İnsanı en üstün bir biçimde yaratan ve onu diğer varlıklarda olmayan üstün özelliklerle donatan yüce Allah onun hayatına da değer vermiştir. İnsanların Yaratıcısı olmuşken O bile insanın yaptığı birtakım suçlar ve yanlış davranışlar sebebiyle onun hayat hakkını hemen ortadan kaldırma ve cezalandırma işini tehir etmektedir: “Eğer Allâh, insanları yaptıkları işler yüzünden (hemen) cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allâh, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor….”. (Fâtır 35/45. Ayrıca bk. en-Nahl 16/61). Yüce Allah Hz. Âdem’in (a.s.) iki oğlunun hikâyesinden bahsederken onların birbiri ile olan kavgasını detaylı bir şekilde aktarır (el-Mâide 5/27-29), ardından da Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesi sebebiyle insanlık için değiştirilemeyecek önemli bir prensip koyar: “İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir kişiyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. …” (el-Mâide 5/32) Bu âyet bize yüce Allah’ın maksadının insanları yaşatmak olduğunu gösteriyor ve tabii bir ölüm dışındaki ölümlerin istenmeyen bir hal, öldürenin ise lanetlenmiş bir kişi olacağını bildiriyor.
Cihadın Kavramsal Havzası
Durum böyle iken cihâd ne anlama gelmektedir? Kur’ân’da cihadın teşvik edilmesi Allah’ın öldürme yasağı ile çelişmekte midir? Cihâd’ın başına bir de “kutsal” kelimesi eklenerek “Kutsal Cihâd” denilmesi ne anlama geliyor?
Eğer Kur’ân-ı Kerîm parçacı bir yaklaşım ile okunur ise cihâda olumsuz bir anlam yüklemek pekâlâ mümkün olur. Bu durumda cihâd “tek hedefi gayr-i Müslimleri ortadan kaldırmak olan bir mekanizma ve yol” anlamı taşıyabilir. Hâlbuki bu kelime ve türevleri Kur’ân’da geçtiği 30 yerde farklı farklı anlamlara gelmektedir. Cihâd kelimesi Kur’ân’da, Medîne döneminde müşriklere karşı savaşı (cihâd) meşru kılan âyetten önce de vardı ve Medenî âyetlere göre farklı anlamlarda kullanılıyordu. Bunlara toplu olarak baktığımızda mesela Furkân sûresinde (25/52) yüce Allah “Mademki yalnız seni gönderdik. O halde kâfirlere uyma ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı cihâd et, büyük cihâd!” buyurarak “Kur’ân ile cihâd etme, Kur’ân âyetlerini hak dava için mücadele aracı kılma” anlayışına yer verir. Yine Mekkî bir sûre olan Ankebût’ta (29/69) “Bizim uğurumuzda çaba gösterenlere (cihâd edenlere) gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ve şüphesiz ki Allah kesinlikle muhsinlerle beraberdir.” buyuran Allah cihâd kelimesini kullanmakla birlikte Allah rızası için çaba göstermeyi kasteder. Hatta Medenî sûrelerden olan Tevbe’de (9/73) kendilerine karşı cihâd edilmesi istenen kişiler olarak kâfirler ve münâfıklar birlikte sayılarak, kâfirlere karşı fiili savaş, münafıklar için ise savaş dışı başka mücadele yolları önerilmiş olur. Zira kendisini Müslüman gösteren ama gerçekte böyle olmayan bir kişi ile açıktan savaşılmayacağı âşikardır.
Adil Olan Sözü Söyleme
Kur’ân-ı Kerîm’de “ce-he-de [ج هـ د] kökünden türeyen âyetlerin ortaya koyduğu anlam ile hadislerin örtüştüğü de görülmektedir. Birçok hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (s.a.) cihâdı, kişinin nefsi ile meşgul olması, nefsini ıslah etmesi, başkalarına gerçeği söylemesi, hak yolda uğraş vermesi anlamında kullanmıştır. Ondan gelen “En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir” ve “Cihâdın en faziletlisi zâlim bir sultana karşı doğru ve âdil olan sözü söylemektir…” şeklindeki hadisler zihinlere öylesine kazınmıştır ki zamanla kelâm-ı kibâr şeklini almıştır. Zaten kendini ıslah etmeyen, İslâm’ı içine sindirmeyen, gerektiğinde doğruyu söylemeyen kişinin ve bu türden şahıslardan oluşan toplulukların yapacağı cihâd katliamdan öte bir anlam taşımaz.
