Efendimizin (sav) söz söylemeye başladığı özelde Mekke ve Medine şehirleri, genelde ise Hicaz toprakları o günün dünyasında dini bir merkez olmanın yanında, ticari bir merkez özelliği de taşıyordu. Özellikle Mekke ekseninde bir değerlendirme de bulunursak, Hz. İsmail’in çocukları Nabitilerden, Kureyş’e gelene kadar bölgenin tek geçim kaynağı ticaretti. Mekke 12000 volkanik dağ ile çevrili idi, dolayısıyla tarım konusunda pek elverişli bir yer değildi. Tarıma elverişli olmadığı için hayvancılık da oldukça azdı. O gün Yesrib’de ve başka yerlerde deri işletmeciliği, demir sanayisi ve çeşitli iş dallarına ait bazı şeyler vardıysa da Mekke’de bunların hiçbiri ileri düzeyde yoktu. Mekke’de olan tek iş, ticaretti. Hatta Kureyş Suresi’nden de öğrendiğimize göre yaz ve kış ticaretleri yapılır, halk ticaretle hayatlarını devam ettirirdi.
Böyle bir konumdan dolayı bugünün dünyasında uluslararası ticaret fuarlarını andıran panayırların hemen hemen hepsi Hicaz ve Mekke civarında kurulurdu. Ayrıca, başta Mina olmak üzere, Ukaz, Mecenne ve Zü’l-Mecaz panayırları hep o bölgede idi. Dolayısı ile Efendimiz’in (sav) muhatap çevresinin büyük bir bölümü tüccarlardan oluşuyordu.
İslam, mesajlarını iletmeye başladığı ve özellikle de Medine’de İslam devlet olup, çarşıya pazara müdahale etmeye başladığı zaman, şöyle bir itiraz ile karşılaşmadı: “Ey Peygamber! Her alanda konuş, ama ticaret alanında dur! O alan bize ait bir alan, biz o alanı çok iyi biliriz. Dolayısı ile sen o alanda bize karışma!” Bunu hiçbir muhatap demedi, diyemedi. Neden? Çünkü kendisi de çok iyi bir tüccar olan Efendimiz (sav) ticarete öyle bir ufuk kazandırttı ki, ne müşteriyi, ne mal sahibini, ne devleti, ne halkı asla mağdur etmedi.
Bu alanda öyle düzenlemeler yaptı ki, inanın değil dostları düşmanlarını bile kendine hayran bıraktı. Şöyle bir bakın bizim fıkıh kitaplarımıza bunun ne demek olduğunu anlarsınız! Özellikle İslam, tüccar ahlakına, ticaret ahlakına ve mesken ahlakına dair çok önemli şeyler söyledi. Bu üç alanın da hukukunu belirledi. Efendimiz (sav), bunları hassaten ticaret ile uğraşan sahabîler üzerinden yaptı. İşte o tüccar sahabîlerden birisi de Hz. Osman’dı.
Bu ön bilgiden sonra gelin Hz. Osman (ra) hayatına şöyle bir göz atalım. Hz. Osman Benî Ümeyye’ye mensup biridir. Babası Affan b. Ebî’l-Âs, annesi Erva bint Küreyz’dir. Babası Hakem b. Ebî’l-Âs’ın öz kardeşi, Ebû Süfyan’ın ise amcaoğludur. Annesi Erva ise Efendimiz’in (sav) halası Beyza bint Abdülmuttalib’in kızıdır. Yani Hz. Osman, Efendimiz’in halasının torunudur. Hz. Osman’ın babası Affan’da çok büyük bir tüccardı. Nübüvvet gelmeden önce Şam’a ticari bir sefere gitmiş, orada hastalanarak vefat etmişti. Vefat ettiğinde geriye tam 3 milyon dirhem değerinde bir sermaye bırakmıştı. Hz. Osman’ın başka erkek kardeşi olmadığı için de bu sermayenin hepsi kendisine kalmıştı.
