Mensubiyet din için kullanıldığında o dine ait olma, din dairesi içerisine girme, din ile ilişkili olup, o din ile aidiyetini ifade etme anlamlarına gelir. Kişi kendini mensup saydığı dinden kabul edilir. Kimse de bu mensubiyeti zor kullanarak değiştirme ya da inkar etme hakkına sahip değildir. Bugün biz bir buçuk milyar İslam ailesinden bahsettiğimiz zaman, bir buçuk milyar din mensubundan bahsetmiş oluruz. Bu geniş İslam ailesi bir ümmettir. Kur’an bu ümmeti muhatap alarak derki; “Sizin ümmetiniz içerisinden çıkmış bir topluluk iyiliği emretmeyi ve kötülükten ise sakındırmayı kendilerine asıl görev olarak belirlesinler.” İşte Kur’an’ın tavsiye ettiği bu topluluk mensubiyetin ötesinde bir topluluktur.
Bu topluluk mensubiyetini daha ötelere taşıyarak mensup oldukları dine hadîm olan, yani hizmetçi olan bir topluluktur. Hadîm olmak dine hizmet edip dini kendine asli dert olarak saymak, ondan başka bir şey düşünmemektir. Mensubiyet ile hadîmiyet arasında çok önemli farklar vardır. Mensubiyet dahil olmaktır, hadîmiyet dahil olduğu o yüce aileye hizmetçi olmaktır. Mensubiyet bedel ödemeden ucuza mal ederek din ile ilişki kurmaktır. Hadîmiyet bedel ödeyerek inandığı değerler uğruna ter, gözyaşı hatta yeri gelince kan dökebilmektir. Mensubiyet babadan oğula geçen bir miras, hadîmiyet ise insanın özel bir çaba ve gayret göstererek büyük fedakarlıklarla o hakikatleri elde edebilmesidir. Bir şey, uğruna ödenen bedellerle değer kazanır. Din de ancak insanın karşılığında ne ödediği ile değerini muhafaza eder. Ucuza mal edenler ucuza harcarlar. Pazardan işportadan alanlar muhafazası için de ancak ceplerinden çıkan bedel kadar kıymet verirler. Ama o muazzez dini ve o dinin kitabı olan Kur’an-ı Hakim’i öğrenme ve öğretme yolunda bedel ödeyenler, geceleri uykusuz kalanlar, bir insana daha bu ilahî hakikatleri nasıl taşırım ızdırabıyla evlerinin yolunu şaşıranlar, kendi şahsi hesapları için kimsenin minnetleri altına girmezler iken, o dinin hatırına beş para etmeyen adamlara dahi tahammül edenler, başındaki örtüyü, ailenin, geleneğin, çevrenin, baskılarıyla değil, inancının gereği olarak taşıyanlar ve taşırken de o örtünün bir kimlik olduğu bilincinde olanlar, önem verdikleri bu değerleri canları pahasına olsun savunurlar. Çünkü bunlar ucuza mal etmediler ki ucuza da gözden çıkarsınlar.
İşte bu yüce dine hizmetçi olanlar hizmet ettikleri hakikatlere gözleri gibi bakarlar. Onlar tohum ektikleri tarlanın değerini bilirler. O tarlaya zararlı şeylerin yaklaşmaması için çırpınır dururlar. Tohumu atarlar tarlaya, gözlerini de çevirirler Rahim-i Rahman’a… “Ya Rab ben ektim, çapaladım, gübreledim, suladım ve baktım. Benden bu kadar, bir kul olarak ancak bu kadarını yapabildim… Gerisi sana kalmış, eğer tenezzül buyurur bu bahçeye katından bir rahmet indirirsen, bizim gibi acizleri aşka ve şevke getirirsin, gücümüze güç, aşkımıza aşk, hayallerimize değer, ideallerimize ulvilik, dertlerimize derman verirsin. Yok eğer o tenezülatını ötelere saklarsan, ben ona da razıyım.” derler.
“Ben bu bahçeyi sadece sen razı olasın diye ektim, eğer sen benden razı isen, sen bana yâr isen bütün dünya dar olsa ne yazar ki” derler.
Ve onlar bilirler ki; Dinin taabbüdi (ibadete dair) yükümlülüklerini yerine getiren Allah’a abd (kul) olur. Dine hizmet edip hadîm olanlar ise Allah’a halil (dost ve sevgili) olur.
Zaten onların tüm çabaları da mensubiyetlerini, hadîmiyete çevirip, Allah’a dost olabilmektir. Bunun için onlar değersiz şeylerin peşinden koşmazlar. Dostluklarını zedeleyecek tavır ve eylemlerde bulunmazlar. Büyük işlerin, büyük hayallerin, büyük ideallerin insanı olurlar. Çünkü onlar El-Kebir olan Allah’a dost olmuşlardır. Dostu büyük olanın kendisi de büyür. Dostu Aziz olanın kendisi de izzet sahibi olur. Dostu Melik olanın kendisi de eşyaya mahkum değil, hakim olur.
Ve yine onlar bilirler ki; dost olmak sorumluluk sahibi olmaktır, dost olmak yolda olmaktır, dost olmak adamaktır, dost olmak aşık olmaktır, dost olmak yolunda harcamaktır, dost olmak hadîm olmaktır ve dost olmak kurban olmaktır.
Muhammed Emin YILDIRIM