Savaş meydanında kahramanlık gösterisinde bulunan ve karşısına çıkanı deviren bir kişinin Allah Resûlü tarafından cehennemlik ilan edilmesi cihadın aynı zamanda bir inanç işi olduğunu göstermektedir. Buradan hareketle cihâd ile ilgili şöyle bir tanım yapmak hiç de yanlış olmaz: “Cihâd, insan ile İslâm arasındaki engeli kaldırmak için yapılan bir çabadır.” Bu tanıma göre asıl gaye insanları ve insanlığı yok etmek değil onları yaşatarak İslâm ile buluşturmaktır.
Kur’ân’ın çok çerçeveli olarak ortaya koyduğu cihâd konusu tabii ki savaşmak, öldürmek ve ölmek ile de ilgilidir. Bazı Batıcı İslâm modernistlerinin cihadı hafife alan ve İslâm düşmanlarının işine yarayacak şekilde yorumlayan yaklaşımları tabii ki kabul edilemez. Bu kişilerin bu sözlerini ilim adamı kimlikleri ile değil de muhataplarına şirin görünmek için söylediklerini biliyoruz. Mevdûdî’nin gençlik yıllarında kaleme aldığı Kur’ân âyetlerine ve sahih hadislere dayalı cihâd kitabı aynı dönemde cihadı bir vahşi savaş gibi gösterenlere ve İslâm’da cihâd olmadığını söyleyenlere karşı bir cevap niteliğindedir.
Rahmet ile Melhame Arasında
Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda savaşı ifade etmek üzere zaman zaman “cihâd” kelimesi ve türevlerinin zaman zaman da “katl, kıtâl” gibi kelimelerin kullanıldığını rahatlıkla görebiliriz. Resûl-i Ekrem’in (s.a.) kendi şahsı ile ilgili olarak “Ben hem rahmet peygamberiyim, hem de savaş (melhame) peygamberiyim” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 405) buyurması savaşmanın aynı zamanda bir gereklilik olabileceğine işaret etmektedir. Nitekim yüce Allah Dâvud peygamberin cihadından bahsettiği bir âyet-i kerimede şöyle buyurur: “Derken, Allah’ın izniyle onları tamamen yenilgiye uğrattılar. Dâvûd, Calut’u öldürdü ve Allah kendisine hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını diğerleriyle defetmesi olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir lütuf sahibidir.”(el-Bakara 2/251).
Kur’ân-ı Kerîm’in inmesinden binlerce yıl önceki bir duruma karşı bu lütufkâr bakışı ortaya koyan Allah İslâm’ın gelmesinden sonra ortaya çıkan hadiseler için de aynı kuralı bu defa Resûlullah (s.a.) efendimiz için işleterek şöyle buyurur:
“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihâd için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (el-Hac 22/39-40).
Peygamber efendimiz bir savaş öncesinde ashabına “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allahtan âfiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır…. ” (Buhari, “Cihad”, 156, “Temenni”, 8; Muslim, “Cihad”, 20, Ebû Dâvûd, “Cihad”, 98) şeklinde seslenerek onları hem uyarmış hem de cesaretlendirmiştir. Böylece Kutlu Elçi, asıl maksadın öldürmek ve ölmek olmadığını vurguladıktan sonra gerektiğinde ulvî bir maksat için cesaretle savaşmanın dini bir gereklilik olduğuna dikkat çekmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, ise Müslümanların güçlü olmasının aynı zamanda toplumlar arası denge için gerekli olduğuna şu Medenî âyetle dikkat çekmektedir:
“Siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet oluşturun ve cihâd için atlar hazırlayın ki, onlarla hem Allah’ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Allah yolunda her ne harcarsanız onun sevabı size eksiksiz ödenir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Enfâl 8/60).
Bu âyeti tefsir eden Taberî âyette yer alan “kuvvet” kelimesini çok geniş anlamıyla yorumlar ve düşmanı caydırma özelliği olan her türlü çareyi ve çabayı “kuvvet” olarak değerlendirir. Düşmanın caydırılması aynı zamanda düşmanca tavırların ortadan kalkmasını ve birbirine ters olan toplumların sulh içinde yaşamasını sağlar. Ama eğer savaş olursa, Müslümanlar kuvvetli olduğunda savaş en kısa zamanda Müslümanların lehine sonuçlanarak fitne ve fesat önlenmiş olur.
