Yaşadığınız coğrafyada, tanınmış bir sülaleye mensup zengin bir ailede dünyaya geldiğinizi tasavvur edin. Yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda dururken ve maddi açıdan parlak bir gelecek sizi beklerken birisi çıkıyor ve “Allah birdir ve ben de onun resulüyüm.” diyor. Bunun üzerine her şeyinizden vazgeçip ona tâbi oluyorsunuz. Toplumdan dışlanmanız bir yana, öz anne babanız bile bu durumu kabullenemeyip sizi hapsediyor. Halbuki “Tamam, ona inanmıyorum.” deseniz tüm bu zulüm bitecek fakat yolunuzdan dönmüyorsunuz. Sırf inancınızdan dolayı farklı bir memlekete göçmek zorunda kalıyorsunuz. Sizin gibi düşünen az sayıda kişiyle dönüyorsunuz ancak bu sefer sizi öldürmek için size hücum eden bir ordu ile savaşmak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Harp esnasında sancağı tuttuğunuz elinizi, kılıçla kesiyorlar. Sancağı diğer elinize alıyorsunuz, onu da kesiyorlar. Sonra kollarınızla göğsünüze bastırarak dik tutuyorsunuz sancağı ki yere düşmesin. Lakin düşmanın biri henüz 40’lı yaşlarınızdayken sizi mızrağıyla şehit ediyor. Varlıklı zamanınızda en güzel elbiseleri giyen vücudunuzun tümünü örtecek kefen dahi bulunamıyor.
Sahâbenin hepsi büyük fedakarlıklarda bulunmuş mübarek insanlardır ama bazı sahâbiler vardır ki yaşadıklarıyla ve yaptıklarıyla hepimize örneklik teşkil ederler. Bunlardan Mus’ab bin Umeyr’in (r.anh) hayatını empati yapmaya çalışarak okuduğumuzda bize çok şey anlatır. Bundan ötürü ilkin onun zorluklarla dolu hayatının özetini zihinlerde şekillendirmeye çalıştık. Hani ilginç ve etkileyici bir yaşam öyküsü olan kişiler için “Filmi çekilse izlenir.” ya da “Romanı yazılsa yeridir.” denir ya, aynı o biçimde tekrar tekrar okunası bir ömür sürmüş olan Mus’ab b. Umery’in bizlere nasıl bir numûne-i imtisâl olabileceğini, gelin birkaç özelliğini dikkate alarak düşünelim.
Maddiyata Sırt Çevirmek
Öncelikle şunu zikretmemiz gerekir ki maddi imkanlardan vazgeçmek başlı başına büyük bir fedakârlıktır. Mus’ab b. Umeyr, Kabe’nin önemli görevlerinden birini uhdesine almış, Kureyş’in ana kollarından olan benî Abdüddâr’a mensuptu. Mekke’nin en zenginlerinden olan ailesi ona öyle güzel kıyafetler giydirir ki Efendimiz (s.a.v.) onun hakkında “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim.“ buyurmuştur. Fakir bir ailede dünyaya gelen, imkânsızlıklar içinde yetişen yahut lüks bir hayatın tadını almamış bir kimse isek Mus’ab b. Umeyr’in gösterdiği fedakarlığın mahiyetine tam aşina olmayabiliriz. İnandıklarımız uğruna derd-i maişet kaygısı gütmemize gerek bırakmayacak derecede sahip olduğumuz konfordan vazgeçebileceğimizi, bilhassa bu çağda, kapitalizmi buram buram soluyan ağzımızla bir çırpıda söyleyebiliriz. Ne var ki bu hiç de kolay bir şey değildir. Müslümanların tuhaf karşılanmamak için bazı ortamlarda “selamün aleyküm” demekten bile kaçındığı, işten atılmak korkusuyla gizli saklı namaz kıldığı ve hatta bazen oruç tuttuğunu gizlediği, biraz daha fazla gelir elde etmek uğruna kılıfına uydurulmuş haram yollara tevessül ettiği bir zaman diliminde yaşadığımızı göz önünde bulundurursak Mus’ab bin Umeyr’in özverisini bir nebze idrak ederiz belki. Sonra da elimizden geldiği kadarıyla malımızı ve zamanımızı dünyamızdan ziyade ahiretimiz için sarf etmeye başlayabiliriz.
