Hz. Muhammed’in peygamber olarak görevlendirildiği cahiliye toplumunun sosyal barış açısından konumunu en iyi anlatan ayetlerden birinde şöyle buyurulmaktadır: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”[1] Allah, kalpleri düşmanlık duygularıyla param parça olmuş bir cahiliye toplumunu, içerisinde barışın, selametin, huzur ve güvenin ilkeleri bulunan sağlam Kur’ân ipiyle neredeyse içerisine düşecekleri bir ateş çukurunun kenarından çekip kurtarmıştı.
İşte biz bu yazımızda, onları düşmanlık duygularıyla harlanan ateş çukurundan, huzur ve güvenin kaynağı olan barış/selâmet mertebesine yükselten söz konusu ilkeler üzerinde durmaya çalışacağız.
Kavramsal Çerçeve
Barış; Kur’ân’ı Kerim’de İslâm, silm, selam ve sulh gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Selam ve selâmet, lügatte, temizlik, temize çıkma, kusurlardan arınmış olma ve âfiyet gibi anlamlara gelmektedir.[2]
Barış anlamıyla ilişkili olan yukarıdaki kavramların Kur’ân içerisindeki bağlamlarına baktığımızda, onların genel olarak dışlama, hor ve küçük görme, çatışma, kavga ve savaş olmaksızın uzlaşı, güven ve huzur içerisinde yaşama gibi anlamları[3] içerdiği görülmektedir.
İnsanoğlu fıtratı gereği kendisine, sevgi, şefkat, merhamet, hoşgörü ve adaletle davranılmasını arzular. Çünkü o, ancak bu durumda kendisini güvende hissedebilir. Güven duygusu olmadan barıştan, barış olmadan da toplumsal huzurdan söz edilemez.
Her türlü güzelliğin ve hayrın yaratıcısı olan Allah’ın, Kur’ân’da anılan isimlerinden birisi de kullarını zulmünden emin kılan[4] anlamına gelen el-Mü’min’dir. Bu sıfatı taşıyan bir Yaratıcının gönderdiği dinin, barışı bozacak özellikler taşıması mümkün değildir. Bu yüzden İslâm Dini adına masum sivilleri hedef alarak terör faaliyetlerinde bulunan gruplar, gerçekte onu doğru anlamamış olan kimselerden oluşmaktadır. Nitekim barış anlamına gelen “selam” kökünden türeyen İslâm’ın şiddet ve terörün kaynağı olamayacağını gösteren ayetlerden birinde açıkça şöyle buyurulmaktadır: “Ey İnananlar! Hep birden barışa (silme, İslâm’a, buyrukları huzur ve güvenin kaynağı olan Allah’ın gönderdiği Hak Dine) girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır.”[5] Bu ayetin içeriğini dikkate aldığımızda, İslâm’ın esaslarını kabul eden kimseler, bir anlamda barışın, huzur ve güvenin kaynağı olacaklarını taahhüt etmişolmaktadırlar. Kur’ân’da savaşa, açık bir saldırganlık durumu ya da ciddi bir tehdit algısı söz konusu olduğunda izin verilmiştir.[6] Allah, barış ortamında gayri Müslimlere adaletle davranmayı, onlarla iyi geçinmeyi ve beraberce huzur ve güven içerisinde yaşamayı yasaklamamış, aksine bu durumun adil bir tutum olduğunu açıkça belirtmiştir. [7]
Yukarıda anlattıklarımızdan hareketle söylemek gerekirse, bu yazının amacı, barış, esenlik ve güven anlamına gelen “selam” kökünden türeyenİslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân’da, barışla ilgili olarak yer alan temel öğretileri ve ilkeleri sunmaya çalışmaktır.
Kur’ân’da, barış konusuna, kişinin kendi kendisiyle barışıklığı, ailede barış ve sosyal ve evrensel barış gibi çeşitli boyutlarıyla birlikte değinildiğini görmekteyiz. Aşağıda barışın söz konusu Kur’ânî boyutlarına ana hatlarıyla temas etmeye çalışacağız.