Hukuku ve Ahlakı
İslâm fıkıhçıları cihadın saldırıya uğrama durumunda ve umumi bir seferberlik gerektiren hallerde farz-ı ayn olduğunu söylerlerken sulh durumunda cihâd için her türlü hazırlık yapmayı ve hazırlıklı olmayı İslâm toplumu için farz-ı kifâye kabul ederler. Tabii ki savaş ve harp anlamında kullanılan cihadın pek çok hukuki ve ahlâkî şartı vardır. Müslümanlar İslâm tarihi boyunca gayri Müslimlere savaş hukuku konusunda rehberlik yapmışlardır. Savaş her türlü şeyin mübah olduğu sınırsız bir serbestlik alanı tanımaz. Fıkıh kitaplarında ve konuya dair yazılan müstakil eserlerde bu husus etraflıca yer almış; düşmanın hile yollarına başvurup İslâm toplumunu türlü tuzaklarla yok etmeye tevessül etmediği durumlarda Müslümanların savaş hukukuna her zaman riayet ettiğini tarih kitaplarından öğrenmekteyiz. Çünkü bu davranış biçimi Müslümanlara bizzat Allah tarafından şu açık naslarla emredilmiştir. Üstelik bu âyetler Allah Resûlü’nü Mekke’den çıkaran ve Müslümanlara türlü tuzaklar kuran müşrikler ile ilgilidir:
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar vazgeçerlerse, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler kısas (karşılık) kuralına tabidir. O hâlde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.” (el-Bakara 2/190-194)
Rahmet Öncelikli Bir Mücadele
Bir bütün olarak baktığımızda İslâm’da yüce Allah’ın rahmân ve rahîm isimlerinin bir tecellisi olarak affetme ve affedicilik, karşılık verme ve intikam almadan önce gelir. Her kim ne kötülük ve yanlışlık yaparsa yapsın eğer yaptığından dönme ve pişman olma durumu varsa ve onu affetmek aradaki düşmanlığı ortadan kaldıracak ise affetmek ve sulh yapmak her zaman daha iyidir. Zira Müslümanın nihai hedefi düşmanları artırmak değil insanları Allah’ın hak dini olan İslâm’a kazandırmaktır. Nitekim Mekke’nin fethinden sonra Resûl-i Ekrem (s.a.) daha önce müslümanlara büyük sıkıntı veren müşrikleri serbest bırakmış ve böylece bir süre sonra Müslüman olmalarının önünü açmıştır. Savaş esnasında bile olsa ensesinde kılıcın soğukluğunu hissedip Müslüman olduğunu söyleyen kimseye karşı bunu o anda öylesine bile söylese müsbet bir adım attığı için ilişilmemesi gerekir. Düşmanlık ancak hiçbir yumuşaklık ve eğilim göstermeyen, elini değil de kılıcını uzatana karşıdır. Bu konuda Yüce Allah’ın şu ayrıntılı buyruğuna kulak verelim:
“Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı. Ancak sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınmış bulunanlar, yahut ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmayı içlerine sığdıramayıp (tarafsız olarak) size gelenler başka. Eğer Allah dileseydi, onları size musallat kılardı da sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse; Allah, onlara saldırmak için size bir yol (yetki) vermemiştir.” (en-Nisâ 4/89-90).
Fussilet sûresinde (41/34) “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” buyuran yüce Allah aslında hedef olarak düşünceleri ve anlayışları ne olursa olsun tüm insanlara dostluk elimizi uzatmamızı gösteriyor. Hele sulh halinde yaşadığımız ortak alanları kullandığımız insanlara karşı bunu fazlasıyla göstermemiz gerekiyor.
Bir İslâm ülkesinde yaşayan gayri Müslim birisine veya anlaşma içinde bulunduğumuz gayri Müslim bir ülkenin vatandaşına düşmanca bir tavır içerisinde olmamız kesinlikle doğru değildir.
En nihayetinde insanlar ümmet-i icabet ve ümmet-i davet olarak iki kısımdır. Buna göre her bir insan hangi din ve anlayıştan olursa olsun Müslüman olmaya adaydır ve ondan bunu esirgememek gerekir. Zaten savaş anlamındaki cihâd da insan ile İslâm arasındaki engeli kaldırıp kişileri İslâm daveti ve İslâm hidayeti ile buluşturmak değil midir?!
Prof. Dr. Abdülhamit Birışık
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Nisan 2018/5 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com