Çocuktan aldı haberi insanlık, çünkü Nebi’nin eli değmişti saçlarına. Bu yalnız bir sevgi dokunuşu değildi, bir duayı da saklıyordu içinde. Öyle bir dua ki çocuğa sonsuz zenginlikte bir bahçenin anahtarını uzatıyordu. Bu bahçeye adım atan ilahî bir ilimle kuşatılacak, o anahtarı eline alanın önünde hiçbir kapı duramayacaktı.
Gecenin sonu. Resûlullah’ın (sas) arkasında saf tutmaya çalışıyor çocuk. Beklemediği bir şey oluyor namaza hazırlanırken. Hz. Peygamber mübarek elleriyle kendi hizasına çekiyor onu. “Sen Allah’ın elçisisin. Bir müminin senin arkanda namaz kılması gerekir,” diyor çocuk bunun üzerine. İşte o vakit değiyor merhamet eli saçlarına: “Allah’ım, onu dinde derin anlayışlı kıl ve Kur’ân’ın tefsirini öğret!” Sonra aynı el bir kuş gibi konuyor çocuğun kalbine: “Allah’ım bu çocuğun göğsünü hikmet ve ilimle doldur!”
Hz. Peygamber’in amcasının oğluydu Abdullah. Annesi Ummu’l-Fadl, Hz. Hatice’den sonra müslüman olan ikinci kadındı, müminlerin annesi Hz. Meymûne teyzesi. Hz. Peygamber’in küçük konuğu oluyordu teyzesinin yanına geldiğinde. Çocuklarla sokakta oynarken de yanına gelmişti Nebi ve onu bir sahâbîyi çağırmakla görevlendirmişti. Fakat bir insanı çağırmak gibi değildi bir anlamı gizlendiği yerden çağırmak. Bunun için sabırla peşine düşmek gerekirdi, ilim nurunu taşımak kalbinde.
Küçük yaşta öyle bir sorumluluk yüklenmişti ki omzuna Abdullah’ın, ancak Hz. Peygamber’in duasıyla taşınabilirdi. “Ey çocuk!” demişti bir keresinde ona Nebî, “Sana fayda verecek birkaç söz öğreteyim mi? Allah’ın dinini koru ki Allah da seni korusun. Sen bolluk ve refah zamanlarında Allah’ı hatırlar ve anarsan, Allah da sıkıntı anlarında seni hatırlar ve yardım eder. İsteyince Allah’tan iste. Bütün kâinat bir araya gelse, Allah’ın senin hakkında yazmadığı bir şeyi gerçekleştirmeye çalışsalar başaramazlar…”
Hicretten üç sene önce dünyaya gelen Abdullah, Hz. Peygamber vefat ettiğinde on üç yaşındaydı. Fakat ilimde kendisine açılan kapı küçük yaşına rağmen büyük sahâbîlerin meclisine getirmişti onu. Bedir Savaşı’na katılmış yaşlı sahâbîler Hz. Ömer’e, “Niçin bu çocuğu yanımıza getiriyorsun? Bizim de böyle oğullarımız var.” diye sitem etmişler, Hz. Ömer “Bu çocuk sizin bildiğiniz çocuklara benzemez!” diye karşılık vermişti bu siteme.
Bir gün “Nasr Suresi’nin anlamını biliyor musunuz?” diye sordu Hz. Ömer aynı mecliste. İhtiyar sahâbîlerden bazıları “Biz, yardım bize ulaşıp da fetih nasip olunca Allah’a hamdetmek ve istiğfar etmekle emrolunduk…” şeklinde açıkladılar ayeti. Bazıları ise bilmediklerini söylediler. İçlerinden hiç konuşmayanlar da oldu. Bunun üzerine Ömer (ra), İbn Abbas’a dönüp, “Sen ne diyorsun?” diye sordu. O da ayetle ilgili şunları söyledi: “Bu sure, Hz. Peygamber’in eceline alamettir. Allah Teâlâ ona böyle bildiriyor. Fetih, Mekke’nin fethidir. Ayet; ‘Bu senin ecelinin alametidir. O halde Rabbini tenzih ve tesbih et. O, tövbeleri kabul eder’ şeklinde açıklanabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onayladı İbn Abbas’ı: “Ben de ancak senin bildiğini biliyorum.”
Hz. Peygamber’in vefatından sonra başta Hz. Ömer olmak üzere halifelerin baş tacı olmuştu İbn Abbas. İlminden ötürü “Umman” ve “Ümmetin derin âlimi” sıfatlarıyla anılıyor, en girift meselelerde görüşüne başvurulmadan hareket edilmiyordu. Babası bu durumdan hoşnut olmakla birlikte öğütleriyle korumaya çalışıyordu onu: “Oğlum! Müminlerin Emîri seni yanına çağırıyor, yakın davranıyor, sahâbîlerle istişare etmeni sağlıyor. Üç şey konusunda korkmalısın Allah’tan: Ömer (ra) yalanına tanık olmasın. Sırlarını koru. Onun yanında kimseyi eleştirme.” İbn Abbas bu öğütleri binlerce dinardan daha değerli bulduğunu söylemişti çevresindekilere.