Dolayısı ile Hz. Osman, Müslüman olduktan sonra zenginleşen, halife olduktan sonra katları, yatları, fabrikaları olan biri değildi. İslam öncesi ciddi bir zenginliği olan, Müslüman olduktan sonra da imanının bedelini ödeyerek, elindekileri Allah yolunda infak eden biriydi. Baba Affan vefat edince 20-25 yaşlarında bir delikanlı olan Hz. Osman, babasının başlattığı ticareti devraldı. Çok kısa bir zamanda kendini bölge tüccarlarına kabul ettirdi. Dürüstlüğü, hayâsı ve edebi ile cahiliye hayatında olmasına rağmen ağzına içki koymaması ve iffetine düşkünlüğü ile tanınan ve sevilen biri oldu.
Yaşı 34 olunca, İslam’ın güneşi Mekke’de parladı ve ilk günlerde Hz. Osman çok sevdiği beraberce birkaç kez ticaret yaptığı o günlerde 38 yaşında olan Hz. Ebû Bekir’in vesilesi ile imanla tanıştı, Efendimiz’in (sav) huzuruna gelerek iman şerbetini içti. Hz. Osman Benî Ümeyye’den İslam’ı kabul eden ilk Müslüman olacaktı. Müslüman olması ailesi tarafından çok sert bir biçimde karşılandı. Gerek amcası Hakem, gerek aile reisi sayılan Ebû Süfyan, Hz. Osman’a fazlaca tepki gösterdiler. Daha ilk günler amcası onu eve hapsetti, inancını reddetmesi için baskı yaptı; ancak Hz. Osman’ın sebat göstermesi üzerine bu baskıları biraz gevşetti. Ama asıl bardağı taşıran şey Hz. Osman’ın, daha önceleri Ebû Leheb’in iki oğlu ile sözlü olan ama daha sonra safların netleşmesi ile nişanları geri atılan Peygamber evinin iki kızından birine talip olması oldu. O günlerde Hz. Osman, Mekke’nin en zengin, en soylu adamlarından biri olarak yaşı 36-37 iken ve o güne kadar hiç evlenmemiş ve iffetini hep muhafaza etmiş biriyken; Resulullah’a (sav) maksadını açtığında Efendimiz (sas) sevinç içerisinde kabul etmiş ve kızlarından büyük olan Rukiyye validemizi ona vermişti.
Bu evlilik gerçekleşince Benî Ümeyye adeta çılgına dönmüş, Ebû Leheb’in hanımı, Hz. Osman’ın da halası olan Ümmü Cemil: “Biz, Muhammed’e zorluk olsun diye onun kızlarını oğullarımızdan ayırdık, Osman gitti o kızlardan birini aldı.” diyerek ortalığı velveleye vermişti. Bu psikolojik baskılar bir müddet sonra bir kez daha fiili baskılara dönüşmüş ve Mekke’nin en zengin adamı çok ağır işkencelere muhatap olmuştu. Artık dayanılmaz bir noktaya gelen baskılar neticesinde Hz. Osman, hanımını da yanına alarak Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmıştı. Efendimiz (sav) Hz. Osman’ı ve kızını Habeşistan’a gönderirken yaşlı gözlerle şöyle diyecekti: “Selam olsun Osman’a ve ailesine! Vallahi onlar Lut’tan sonra iman adına hicret eden bir iman ailesidir!”
Hz. Osman hanımı Rukiyye validemiz ile Habeşistan’a gidecek, üç ay sonra duyulan yanlış bir haber yüzünden Mekke’ye geri dönecek, bir yıl sonra bir daha Habeşistan’a giderek, tam 7 yıl orada yaşamak zorunda kalacaktı. Allah o yıllarda bu güzel aileye bir meyve, bir çocuk bahşedecek, ikisi de çocuklarına; “Resulullah erkeklerden en fazla Abdullah ismini severdi.” diyerek Abdullah ismini vereceklerdi. Abdullah 9 yaşlarında iken Medine’de bir horozun yüzünü gagalamasından sonra hastalanıp vefat edecekti.
Habeşistan’dan Medine’ye gelecek olan Hz. Osman, Mescid-i Nebevi’nin inşasına yetişecek, pek alışık olmasa bile oranın inşaatında çalışacak, bir taraftan da Medine’ye alışmaya çalışarak ticaretini devam ettirecekti.
Efendimiz (sav) Medine’ye hicret edip gelince, Medine’deki İslam medeniyetini 7 temel üzerine bina edecekti. Bunlar; mescid, menzil, mektep, muahat/kardeşlik, çarşı, Medine vesikası/Anayasa ve askeri birlikti.
