesi, Onun bu yönüyle alakalıdır:
“Siz bana kiminiz davacı, kiminiz davalı olarak gelirsiniz. Olur ki, bazınız davasını daha güzel anlatır, ben de (haksız olduğu halde) onun lehine hüküm veririm. İşte kime bu şekilde kardeşinin hakkından verirsem bilsin ki, ona ateşten bir parça vermiş olurum.”[10]
Vefatından sonra yerine geçen halifeler, adâlet esasını hassasiyetle gözetmiş, haksızlık yapmaktan itinayla sakınmışlardır. Özellikle Hz. Ömer (r.a) adâletiyle öne çıkmış, raiyyetinin hukukunu muhafaza ederek âdeta adâletle özdeşleşmiş, adâletin mücessem timsali olmuştur.
Merhum Mehmet Akif, Onun adâlet hususundaki hassasiyetini şöyle ifade eder:
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu,
Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu.”
Toplumun nüfusu artıp meseleleri çoğalınca, devlet başkanlarını temsilen kâdılık teşkilatı kurulmuş, bu teşkilatta görev alanlar, insanlar arasında hakkın hâkim olmasına ve zulmün ortadan kalkmasına çalışmışlardır.
Bazı Adâlet Prensipleri
1-Tarafsızlık
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adâletle şahitlik eden kimseler olun. Bir kavme olan kininiz, sakın sizi adâletsizliğe itmesin.” [11]
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır.” [12]
İnsan, fıtri olarak kendi yakınlarına taraftar olur, onların lehine olanları ister, aleyhlerine olanlardan ise rahatsızlık duyar. Kur’ânî adâlet ise, adâletin icrasında objektifliği esas alır, tarafsız davranılmasını ister.
2-Hislerden uzak olmak
“…Adâleti yerine getirmede hevâya uymayın.” [13]
Ayette geçen hevâ, hislerle hüküm vermek gibi durumları içine alır. İnsan, hisleriyle hüküm verirse adâletten uzaklaşır, zulmeder, haksızlık yapar.
3-Emanetleri ehline vermek
“Şüphesiz Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor.” [14]
Bunu kısaca “işi ehline vermek” şeklinde anlayabiliriz. İşin ehline verilmemesi kıyamet alametlerindendir.[15]Yetkilerin, memuriyetlerin, tevdi edilen vazifelerin de birer emanet olduğu göz ardı edilmemelidir. [16]
4-Haksızlığı küçük görmemek
“Zulmedenlere en küçük bir meyil bile göstermeyin, yoksa ateş size de dokunur.” [17]
Ayette değil zulmetmek, zulmedenlere en küçük bir meyil göstermek bile yasaklanmıştır. Çünkü küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.
5-Suçun şahsiliği
“Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez.” [18]
Birisini sevmeyebiliriz, ama onun yüzünden onun yakınlarını sevmemek, onlarla ilişkilerimizde soğuk davranmak hakkına sahip değiliz.
6-Zulmetmek yok, zulmedilmek de...
“…Ne zulmedin, ne de zulme maruz kalın!” [19]
Öyle görülüyor ki, Kur’ân-ı Kerim dünyevi ve uhrevi saadetimizin en önemli esaslarından olan adâlet meselelerini ihmal etmemiş, fertleri ve toplumu daima adâlete yönlendirmiştir.
Prof. Dr. Şadi Eren
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Haziran 2018/6 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Maide, 8.
[2] En’am, 52.
[3] Nahl, 90.
[4] Neml, 18-19.
[5] İsfehani, “zulm” md. S.319
[6] İbrahim, 34
[7] Mü’min, 17.
[8] Müslim, Hudud, 2
[9] Müslim, Zekât, 91; Tirmizî, Zühd 53.
[10] Buharî, Mezalim, 16; Şehâdât, 27.
[11] Maide, 8.
[12] Nisa, 135.
[13] Nisa, 135.
[14] Nisa, 58.
[15] Buhârî, İlim 2.
[16] Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, V, 3249.
[17] Hud, 113.
[18] İsra, 15; Fâtır, 18; Necm, 38.
[19] Bakara, 279.