Hz. Osman zamanında İbn Abbas’ın (ra) nuru Arap Yarımadası’nın dışına taştı; Kuzey Afrika’ya, Cürcân’a, Taberistan’a ve İstanbul’a giden bu gözde sahâbî 656 yılında Hz. Osman tarafından hac emiri tayin edildi. Hz. Ali’nin de yanındaydı İbn Abbas Cemel ve Sıffîn savaşlarında. Bir bölüğün komutanlığını yaptığı gibi bir dönem Basra valisi oldu onun. Yalnız ilimde değil, diğer sorumluluk alanlarında da kendine düşen görevleri yapmaktan geri durmayan İbn Abbas, sadece siyasi fitne zamanlarında kabuğuna çekildi. Abdullah b. Zübeyr ile Abdu’l-Melik b. Mervân arasındaki çekişmelere karışmamış, ailesiyle birlikte Mekke’ye taşınarak tarafsızlığını korumuştu.
İnsanın değerlerini yitirerek kaybolmasından endişe eden Abdullah b. Abbas, İbn Ebî Müleyke’nin anlattığına göre bir gün şöyle demişti: “İnsanlar gitti. Geriye nesnas kaldı.” “Nesnas da neymiş!” diye sorulduğunda ise şu cevabı verdi: “İnsana benzeyip de insan olmayanlar!” Hayatı boyunca iyi bir insan olmaya çalıştı hep. Bu zeki ve güçlü şahsiyet ince ve yüksek bir düşüncenin de temsilcisiydi. İnsan ilişkilerini nezaket içerisinde yürütür, sohbet arkadaşlarından güler yüzünü esirgemez, cömertliğiyle yoksulların yanında olmaya çalışırdı.
Onun asli görevi, üzerinde taşıdığı duanın bereketini yaymaktı ilim bahçelerinde. İlimle şiiri birbirine kardeş kılan İbn Abbas (ra), Kur’ân’ı anlamaya ve anlatmaya çalışırken Arap şiirinden yararlandı. Mademki Kur’ân Arapça nazil olmuştu, Kur’ân’ı tefsir ederken dilin omurgasını oluşturan edebiyattan yardım alabilirdi pekâlâ. Hac Suresi’nin 78. ayetini yorumlarken, “Kur’ân’dan bir şeyde yabancılık (zorluk) çekerseniz, şiire bakınız, zira şiir Arapça’dır” diyen İbn Abbâs, Hâricîler’den Nâfi’ b. el-Ezrak’ın imtihan amaçlı sorularını birer beyitle cevaplandırmıştı.
Şiir ve edebiyattan anlamayanlar toplumun seçkin kişileri arasında sayılmazdı Arap toplumunda. İbn Abbas’ın sözünün etkili, anlayışının derin olması, edebiyatla kurduğu sahih ilişkiye bağlanabilirdi. İbn Ruşeyk, “el-Umde” adlı eserinde onun bizzat yazdığı şiirlere yer vererek şair yönünün altını çizmişti. Doğrusu o konuşmalarındaki edebi üslupla büyülerdi insanları. Tabiînden Abdullah b. Şakîk, hacda İbn Abbas’ın hutbelerinden birinde Nur Suresi’nin tefsirini dinledikten sonra şöyle demekten alıkoyamamıştı kendini: “Bu öyle bir tefsirdi ki onu Mecûsiler ve Rumlar dinlemiş olsalardı hep birlikte Müslüman olurlardı.”
Kapısının önü dolup taşardı “Müfessirlerin Sultanı”nın. Tabiîn’den Ebû Salih’in anlattığına göre bir keresinde izdiham yaşanmış, insanlar hareket edemez duruma gelmişti evinin önünde. Ebû Salih durumdan haberdar edince İbn Abbas’ı (ra), “Haydi kalabalığa söyle, Kur’ân hakkında soru sormak isteyenler gelsinler!” dedi ona. Çok geçmeden ev soru sormak isteyenlerle dolup taştı. Herkes cevabını aldıktan sonra İbn Abbas, “Diğer kardeşleriniz gelecek,” diyerek uğurladı kalabalığı. Daha sonra Ebû Salih’ten Kur’ân tefsiriyle ilgili soru sormak isteyenleri davet etmesini istedi. Bu defa başka bir topluluk doldurdu evi ve sorularını sordular. Sıra “Helal ve haram bilgisi”ni öğrenmek isteyenlere gelmişti. Bir önceki topluluğun boşalttığı yerleri bu kez onlar doldurdular. İbn Abbas sürekli yeni bir grubu davet ettiriyordu evine. “Feraiz/miras ilmini öğrenmek isteyenlere söyle gelsinler!” Sonunda edebiyatçılara geldi sıra: “Arapça ve şiir konusunda sorusu olanlar, az bilinen kelimelerin anlamlarını öğrenmek isteyenler gelsinler şimdi!” Ebû Salih, “Ben böyle birini görmedim, Kureyş onunla ne kadar övünse yeridir,” diyordu bunları anlattıktan sonra. İbn Abbas’ın (ra) fetvaları fıkıh ilminin güvenilir kaynaklarından biri olmuş, Halife Me’mun zamanında yirmi ciltlik bir kitap haline getirilmişti.