Medine’nin o ilk günlerinde Efendimiz (sav) daha işin başında iken bir şeyi fark etmişti. Müslümanlar içme suyu gibi asli ihtiyaçlarını Yahudilere bağımlı bir şekilde karşılıyorlardı. Medine’nin içme suyu kuyuları sınırlıydı, hepsi de Yahudilerin elindeydi; onlarda istedikleri zaman açıyor ve istedikleri paraya da satıyorlardı. Efendimiz (sav) bu tehlikeli durumu fark edince bir gün mescidinde şunu diyecekti: “Kim cennet karşılığında Rûme kuyusunu satın alır?” Hz. Osman bir tüccardı, akıllı ve Müslüman bir tüccar… Akıllı tüccar kimdir? Kârın, kazancın olduğu yerde gerekli adımı atandır. Cesaretli olan ve kapasitesini iyi tespit edip, gerekli yerde kullanandır. Kısa ve küçük hesaplara takılmayan, uzun ve büyük işlerin arkasında durandır. Resulullah (sav) ne dedi? Bir kuyuya karşı cennet dedi. Durur mu akıllı tüccar? Kimselere bu ticareti, bu kârı kaptırmamak için koşa koşa Mescidi Nebevî’ye 3-4 km. uzaklıktaki Rûme kuyusuna gitti. Kuyunun sahibi olan Yahudi Rûme el-Ğifari’yi buldu ve o kuyuya talip olduğunu söyledi. Satar mısın, dedi bu kuyuyu bana? Yahudi: “Evet, satarım.” dedi. Ne kadara? “50.000 dirheme!” dedi. İstenilen miktar çok fazlaydı. Gerçi 100.000 dirhem istense, Hz. Osman yine de verecekti. Ancak akıllı ve Müslüman bir tüccar ya, bize bir hakikati daha beyan edecekti. Hz. Osman orada heyecana gelip malını israf etmeyecek, heyecana kapılıp düşmana fazla para kaptırmayacaktı. Böyle yapmakla da aslında Müslümanlara şunu öğretecekti: “Ey Müslüman! Yaptığın iş, İslami bir hizmet olsa dahi, yaptığın iş sana yüzde yüz cennet kazandırtsa dahi senin o işi yaparken israf etmeye hakkın yok. Çünkü senin elindeki mal senin değil, ümmetin tamamınındır.”
Ne yaptı Hz. Osman? Baktı ki, Yahudi ederinin çok üstünde bir fiyat istedi; bunun üzerine Yahudi’ye dedi ki: “Gel sen kuyunun tamamını bana satma, işletmesinin yarısını bana sat. Bir gün sen işlet, bir gün ben?” Yahudi bu teklifi kabul etti. Öyle ya hem kuyuyu tamamen elden çıkarmayacak, hem para alacak, hem de yine işletmesinden para kazanmaya devam edecek… Bunun üzerine kuyunun işletmesi için pazarlığa giriştiler. Yahudi 25.000 istedi, Hz. Osman 8.000 verdi. O, 20.000’e indi, Hz. Osman 10.000’e çıktı, işin neticesinde 12.000 dirheme anlaşıldı. Hz. Osman, bu şekilde kuyuyu satın alınca hemen mescide koştu ve Müslümanlara dedi ki: “Ey Müslümanlar! Ben Rûme kuyusunu bir gün işletim hakkı bizim, diğer gün Yahudi’nin olmak üzere satın aldım. Siz, işletim hakkı bizde olduğu gün gidin ve iki günlük suyunuzu alın, sakın ertesi gün gidip para ile su satın almayın.” O günler Müslümanların söz birliği vardı. Denilen yapıldı. Su sırası Müslümanlarda olduğu gün gidip sularını aldılar, ertesi gün Yahudi su satmak için bekleyip durdu, gelen giden yoktu. Birkaç gün sonra Yahudi kendi gelip, Hz. Osman’a teklif ederek, kuyunun diğer günkü işletmesini de satmak istediğini söyledi. Hz. Osman “Olur, alırım.” dedi. Yine pazarlık yapıldı ve kuyunun işletim hakkının diğer kısmı 8.000 dirheme alındı. Böylece, Yahudi’nin 50.000 dirheme satmak istediği kuyuyu, Hz. Osman 20.000 dirheme almış oldu. Bu ticareti Efendimiz (sav), duyunca hem bu işi Hz. Osman’ın yapmasından dolayı hem de akıllıca davranıp o fiyata almasından dolayı çok memnun oldu ve Hz. Osman için hayır dualarında bulundu.
