Maide Sûresinin 44,45 ve 46. ayetleri; “Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenlerin, zalimler, kafirler ve fasıklar” olduğunu bildirmektedir. Daha ilk yıllardan başlayarak bu ayetlerin muhataplarının kimler olduğu tartışılmış ve birileri ayetlerin nüzul sebebini ve bağlamını öne sürerek, ayetlerin muhataplarının ehli kitap mensupları olduğunu iddia etmişlerdir. İmam Zemahşeri bu ayetlerin tefsirini yaparken Tercümanü’l Kur’an lakaplı İbn Abbas’tan bir söz aktarır. İbn Abbas ayetlerin bazılarının tahsis adı altında birilerinin üzerinde sabitleştirilmesine karşı çıkarak der ki: “Ey Müslümanlar! Sizler ne kadar akıllısınız böyle! Allah’ın kitabında ne kadar tatlı varsa size, ne kadar acı varsa geçmiş kitap ehline öyle mi? Hayır, unutmayın ki; tatlısıyla, acısıyla tüm ayetler bizlere hitap etmektedir.”
İbn Abbas’ın bu sözü Kur’an’a muhatap olan bizler için çok önemlidir. İlahî kelam içerisinde bir çok ayet, belli sebeplere ve belli muhataplara bağlı olarak inmiş olabilir; bu muhatapları ve sebepleri bilmek bize her zaman ayetleri daha iyi anlayabilmemiz için kolaylıklar sağlamaktadır. Ama tefsir ilminde de önemli bir kaide olan; “Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir” ilkesi gereği, her ayetin bize konuştuğunu, bize mesajlar verdiğini unutmamalıyız. İşte aklî olgunluğun zirvesinde olan sahabenin büyük bir kısmı Kur’an’a böyle muhatap olurlardı. Onlar inen her ayetin karşısında, “bu ayet bana ne diyor? Bu ayetin vazettiği hakikatin karşısında ben nasıl durmalıyım?” sorusunu sorarlardı.
Geçen haftaki yazımızda bu konuya Sabit b. Kays’tan örnek vereceğimizi söylemiştik. Sabit b. Kaysensarın yiğitlerinden olan ve Peygamber sevdalısı Musab b. Umeyr’in eliyle iman şerbetini içen bir sahabîydi. Bu sahabinin çok gür bir sesi vardı; sıradan bir meseleyi dahi konuşurken, bu gür sedası ile ortalığı inletirdi. Sabit b. Kays ne zaman huzur-u risalete girse, birazda heyecanından sedasına seda katar, Efendimiz’in karşısında adeta kükrerdi. Allah Resulü Sabit’in o gür sedasından hoşlanır ve ne zaman Medine’de bir şeyleri halka duyurmak isterse Sabit’i çağırtır, onun gür sedasını böyle bir iş için kullanırdı. Bu yiğit sahabîHucuratSûresinin ilk ayetleri inince oldukça üzülmüş ve sahabice bir tavır göstererek ayetin muhataplarını dışarıda aramak yerine; “ben” demiş ve kendi duruşunu ayetin mesajı karşısında sorgulamaya başlamıştı. İnen ayetler; “ Ey İman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesi üzerine yükseltmeyin…Yoksa amelleriniz boşa gider” diyordu. Sabit b. Kays bu ayeti duyunca; “artık ben Allah Resulü’nün yanına gidemem; çünkü benim sesim hep o sesine canlar feda olması gereken Efendimiz’in sesinin üstüne çıkıyor” dedi. Sabit b. Kays ayetin ifade etmek istediği asıl mesajı algılayamamış, mesajın zahiri kısmını yani mecazı, hakikat olarak anlamıştı. Bu noktada bu algılayışı sorgulamayacağız, ama burada asıl bizim alacağımız ders Sabit b. Kays’ın ayetin mesajı karşısında nasıl durduğu, nasıl kendini hemen sorumlu hissettiğidir. Bu ayette kastedilenlerin kimler olduğu tefsir kitaplarımızda rivayet edilir. İlgili ayetlerin nüzul sebebi olan şahıslar fiziki yaş olarak büyük, ama rüşd yaşı itibari ile küçük olan bedeviler; Uyeyne b. Hısn, Akra b. Habis gibileridir. Sabit b. Kays ayeti duyduğu zaman, ayette dile getirilen uyarıların muhataplarını dışarıda arıyabilir, tevil edebilir yada benimle alakası yok diyebilirdi. Ama o bunların hiçbirini yapmayarak gıpta edilecek bir aklî olgunlukla kendisini ayetin karşısında sorgulayıp, suçlu ilan etti ve günlerce evinden dışarı çıkmadı. Allah Resulü bu yiğit sahabisinin huzura gelmediğini görünce komşusu Sa’d b. Muaz’a sordu, Sa’d olayı anlatınca Efendimiz “Sabit’i çağırın gelsin” dedi. Sabit huzur-u risalete gelince Efendimiz ayetin kastettiği asıl mesajın ne olduğunu Sabit’in şahsında tüm Müslümanlara açıkladı ve orada Sabit’e bir de müjde verdi: “ Sen Allah yolunda yaşayacak ve yine o yolda şehadet şerbetini içeceksin.”
Sabit b. Kays ilahî kelamın her ayetine böyle bir aklî olgunluk ile muhatap olup, şahit olmuştu. En son şahitliğini de Yemame’de kanı ile imzalayacak ve bu müjdenin tahakkuk etmesini de sağlayacaktı.
Sahabe efendilerimiz Kur’an karşısında işte böyle bir duruş sergiliyorlardı. Onlar duydukları her ayetin kendilerine nazil oldukları bilinciyle hareket ediyor, nefislerini bu ilahî mesajlar ile sorguluyorlardı. Onlar ayetlerin içerisinde ellerinde cımbız işimize geleni çekip alıp, onu haklılığımıza malzeme yapalım gibi bir mantık ile hareket etmiyor, vahyin rahle-i tedrisatına inşa ve ihya olma amacı ile oturuyorlardı. Amacı bu olanın elde edeceği kazancının ne olacağı ise baştan bellidir. Eğer Kur’an’a muhatap olmamıza rağmen halen bazı kazançlardan mahrum kalıyorsak, sizce amaçlarımızın yeniden gözden geçirilmesi gerekmiyor mu?
Muhammed Emin YILDIRIM