Kişinin Kendisiyle Barışıklığı
Güvenilir olmakla özgüven arasında nasıl sıkı bir ilişki varsa, sosyal barışla kişinin kendi kendisiyle barışıklığı arasında da aynı şekilde güçlü bir bağ vardır. Kendi kendisiyle barışık olmayan bireylerden oluşan bir toplumun huzur ve güven içerisinde olması çok zordur. Kur’ân, bireyin kendi kendisiyle barışık olmasını sağlamak için, öncelikle onun Allah’ın mahlûkat içerisinde yarattığı en değerli varlık olduğunu kabul etmesini tavsiye eder.[8] Bu özelliğinden dolayı insana yeryüzünde hükümranlık verilmiş, orada bulunan diğer tüm yaratıklar onun hizmetine sunulmuştur.[9]Ayrıca ona yeryüzünü imar etme, orada huzur ve sükûnu sağlama sorumluluğu yüklenmiştir. Kur’ân’daki halife[10] sıfatı en genel anlamıyla onun bu özelliklerine işaret etmektedir.[11] Ayrıca insan, görünen âlem içerisinde Allah’ın sonsuz bilgisini, kudretini, azamet ve yüceliğini özgürce takdir etme yeteneğine sahip olan yegâne varlıktır. [12] Onun asıl yaratılış amacı da budur.[13] Bu yönüyle insan, meleklerden bile üstün kılınmıştır.[14] O halde insan, kendi öz kıymetini bilmeli, başkalarının hayat hakkına saygı duyduğu kadar kendi hayatına da saygı duymalı, asla kendisini göz göre göre tehlikeye atmamalı[15], hiçbir sebeple intihara kalkışarak kendi hayatına son vermemelidir. [16]
Yukarıda anlatılan hususları dikkate aldığımızda, Kur’ân’a göre yeryüzünde Allah’ın halifesi olmakla onurlandırılan insanın kendi kendisiyle barışık olabilmesi için, onun öncelikli olarak kendi varoluşunun anlamını, gayesini ve kıymetini bilmesi, böylece kendisine saygı duyması gerektiği söylenebilir.
Ailede Barış
Toplumun en küçük birimi ve en temel yapı taşı olan aile içerisinde oluşan huzursuzluğun, güvensizliğin, anlaşmazlığın ve çatışmanın bir şekilde toplumun diğer kesitlerine yansıyacağı açıktır. Çünkü aile içerisinde barışı sağlayamayan bireylerden toplumsal barışa katkı sunmaları beklenemez. Bu itibarla insanlığın huzur ve saadeti için gönderilmiş olan Kur’ân’da, aile içi barışın sağlanmasına katkı sağlayabilecek önemli prensipler, uyarılar ve tavsiyeler bulunmaktadır.
Her şeyden önce Kur’ân, Allah’ın erkeği ve kadını tek bir özden yarattığını ve aile kurumunun yeryüzünde nesillerin devam edebilmesi için zorunlu bir unsur olduğunu haber verir.[17]Ancak bu kurumun sağlam temeller üzerine inşa edilebilmesi için, eşlerin meşru olarak bir arada bulunmalarını sağlayan ve tarafların bu birliktelikten kaynaklanan temel haklarını garanti altına alan nikâh sözleşmesi şartının yerine getirilmesi gerekmektedir.[18] Çünkü sağlam temeller üzerine kurulmayan aile yuvasında barışın, huzur ve güvenin sağlanması mümkün değildir. Hiç şüphesiz bu sağlam temellerin başta gelenlerinden birisi detevhit inancıdır. Bu yüzden Kur’ân, mümin erkek ve kadınlara müşriklerle nikâh sözleşmesinde bulunmalarını yasaklamıştır.[19] Diğer taraftan aile barışını bozan zina gibi yüz kızartıcı suçlar da kesinlikle yasaklanmıştır.[20]