Hz. Osman’ın aktif olarak işin içinde bulunduğu diğer bir mesele ise Medine Çarşı’sının tesisi idi. Hicretin ilk günlerinde Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı. Bunlar; Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza idi. Bu üç kabile adeta şehrin ticaretini ellerinde paylaştırmış bir halde idiler. Benû Kaynuka, isminden de anlaşılacağı üzere kuyumculuk ile uğraşırlardı. Bunlar genellikle altın ticareti yapar, ama bununda ötesinde tefecilikle uğraşırlardı. Çok yüksek faizlerle özellikle Araplara borç para verir ve onları bir ömür sömürürlerdi. Benû Kaynuka’nın yaptıkları iş, bugünün lisanı ile konuşursak bir yönü ile para borsasını ellerinde tutmak ve bu borsayı lehlerinde kullanmaktı.
İkinci büyük kabile olan Benû Nadir’e gelince, onlar ise tarım ile uğraşırdı. Özellikle Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yaparlardı. Büyük hurma bahçelerinin sahipleri olarak o gün bile dışarıya ihracat edecek düzeyde bir pazar oluşturmuşlardı.
Benû Kurayza’ya gelince bunlar ise debbağdılar; yani deri üretimi ve işletimi yaparlardı. Onlar bu alanda o kadar kendilerini geliştirmişlerdi ki, başta çizme olmak üzere birçok mamulün üretimi ile uğraşırlardı. Bunlarda ürettikleri bu deri ürünlerini hem Medine pazarına, hem de başka yerlere satarlardı.
Yahudiler bu üç farklı alanda ticareti ellerinde tutukları için, ticari sahada da söz onlarındı. Onlar pazarın kurallarını koyar, fiyatları belirler, tabi ki şartları hep kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı. O gün için Medine’de insanların ticaret yaptıkları dört büyük çarşı vardı. Bu çarşıların ya da pazarların tüm ipleri de Yahudilerin ellerinde idi. Mesela; oradaki dükkanların en işlek olanlarını ellerinde tutar, işe yaramaz kıyıda köşede olanları ise Araplara yüksek paralarla kiraya verirlerdi. Pazardaki malların satış bedellerini kendi istedikleri şekilde belirler; satarken de alırken de onlar kazançlı çıkarlardı.
Efendimiz (sav), Medine pazarının bu halini çok iyi gözlemledi. Tabi sadece işin mahiyetini anlamakla kalmadı, kesinlikle bazı alternatiflerin geliştirilmesi için başta Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Ebû Talha ve Ensar içerisindeki tüccarlarla bu işin istişaresini yaptı. Efendimiz (sav), çok iyi fark etmişti ki; eğer ticaret Medine’nin var olan, o dört büyük çarşısında devam ettirilse, asla ipler Yahudilerin ellerinden alınamayacaktı. Çünkü işin başında pazarın şartlarını onlar oluşturmuşlardı. Onların ellerinden bu şartları alıp, Müslümanların lehlerine dönüştürmek çok da kolay değildi. Bu gerçeği çok iyi gözlemleyen Efendimiz (sav), ticari sahadaki mücadeleye yeni bir pazar oluşturarak başlanması gerektiğinin kararına vardı. Bunun üzerine Sahabenin içerisindeki tüccarlarla istişare ederek Müslümanlara has bir çarşı oluşturmak için seferber olundu.
