İhtilaflar bir tarafa Recep ayının 27. gecesi birçok İslam coğrafyasında Miraç gecesi olarak ihya edilmeye çalışılır. Bu geceye damgasını vuran en önemli hadise hiç şüphesiz Efendimiz’in en büyük mucizelerinden biri olan İsra ve Miraç hadisesidir. Bu muhteşem hadise üzerine çok şey söylenebilir, ama biz sadece biri netice, biri mekân olmak üzere iki noktaya dikkatlerinizi çekmek istiyoruz.
Miraç hadisesi İsra Sûresinin ilk ayetinde ve Necm Sûresinin 5 ile 18. ayetleri arasında beyan edildiği gibi; Mekke’den Kudüs’e, oradan da semalara doğru uzanan bir yolculuk ile gerçekleşmiş ve Efendimiz (s.a.v.) bu yolculuğun sonunda, o güne kadar gece namazları hariç, sabah ve akşam ikişer rekat olarak kılınan namazların, günün beş ayrı vaktinde 17 rekat olduğu müjdesi ile gelmiştir. Bundan dolayı miraç hadisesinden zihinlerimizde kalan en önemli mesaj, namaz ve Kudüs bilinci olmalıdır. Burada namazın ve Kudüs’ün birlikteliği, bir mahiyet ve mekân birlikteliğidir. Unutmayalım ki, Kudüs Müslümanların ilk kıblesidir ve Efendimiz (s.a.v) nübüvvetin ilk günlerinden başlayarak tam 15 yıl Kudüs’e yönelerek namaz kılmıştır. Namaz için yönenilen bu ilk kıble, nihayetinde yine bir namaz müjdesi olan miraç hadisesine de mekân olmuştur. Namaz ile Kudüs arasında ki ilişki sadece bununla da sınırlı değildir. Bu kutsal şehrin tarihi sürecine şöyle bir baktığımız zaman bu iki değer arasında çok önemli bağlar görürüz. Şöyle ki; İslam ümmeti ne zaman namazlarını hakkı ile ikame etmiş, namazlarının başını dik tutmuşlarsa, Allah’ta onlara bu izzetlerinin bir işareti olarak Kudüs’ü hâkimiyetlerine vermiştir. Ama ne zaman ki, ümmet namazlarına Allah’ın istediği kadar önem vermemiş, ya onu hiç kılmamış, ya da ibadetleri adetlere dönüştürerek namazı statik bir hale çevirmişlerse, Allah’ta ümmetin bu halinin bir zillet hali olduğunu göstermek istercesine Kudüs’ü çekip ellerinden almıştır.
Kudüs’ün İslam’ın adalet dağıtan bayrağı ile tanışması Hicretin 15. yıllarına rastlar. O yıllar Ömerli yıllardır; o yıllar İslam’ın izzet yıllarıdır. Çünkü o yıllar mihrapların haklarının ödendiği yıllar, namazın başının dik tutulduğu yıllardır. Müslümanlar namazın başını dik tuttukları için Allah’ta onların başını dik tutmuş ve sahabenin birçoklarının katıldığı bir sefer ile o yıllar Kudüs, Ezan-ı Muhammediye ile buluşmuştur. Bu izzet günlerinden sonra Müslümanların namaz hassasiyetlerinin zayıflaması ile birlikte Haçlı orduları İslam coğrafyalarına saldırmaya başlamışlardı. Ama bu tarihten yaklaşık 400 yıl önce başlarında yiğit sahabenin olduğu Yermuk savaşında, Müslümanların namazdan aldıkları güç ve kuvvetle, ölümü öldüren bahtiyarlar topluluğu olduklarını görünce o günkü Bizans’ın komutanı Herakliyus bölgeyi terk ettikleri sırada, atının üzerinde Suriye topraklarına bakmış ve “Elveda Suriye! Ebediyen elveda” demişti. Herakliyus bilmiyordu ki; o insanları aziz kılan dinleri idi. Eğer dinlerini muhafaza ederlerse aziz olmaya devam edeceklerdi. Yok, eğer dinlerine sırt dönerlerse zelil bir duruma düşeceklerdi.