Bir hadis “Umman”ıydı aynı zamanda o. Hz. Peygamber vefat ettiğinde yaşının küçük olması nedeniyle rivayet etmiş olduğu 1660 hadisten çoğunu sohbetlerinde bulunduğu sahâbîlerden işitip kaydetmiş, bu kutsal metinleri titizlikle aktarmıştı kendisinden sonra gelenlere. Hadis ilmine vermiş olduğu emek yalnız rivayet etmekten ibaret değildi İbn Abbas’ın. “Din ilmini ancak şahitliğini kabul ettiğiniz kişilerden öğreniniz,” diyerek, “cerh ve tadil” öğretisinin ilkelerinden birine işaret etmiş, tabiînden bazı kişiler hakkında “cerh” anlamı taşıyan değerlendirmeler yapmıştı.
Fakat aynayı başkasına tutmakla kalmıyor, kendi sîretini de yansıtıyordu oraya. Said el-Cezerî onu bir gün dilinin ucundan tutmuş şöyle derken görmüştü: “Hayır söyle ki kârlı çıkasın. Şer konuşma ki kurtulasın!” Oradan geçen biri, “Bakıyorum dilini tutmuş kendi kendine söyleniyorsun,” deyince İbn Abbas şu cevabı vermişti: “Kul kıyamette en çok dilinden çekecek!”
O yalnız İslam’ı değil onun nuruyla hayatı da tercüme ediyordu. “Müslüman bir aileye, bir ay, bir hafta ya da Allah’ın dilediği bir süre bakıp geçimini temin etmek, hac üstüne hac yapmaktan daha erdemli ve güzeldir.” diyen İbn Abbas (ra), “Sizin en hayırlınız insanlara en çok yararı dokunanınızdır.” hadisinin aydınlığını sosyal hayata yansıtıyor, eylemlerin ruhunu dikkate alarak “salih amel/yararlı iş”i gözetiyordu.
Ancak insana katkı sağlamak için önce kendi insanlığını test etmek zorundaydı kişi. Bu yüzden başkalarını eleştirmek yerine iç dünyasına yönelmeli, dinî duyarlığını başkalarını değil kendini tartarak göstermeliydi. “Öyle kulları vardır ki Allah’ın, sağır ve dilsiz olmadıkları hâlde takvaları onları sessiz kılmıştır. Yalnız Allah’ı andıklarında coşarlar; kalpleri titrer, dilleri tutulur. Bu hâl sona erdiğinde ise güzel işleri yapmaya koyulurlar. Sürekli tövbe eden tertemiz kullar olmalarına rağmen kendilerini günahkâr sayarlar. Olur olmaz yerde konuşup gevezelik etmezler. Her ortamda dinlerine önem verdiklerini, ince kalpli ve duyarlı olduklarını görürsünüz onların.” sözü işte bu anlayışın meyvesiydi.
Hayatı boyunca adaletli olmaya çalıştı “Hibru’l-Umme/Ümmetin Derin Âlimi.” “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve Allah için şahitlik yapanlardan olunuz.” (Nisâ, 135) ayetinin tefsiri şöyleydi ona göre: “Allah Teâlâ, bu ayet-i kerîmeyle karşısına çıkan iki kişiden birine yumuşak davranan, diğerinden yüz çeviren hâkimi uyarmaktadır.”
Müslümanlar arasındaki birliğe önem verir, her vesileyle bu birliğe işaret etmeye çalışırdı. Bir keresinde Muaviye’yle karşılaşmış, “Sen benim yolum üzerinde misin?” diye sorunca, “Hayır, Osman’ın yolu üzerinde de değilim. Ben Resûlullah’ın (sas) yolu üzerindeyim.” cevabını vermişti. Kerbelâ faciasıyla derinden sarsılan İbn Abbas, Hz. Peygamber’in gözünün nuru Hz. Hüseyin’in arkasından o kadar ağladı ki gözlerini kaybetti.
Resûlullah’ın (sas) yolunda adaletli bir ömür sürdükten sonra yetmiş yaşlarında Taif’te dünyayı terk etti Abdullah b. Abbas. Yeni bir şey değildi bu onun için. Hayattayken de terk etmişti zaten dünyayı.
A. Ali Ural
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2017/3 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
Kaynakça
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-gâbe, Kahire 1970-73, III, 290-294.
İbn Hacer, el-İsabe, Kahire 1328, II, 330-334.
Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, I, 429.
Müslim “Zühd”, 72.
Buhârî “İlim”, 17.
İbn Kesîr, el-Bidâye, Beyrut 1981, VII, 323; VIII, 295-307.
İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübra, Beyrut 1968, II, 365-372.
İbnü’l-Cevzî, Ebû Nuaym el-İsfahânî, Sahabe’den Günümüze Allah Dostları, İstanbul 1995, I, 447.
İ. Lütfü Çakan- Muhammed Eroğlu, “Abdullah b. Abbâs”, DİA, Ankara 1998, I, 76-79.