Tabi bu ilk çarşı öyle çok büyük ve kapsamlı değildi; Yahudilerin çarşılarına yakın Bakîyü’z-Zübeyr diye bilinen bir bölgede idi. Efendimiz (sav), buraya büyük bir çadır kurdurarak, orasını Müslümanların pazarı olarak ilan etti. Artık Müslümanlar ticaretlerini bu yeni çarşıda yapacaklardı. Çok kısa bir zaman zarfında bu çadırda kurulan çarşı, kendinden söz ettirmeye başlamıştı. Medine’de yıllardır Arapları sömürmeye alışmış Yahudiler, böyle bir gelişme karşısında büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Bir müddet bu yeni olayı sessizce ama sinsice izledikten sonra, kendilerine alternatif olacak olan bu pazarın bir an önce ortadan kaldırılması gerektiği kararına vardılar. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki Müslümanlar, ticari sahada kendi ayakları üzerinde durmaya başladıkları gün, sosyal ve siyasal hayatta da bunu başaracaklar ve artık kimselere ipleri vermeden izzet ve şeref üzere yaşayacaklardı. Böyle bir durum ise elbette Yahudileri oldukça endişelendiriyordu.
Bu endişe ilerleyen günlerde büyük bir öfkeye dönüşmüştü. Yahudilerin en meşhur şair ve savaşçılarından biri olan ve ilerde Müslümanlar tarafından yaptığı ihanetlerin bir karşılığı olarak öldürülecek olan, Ka’b b. Eşref bir gece adamlarını da yanına alarak Müslümanların pazar olarak kullandıkları bu çadırı yıkmak için harekete geçti. Onlar gecenin karanlığından istifade ederek önce çadırın iplerini keserek, sonra orayı ateşe vererek, bu çarşıyı yerle bir ettiler. Efendimiz (sav) sabahın erken saatlerinde bu durumdan haberdar olunca, herkesin öfke ile ellerini sıktıkları bir zamanda tebessüm etti. Sahabe merakla bu tebessümün sebebini sorduklarında; Efendimiz (sav) dedi ki: “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki, onlar bu sefer daha fazla kızacaklar.”
Efendimiz (sav) bu olay üzerine ileride Hz. Ebû Bekir’in halife seçileceği yer olan Benû Saide Sakifesi’nin hemen yanı başında büyükçe bir arsa satın aldı. Bu arsayı kıyamete kadar Müslümanlara bu iş için vakfetti. Burada kalıcı bir çarşı inşa ederek, tüm Müslüman tüccarları buraya davet etti ve bu çarşının kurallarını bizzat kendisi koydu. Sahabe böylece kendilerine ait oluşturulan bu çarşıda ticaretlerini devam ettirdiler. Ticaretini devam ettiren tüccarlardan bir tanesi de Hz. Osman olmuştu. O yine zekâ ve kabiliyeti ile Medine’nin en zengin tüccarlarından biri olarak adından söz ettirmişti.
Hz. Osman, helalinden kazanan ve kazancını Allah yolunda harcayan birisiydi. Onu tarih Tebûk Gazvesi günlerinde yaptığı infak ile kaydetmişti. Hz. Ebu Bekir döneminde Medine’de olan kıtlık günlerinde büyük infakı ile yazmıştı.
Hz. Osman, uzun ve bereketli hayatı ile bizlere çok şey öğreterek gitti, ama özellikle de “Müslüman tüccar nasıl olunur?” bunu öğretti. Onun bizim dünyamıza söylediklerini şöyle özetleyebiliriz:
1- “Cennet karşılığında infak” sözünü duyduğunda, az ya da çok elini cebine at ki, Müslüman bir tüccar olabilesin.
2- Yaptığın iş, İslami bir hizmet, hayırlı bir eylem, takdir gören bir amel olsa bile israf etme ki, Müslüman bir tüccar olabilesin.
3- Hududullaha/ Allah’ın sınırlarına ve Hukukullaha/Allah’ın hukukuna riayet et ki, Müslüman bir tüccar olabilesin.
4- Iskatını, hayırlarını ve infakını varislerine bırakmayıp, kendi ellerinle ver ki, Müslüman bir tüccar olabilesin.
5- Küçük hesapların, biter korkusunun, korkak adımların sahibi olma ki, Müslüman bir tüccar olabilesin.
Allah böyle tüccarlarımızın sayısını çoğaltsın. Allah adına ve Allah namına vermenin mutluluğunu bizlere de yaşatsın. İnfak hasleti ile yüreklerimizde var olan ve her an olması imkân dâhilinde olan nifak hastalıklarımızı gidersin. (âmin)