Ailede eşler arasında bir anlaşmazlık durumu söz konusu olduğunda, huzur ve güven ortamının sağlanabilmesi için her türlü meşru çareye başvurulmalı[21], boşanma ise en son çare olarak görülmelidir. Çocukların terbiye edilmesi ve onların yaptıkları her şeyin hesabını Allah’a verecekleri şuuruyla yetiştirilmesi, ebeveynlerin vazgeçilmez görevleri arasındadır. [22] Çocukların da anne-babalarına, bakıma muhtaç olduklarında “öf” bile dememeleri gerekir.[23] Buna karşın anne-babalar da yoksulluk nedeniyle ne kadar çok sıkıntı çekerlerse çeksinler asla çocuklarını açlık korkusuyla öldürmemeliler.[24] Eşin ve çocukların nafakalarının ve geçimlerinin sağlanmasından öncelikli olarak babalar sorumludur.[25] Ana-babalar için evlatların birer imtihan vesilesi oldukları bilinmeli, dolayısıyla bu konuda sabırlı ve dikkatli olunmalıdır.[26] Aile içerisinde çocuklar arasında ayrım yapılmamalıdır. Çünkü her iki cins de değerlidir ve eşit ölçüde özeni hak etmektedir.[27]
Görüldüğü üzere Kur’ân, aile barışını, yuva kurmayı meşru kılan ve eşlerin birbirleri üzerindeki haklarını garanti altına alan nikâh sözleşmesi, güvensizliğe, huzursuzluğa ve nesillerin bozulmasına yol açan zina gibi yüz kızartıcı suçların kesinlikle yasaklanması, karşılıklı sevgi, saygı, güven ve sorumlulukların yerine getirilmesi gibi temel ilkeler üzerine inşa etmektedir.
Sosyal ve Evrensel Barış
Sosyal ve evrensel barışın temelinde de Allah’ın yeryüzündeki en değerli yaratığı olan insana duyulması gereken sevgi ve saygı vardır.
Müslümanların kendi aralarındaki çekişmeleri ve çatışmaları sonlandırıp bir çözüme kavuşturma konusunda nasıl bir yol izleyeceklerini gösteren ayetlerden birinde şöyle buyurulmaktadır: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever. Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah’tan sakının ki size acısın.”[28] Görüldüğü üzere bu ayeti kerimede, açık bir şekilde anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyet ölçüleri üzerinde yapılacak bir barış ve sulh yoluyla çözülmesi emredilmektedir. Artık bundan sonra söz konusu şartlar üzerinde barışa yanaşmayan grubun, barışı tercih eden karşı grup lehine barışa zorlanması meşru bir hak olmaktadır.
Sosyal ve evrensel barışın sağlanabilmesi için gerekli olan hususlardan bir diğeri decinsiyet, etnisite, mezhep ve meşrep farklılığı gözetmeksizin insan hak ve hukukuna saygıdır. Kur’ân’da bu konuya ilişkin pek çok ayeti kerime bulunmaktadır.[29] Bu ayetlerde genel olarak, din ve düşünce özgürlüğünün, malın, canın, ırz ve namusun korunmasına ilişkin evrensel ilke ve tavsiyeler yer almaktadır.
Sonuç olarak, Kur’ân’dasosyal ve evrensel barışın gerçekleşebilmesi için, zulüm, saldırganlık, açıktan tehdit oluşturma ve bozgunculuk gibi haklı sebeplerden birisi bulunmadıkça, etnik köken, din ve mezhep gibi unsurların hiçbirisine bakılmaksızın tüm insanların hayatı saygın görülmüş ve güvence altına alınmıştır. Bunun yanında Kur’ân, herkese adaletle muamele etme, bireylerin, din ve düşünce hürriyeti, mal, ırz ve namus güvenliği gibi evrensel hak ve hukuklarını gözetme konusunda da önemli ilkeler ortaya koymuş ve tavsiyelerde bulunmuştur. Aşağıda bunların önemli bir kısmına kısaca temas edilecektir.
Barış sözcüğü günümüzde Müslümanlar için her zamankinden çok daha fazla önem arz etmektedir. Çünkü Müslüman toplumlar ve milletler, tarihin hiçbir döneminde bu kadar birbirinden kopuk olmamış, iç çekişmeler ve çatışmalarla karşı karşıya gelmemiştir. Ortadoğu’da, Afganistan’da ve daha pek çok yerde yaşanan iç savaşlar, şiddet ve terör hareketleri bu durumun en açık örnekleridir.