Etraftakilere Karşı Gelebilmek
Birçok eylem vardır ki mutlak anlamda iyi ve kötü olarak nitelendirilemez. Mesela öldürmek. Yoldan geçen birini sebepsiz yere öldürürseniz cinayet, hanenize zorla girip size saldıran kimseyi öldürürseniz müdâfaa-i nefs, yurdunuza taarruz eden düşmanın askerini öldürürseniz zafer olarak adlandırılır. İlki negatif, ikincisi nötr, üçüncüsü ise pozitif bir amel olarak değer kazanır. Aileye karşı gelmek de böyle bir şeydir. Normal şartlarda bizi dünyaya getiren ve besleyip büyüten ebeveynimize hürmette ve muhabbette kusur gözetmememiz lazımdır elbette, bununla beraber kimi durumlarda onları karşımıza almak zorunda kalabiliriz. Bunun için illaki Mus’ab b. Umeyr’inki gibi bizi hapsetmeleri iktiza etmez. İnancımız uğruna yapmak istediklerimizi engellemelerinden yapmak istemediklerimiz hususunda bizi zorlamalarına, dîni hassasiyetlerle kurmak istediğimiz bir yuvaya karşı gelmelerine değin birçok meselede ailemizle karşı karşıya gelmemiz icap edebilir. Böyle durumlarda evvela ikna yoluyla onları şahsi tercihlerimize saygı duymaya davet etmeli, bunu başaramıyorsak ölçüyü gözeterek hayatımızdan uzaklaştırmalıyız.
Son Nefese Kadar Davayı Bırakmamak
İnsan, canının ne kadar kıymetli olduğunu hakikî manada ancak ölümle burun buruna geldiğinde anlar. Kendilerinden sayıca üstün bir orduya karşı imanından aldığı güçle ve Hz.Peygamber’e olan muhabbetinin şevkiyle ölüme koşan Mus’ab bin Umeyr’in Uhud Gazvesi’nde gösterdiği kahramanlık, dünya savaş tarihinde anılması gereken hadiselerden biridir. Ordusunun sancağını düşürmemek için iki elinin de kesilmesine aldırmadan onu sımsıkı bağrına basması ve şehit edilene dek sancağı dimdik ayakta tutması… Şüphesiz çoğumuz onun kadar cesur değiliz, yine de kendi çapımızda çabalayarak davamıza son nefesimize kadar sarılmamız gerektiğini anlayabiliriz buradan. Burada dava derken kastettiğimizle sadece bir ideolojiye mensup olmak anlaşılmamalı. Bir siyasi grubu yahut dini cemaati takip etmek hususunda herkes hürdür muhakkak. Dava ile kastettiğimiz, emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münkeri âlem-i cemâle göçene değin hayat düsturu edinmek. Bittabi bunu etrafımızdakilerden evvel kendimize uygulamayı unutmamak…
İlmi Açıdan Donanımlı Olmak
Müslüman entelektüel geleneğinde muallim-i evvel lakabı, İlk Çağ Yunan filozofu Aristoteles için kullanılmıştır. Zira eserleriyle İslâm düşünce ve felsefe geleneği üzerinde mühim tesirleri olmuştur. İslâm tarihi ve siyer zaviyesinden baktığımızda ise muallim-i evvel sıfatının en çok yakıştığı büyüğümüz -Resûl-i Ekrem Efendimiz müstesna tutulursa- Mus’ab b. Umeyr’dir. Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olan Medineliler, kendilerine dini öğretecek ve namaz kıldıracak bir muallim talep ettikleri zaman Resûlullah onlara Mus’ab’ı gönderdi. Oradaki Müslüman kardeşlerine yol göstermekle kalmayıp müşrikleri de dine davet eden Mus’ab bin Umeyr, Medine’nin iki büyük reisi Sa’d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr’ın da ihtida etmesini sağladığından orada dîn-i mübînimiz hızlı bir şekilde yayıldı.
