Uhud; zorlu bir yol, büyük bir imtihan ve bir sarp yokuştu. Uhud; sadakat ile vefasızlığın, iman ile inkârın, ihlâs ile riyanın birbirinden ayrılacağı bir imtihan sahasıydı. O gün 1000 kişi ile Medine’den yola çıkılmış, yolun yarısında münafıkların lideri İbnSelül, 300 adamını alarak geri dönmüş; Müslümanları yarı yolda morallerini bozarak bırakmıştı. Adama değil, Allah’a dayanan kutlu Nebi, “yürüyün yollar sizindir” deyip, 700 askeri ile Uhud’a gelmişti.
Daha kılıçlar kınından çıkmadan iki yiğit bir kayanın arkasında dua ediyorlardı. O yiğitlerden biri Efendimiz’in (s.a.v.) dayısının oğlu Sa’d b. EbiVakkas, diğeri halası Ümeyme’nin oğlu Abdullah ibnCahş’tı. O gün Abdullah melekleri hayran bırakan bir dua etmişti. Demişti ki: “Allah’ım! Biraz sonra savaş başlayacak. Ne olur benim karşıma güçlü bir düşman çıkar. O benimle savaşsın, ben de onunla savaşayım. Sonunda o beni öldürsün ve cesedime müsle yapsın; kulağımı, gözümü, burnumu kessin. Ben uzuvları kesik bir şekilde senin huzuruna geleyim. Sen bana; ‘Ey Abdullah! Ne yaptın uzuvlarını?’ diye sorduğunda, ben de sana diyeyim ki: ‘Ya Rabbi! Günahlarla kirlettiğim o uzuvları, senin huzuruna getirmeye utandım ve onları senin yolunda feda ettim.” Bu duayı dinleyen Sa’d b. EbiVakkas’ın kanı donmuştu; ama verilen söz gereği bu ihlâs dolu duaya “âmin” demekten başka bir şey yapamamıştı.
Abdullah bu büyük emeline sahip olmak için şimdi Uhud’un meydanında sadece ve sadece Allah adına kılıç sallıyordu. O gün aynı meydanda ve aynı safta, görenleri hayran bırakan bir cesaret ile kılıç sallayan biri daha vardı. O da KuzmanibnHaris’ten başkası değildi. Kuzman’da aynen Abdullah gibi, müşrik ordularının üzerine korkusuzca saldırıyor, Uhud’da kılıçların birer birer elden düşmeye başladığı o dehşetli anda bile, cesaretine gölge düşürmüyordu. Sahabe Uhud’un meydanında aslan gibi kükreyen bu iki insana bakıyorlardı ve hayranlıklarını Allah Resulü ile paylaşıyorlardı. Biri diyordu ki: “Ya Resulullah! Görüyor musun halanın oğlu Abdullah’ı! Ne de yiğitçe savaşıyor.” Efendimiz tebessüm ediyor; “İnşallah o cennetliktir” diye buyuruyorlardı. Başka biri; “Ya Resulullah! Görüyor musun Kuzman’ı! Dokuz müşriki nasılda bir bir yere serdi.” Bir anda Allah Resulü’nün mübarek kaşları çatılıyor ve duyanları dehşete düşüren bir söz Uhud’u yankılıyordu. Efendimiz (s.a.v.) diyordu ki: “O cehennemliktir.”
Sahabe bu habere hayret ediyordu. Nasıl olur aynı ameli işleyen iki insandan birine cennet, diğerine cehennem müjde olarak verilirdi? Nasıl olduğunu sahabe sonraları anlayacaktı; işte onların o an için anlayamadıkları bir hakikati, özel haber alma kaynakları olan alemlerin sultanı onlara haber veriyordu.
Efendimiz’in (s.a.v.) bu sözünden haberi olmayan sahabeden Asım b. Ömer b. Katâde, Uhud’un meydanında düşmanı adeta ikiye biçip ilerleyen, ama biraz sonra bir kılıç darbesi ile yaralanıp yere düşen Kuzman’ı görünce; “Müjdeler olsun sana Ey Kuzman! Yiğitçe savaştın ve şimdide şehidlik makamını elde etme yoluna girdin!” dedi. O ana kadar kimselerin bilmediği, sadece açık ve gizli her şeyi bilen Rabbimizin bilip, Resulü’ne bildirdiği bir gerçeği Kuzman açıkladı. Dedi ki: “Ben ne şahadeti elde etmek, ne Allah’ın dinini savunmak, ne de Muhammed’in şerefini kurtarmak için savaştım. Ben sadece kavmimin şan, şerefini ve Medine’nin hurmalıklarını savunmak için savaştım.”
İbnKatâde bu söz karşısında şok olmuştu; asıl şoku ise biraz sonra yaşayacaktı. Kuzman aldığı yaraların kendisine verdiği acılara daha fazla dayanamamış, eline aldığı bir oku bedenine saplayarak intihar etmiş ve oracıkta ölmüştü. İbnKatâde koşa koşa Efendimiz’e gelmiş ve gördüğü bu dehşetli manzarayı anlatmıştı. Sahabe bu olayı duyunca, Allah Resulü’nün onun cehennemlik olduğu yönündeki haberini daha iyi anlamışlardı. Şimdi Uhud korkusuzca savaşan, ama biri cennete giden, diğeri ise cehennemi boylayan iki insana yataklık ediyordu. Abdullah ibnCahş samimi duasının karşılığını alıyor, Uhud’un yetmiş şehidinden biri olarak, kıyamete kadar bir ihlâs abidesi gibi, tüm şahadet sevdalılarının bir rehberi olurken, Kuzman ise; ihlâssız bir amelin neticesinin ne olduğunun acı bir örneği ve alameti oluyordu.
Demek ki; sadece görünüşte Allah yolunda ve Resûlullah’ın davası uğrunda savaşmak, mücadele etmek, ter döküp, gayret sarf etmek, yalnız başına kurtuluşa yetmiyor. Asıl mesele yapılan her şeyi en küçük bir beklenti içerisine girmeden, halis bir kalp ile sadece ve sadece Allah adına ve O’nun namına yapabilmektir.
Allah adına gayret içerisinde olduğunu zan eden bizler; var mısınız on bir ayın sultanını karşılamaya hazırlandığımız bugünlerde, sahabîhasbiliği ile kendimizi sorgulamaya? Yaptıklarımız ile değil, yaptıklarımızı ne için, kimin için, ne adına yaptığımızı ciddi bir şekilde gözden geçirip, var olan hastalıklarımızı tedavi etmeye? Var mısınız; çağın Abdullah’ı mı, Kuzman’ı mı olduğumuzun muhasebesini yapmaya?
Muhammed Emin YILDIRIM