İnsanoğlunun en büyük hedefi, mutlu olmaktır. Bununla birlikte o, arzu ve hevesleri olan özgür bir varlıktır. Bazen tutkuları ve hırsları onu fıtratından, aklının ve vicdanının olumlu telkinlerinden uzaklaştırabilmekte, böylece mutluluğu sadece kendisi için hedefleyen bencil bir varlık haline getirebilmektedir. Bireyler, toplumlar ve uluslar bencilleşince, diğerlerini hasım ve rakip olarak görmekte, sonuçta onlarla acımasız bir rekabet ve mücadele içerisine girebilmektedir. Bu yüzden Kur’ân, bireyin hem kendi kendisiyle hem de sosyal çevresiyle barış içerisinde olmasına büyük önem vermiş, dolayısıyla barışın teminatı olan huzur ve güvenin tesisi için çok önemli ilkeler ortaya koyup tavsiyelerde bulunmuştur.
Kısacası, Kur’ân açısından barış, doğru ile yanlışın arasını ayırt etme ve hükümde isabetli olma anlamına gelen fıtrata yönelmek ve ona uygun olan İslâm’ın güven ve huzuru temin etmek için koymuş olduğu, adalet, hakkı gözetme, tüm yaratılanlara şefkat ve merhamet gösterme gibi evrensel ilkelerini gözetmek suretiyle gerçekleşir ve süreklilik kazanır. Bunların hepsini kapsayan, dolayısıyla da barışın teminatı olan ana ilke ise, tüm davranışlarımızı Allah’ın rızasına uygun olarak yapmaktır.
Kaynakça
Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn, İstanbul 1928.
Buhârî, Sahih, Üçüncü Baskı, Dâruİbn Kesîr, Beyrut 1987.
İ. Mustafa, H. Abdülkadir, M. en-Neccar, el-Mu’cemu’l-vasît, thk. Mecme’u’l-luğa el-Arabî, ty.
İbnKesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm, thk. Sâmi b. Muhammed Selâme, DâruTîbe, 1999.
İbnManzûr, Lisânü’l-’Arab, 1. baskı, DâruSâdir, Beyrut, t.y.
Özdemir, Metin, “İslâm’ın Barış Dini Olmasının Kur’ânî Temelleri”, International Journal of Science Cultureand Sport (IntJSCS), August 2015: Special Issue 4, s. 72-80.
Taberî, Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-risâle, Beyrut 2000.
Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut 1947.
Prof. Dr. Metin Özdemir
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2018/7 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Âl-i İmran 3/103.
[2] İbn Manzûr, Lisânü’l-’Arab, 1. baskı, DâruSâdir, Beyrut, t.y., XII, 289.
[3] Taberî, Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-risâle, Beyrut 2000, IV, 251.
[4] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 305.
[5] el-Bakara 2/208.
[6] et-Tevbe 9/6.
[7] el-Mümtehine 60/8-9.
[8] İsra 17/70; Tin 95/4.
[9] et-Taberî, Câmi’u’l-beyân, XVII, 501.
[10] Bakara 2/30; Sad 38/26.
[11] et-Taberî, Câmi’u’l-beyân, I, 449-450; el-Maverdî, en-Nüket ve’l-Uyûn, I, 95.
[12] Talak, 65/12.
[13] Zariyat 51/56.
[14] A’raf 7/11.
[15] Bakara 2/195.
[16] Nisa 4/29.
[17] Nisa 4/1.
[18] el-Bakara 2/236; en-Nisâ 4/3; en-Nur 24/32.
[19] en-Nur 24/3.
[20] el-İsrâ 17/32; en-Nur 24/2.
[21] Nisa, 4/35; 128.
[22] Tahrim 66/6.
[23] İsra 17/23.
[24] En’am 6/151.
[25] Bakara 2/233.
[26] Enfal 8/28; İsra 17/64; Hadid 57/20.
[27] Nahl 16/58-59; Hucurat 49/13; Necm 53/45; Leyl 92/3; Tekvir 81/8-9.
[28] Hucurat 49/9-10.
[29] Bakara 2/188, 256; Nisa 4/161; el-Mâide 5/32; el-En’am 6/151; A’raf 7/85; Tevbe 9/34; Hud 11/85; Şuara 26/183.