Biz bir kişinin fikrini bile değiştirmeye kâdir değilken nerede kaldı ki imansız bir kimseyi dine davet edelim! Peki, Hz.Peygamber neden Mus’ab bin Umeyr’i seçti ve o bu işte nasıl muvaffak oldu? Öncelikle Mus’ab b. Umeyr davete nasıl çağıracağını bilen birisiydi. Efendimizin yanında bulunmuş ve nasıl davrandığını bizzat müşahede etmişti. Yumuşak ve ikna edici bir üslupla konuşurdu. Belagat gücü yüksekti. Yani ana dilini çok iyi biliyor, kelimelerin estetik gücünden yararlanarak insan zihnini büyüleyebilme kabiliyetini haizdi. O zamana kadar nüzul eden bütün ayetleri ezberlemişti. İslâm’a dair muhatap olacağı her suale cevap verebilecek ilim ile mücehhezdi. Hâsıl-ı kelâm her Müslüman’ın emrolunduğu üzere kendini yetiştirmişti.
Davetin sonuç verebilmesi için davetçinin donanımlı olması şarttır. Çünkü insan, insandan talim eder. Rabbimizin dinini peygamberler aracılığıyla tebliğ ettirmesi, Hz. Peygamber’den ashâba ve oradan alimlere ve ariflere intikal eden öğretim silsilesi göstermektedir ki dinin ve ilmin intikali, nitelikli insanlar aracılığıyla olmuştur ve olacaktır. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, klasik hoca-talebe usulü sona ermeyecektir. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, ilmi ile amel etmeyenin ilminin tesir etmeyeceğidir. Mus’ab b. Umery, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini kuru kuru ezberlemekle kalmayıp emirlerini, yasaklarını ve umdelerini hayatına tatbik eden bir sahâbîydi. Biz de şu fani dünyadan göçmeden önce bir şeyleri güzelleştirmek, yanlışlıkların önünü almak, inanan ve ahlâklı kimselerin sayısını artırmak istiyorsak ilkin kendi nefsimizle mücadeleyi elden bırakmamayı hayat prensibi haline getirmeliyiz. Malumdur ki nefis ile mücadele musalla taşına kadar bitmeyecek bir süreçtir. Bir yandan nefsimizle mücahedeyi sürdürürken diğer yandan öğrenmeyi ve öğretmeyi bırakmamak büyük bir gayret ister.
Son olarak şunu belirtmekte fayda var ki Mus’ab bin Umeyr, dini Muhammed Mustafa’dan (s.a.v) öğrendi ve öğretti. Mus’ab, Kur’ân ayetlerine, Resûlullah “Kur’ân’dır.” dediği için iman etti. Zaten ayet dediğimiz şeyler onun mübarek ağzından çıkan şeyler değil de nedir? Gelgelelim son zamanlarda Hz. Peygamber’i salt bir mesajcı olarak tanımlayan, dinin doğrudan kitaptan talim edilmesi gerektiğini dillendiren zümreler zuhur etti. Bu dergiyi eline alıp okuyanların kahir ekseriyeti zannediyorum ki farkındadır bunun. Peygamber Efendimizin devre dışı bırakıldığı takdirde kitabı anlamanın ve anlatmanın imkânsızlığını bir kenara bırakalım, tarihi tecrübeye baksak bile bunun asla böyle olmadığını gözlemleyebiliriz. Medeniyetler kuranların, sanat icra edenlerin, ilim müesseselerinde veya irfan meclislerinde talim ve terbiyede bulunan şahsiyetlerin bilâistisnâ hepsinin dinini “canlı Kur’ân” olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayat-ı saâdetlerinden öğrenerek yaşadıklarını ve ona bitmez tükenmez bir muhabbet beslediklerini hiç kimse inkâr edemez. Onu tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Müslümanlar olarak en büyük hatalarımızdan birisi, Efendimiz’i yeteri kadar tanımaya heves etmememiz, hayatına dair en bilinmesi gereken hususlardan bile bîhaber olmamızdır. Halbuki onun hayatını en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye merak beslediğimiz ve neyi niçin yaptığı/yapmadığı hakkında tefekkür ettiğimiz takdirde başka yol göstericiye lüzum kalmaz. Davetkâr olmak da ancak siyeri bilmek, Efendimizi sevmek ve onun izinden yürümeye çaba sarf etmekle mümkündür kanaatindeyiz.
Ekrem Sakar
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2020/13 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com