1095 yıllarında başlayan Haçlı seferleri ile namazlarını zayi eden o günün Müslümanları Kudüs’e de elveda diyeceklerdi. Bu ilk merhalede 90 yıl o topraklar ezana hasret kalacaklardı. Bu zaman zarfında İslam coğrafyalarında büyük bir hüzün oluşacaktı. Çünkü Müslümanlar Miraç hadisesinin mekânını, ilk kıblelerini kaybetmişlerdi. İşte o günler Halepli bir marangoz yüreğinin ta derinliklerinden bu işin ızdırabını duymaya başlayacak ve kendi kendine; “Müslümanların ilk kıblesi işgal altında olacak, ama sen bir şeyler yapamayacaksın” diye söylenecekti. Bu marangoz; “ben ne yapabilirim ki” demeyecek; düşünecek, ağlayacak, yüreğinde fırtınalar estirecek ve en sonunda diyecekti ki; “iyisi mi ben bir minber yapayım. Çünkü ben inanıyorum ki, o topraklar bir gün elbet yeniden Müslümanların olacak. Hiç değilse o süreci hızlandırmak için, Müslümanların gündemine Kudüs’ü koymak için böyle bir iş yapayım.”
Halepli bu marangoz aldığı bu karar gereği başlayacak bu minberi yapmaya ve sonunda her göreni hayran bırakacak bir minber yapacaktı. Dükkânına gelen müşteriler hayran hayran tek bir çivi kullanılmadan yapılan bu minberin hangi mescide ait olduklarını merak edip soracaklar, marangoz ise herkesi gözyaşına boğacak olan şu cevabı verecekti: “İnşallah bu minber Müslümanları bekleyen Mescid-i Aksa’nın olacaktır.” Ve bir gün bu marangozun önünden 5-6 yaşlarında bir çocuk geçecek, o güzel minber onunda ilgisini çekecekti. Dakikalarca büyük bir hayranlıkla bu minberi süzecek, sonra içeri girecek ve marangoza o minber ile alakalı sorular soracaktı. Marangoz, minberin Mescid-i Aksa’ya ait olduğunu söylemesi ile bu çocuğun bir anda dünyaları değişecek ve orada bir söz verecekti kendi kendine; “İnşallah! Kudüs’ü fethedecek komutan ben olacağım ve bu minberi Mescid-i Aksa’ya koyacak olan da ben olacağım.” Kimdi bu çocuk? Minberin karşısında bu sözü veren Akif’in deyimiyle; “şarkın en sevgili sultanı Selahattin-i Eyyübi’den” başkası değildi.
O büyük komutan yıllarca bu işin aşkı ile yanıp, tutuşacaktı. Gülmeyi kendine yasaklayacaktı. “Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim” diyecekti. Bir gece askerlerinin çadırlarını dolaşırken bir çadırdan horlama sesleri duyacak; “İşte buradan mağlubiyetin kokusu geliyor” diyecekti. Başka bir çadırdan Kur’an sesleri duyacaktı. O çadırın askerleri herkes uykuda iken uyanıktılar; kıyamda, rükuda, secdede yada rahlelerinin başında idiler. Selahattin bu çadırı görünce sevinecek; “İşte buradan zaferin kokusu geliyor” diyecekti. Çünkü şarkın en sevgili sultanı çok iyi biliyordu; “Namazlarını diriltenler Kudus’ün sahibi olacaklardır.” O da diriltti, elinin altındaki askerleri de diriltti ve Kudüs yeniden onların oldu. Fetih ne güzel bir tevafuk ki, Recep ayının 27. günü onlara nasip olmuştu. Selahattin fethin hemen arkasından Halep’te ki o minberi getirerek Mescid-i Aksa’ya yerleştirdi.
Eğer namaz müminin miracı ise, miracın mekânı da Kudüs ise, yapılacak iş bellidir. Namazın başını dik tutmak… Namazlarımızın başı dik olunca, inşallah Kudüsümüzün başı da dik olacaktır.
Muhammed Emin YILDIRIM