Âsım b. Sâbit, ensârdan Evs Kabilesi’ne mensup sahâbî efendilerimizdendir.[1] Yesrib’in rüzgarlarıyla olgunlaşan bu sahâbî efendimizin doğum tarihine tam vâkıf değiliz. Ancak hicretin 4. senesi vukû bulan ve şehâdet şerbetini içmesine vesile olan Rec’i Vakası’ndan biz onun otuzlu yaşlarında şehîd olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla bu sahâbî efendimizin hayatı otuz küsür senelik bir ömre tekâbül etmektedir.
İslam’dan önceki dinî hayatı her Yesribli gibidir, ta ki Hz. Mus’ab’ın vesilesiyle Yesrib’de esen İslam rüzgarını yüreğinde hissedene kadar. Öyle bir rüzgardı ki bu rüzgar, Yesrib’i Medine yapmış, gaflet suyunda susayan gönüllere kana kana içecekleri bir deryâ olmuştu. Âsım b. Sâbit de içmişti kana kana bu deryâdan ve bu deryâ onu da, müslüman olan diğer kardeşleri gibi İkinci Akabe Biatı’na iştirâk ettirmişti.
Resûlullah (sas) Medine’ye geldikten ve Mescid-i Nebevî’yi inşâ ettikten sonra, tesis ettiği en mühim esaslardan bir tanesi de elbette ki ensâr ve muhâcir arasında kurduğu muâhat (kardeşlik) idi. Öyle bir muâhat idi ki, Efendimiz (sas), ashâbı arasından âdeta huyu huyuna, suyu suyuna şifâ olacak isimler seçecekti. Âsım b. Sâbit’e de yine kendisi gibi vahiyle arınan bir sahâbîyi, Abdullah b.Cahş’ı (ra) münâsip görecekti. Bu mübârek kardeşlik sayesindedir ki aralarında çok farklı bir muhabbet oluşacak ve bu muhabbet tâ Bedir yolunda onlara şehâdeti konuşturacaktı.
Bedr’in arslanlarından bir arslan
Efendimiz’in (sas) Bedir’den evvel ashâbına, “Bedir’de nasıl savaşacaksınız?” sorusuna Âsım şöyle bir cevap verir: “Ya Resûlullah! Bizler bekleyelim, düşman bize biraz yaklaşsın oklar hedefine ulaşacağı yere gelince onlara ok yağdıralım. Onlar oklarımızdan kurtulup bize biraz daha yaklaşınca mızraklarımız ile çarpışalım. Eğer mızraklarımız kırılırsa, onlarla göğüs göğüse kılıçlarımızla çarpışalım.” Efendimiz (sas) bu sözlerden çok memnun oluyor ve buyuruyor ki: “İşte harp dediğin böyle olur. Sizden kim düşmanlar karşılaşırsa aynen Asım’ın dediği gibi savaşsın. Sizden kim düşmanla savaşırsa Asım gibi yapsın!” Sonrasında Efendimiz (sas) Bedir ashâbını Âsım’ın söyledikleri üzerine konuşlandıracaktı. Âsım, bu çetin savaşta müşriklerin ele başlarından Ukbe b. Ebû Muayt’ı öldürecekti.
Uhud Meydanı’nda da aynı civânmertliği gösterecek, müslümanların dağıldığı sırada Efendimiz’in (sas) yanında kalacak ve bu savaşta da azılı müşrik kadınlarından Sülâfe’nin, kocası ile beraber üç oğlunu attığı oklarla beraber yere serecekti. Ne var ki, attığı bu oklar büyük bir intikam ateşini de körükleyecek ve ona, her dâim duâlarında yer verdiği şehâdeti bir adım daha yaklaştıracaktı. Zira Sülâfe isimli bu kadın, kocasını ve üç oğlunu öldüren bu kişiyi araştırıp bulacak ve diri veya ölü kendisine getirene yüz deve vereceğini vaad ederek, kafatasıyla şarap içmeye yemin edecekti.
Âsım’ın her daim dilinde, gönlünde Rabbine olan iki duası vardı: Biri ölümlerin en güzeli olan şehâdet arzusu, diğeri ise “Ya Rabbi! Bana müşrik eli değdirme. Ne ben onlara dokunayım, ne de onlar bana dokunsun.” idi.[2]
Hüznün semâdan katre katre yüreklere aktığı an
Hicret’in 4. senesi Efendimiz (sas), Uhud Gazvesi’nin hemen ardından Benî Lihyan kabilesinin reisi olan Hâlid b. Süfyan’ın Medine’ye saldırı hazırlığında olduğunun haberini alır. Bu haber üzerine sahâbî efendilerimizden Abdullah b. Üneys’i küçük bir birlik ile bu kabile üzerine gönderir. Giden bu birlik tehlikeyi ortadan kaldırır ve kabile reisini öldürür. Fakat yapılan bu sefer büyük bir intikama sebep olur. Ne var ki, bu intikam ateşine rağmen Medine İslam Devleti gibi büyük bir gücün karşısına çıkma cesaretini kendilerinde bulamazlar. Bu sebeble daha farklı planlar ortaya koyup icraata dökmeye koyulurlar.
Yapılan plana göre aralarından on kişilik bir heyet seçip Medine’ye gönderecekler, müslüman olduklarını söyleyip Resûlullah’tan kendilerine Kur’ân’ı ta’lîm ettirecek muallimler isteyecekler, sonra bu muallimleri Kureyş’e, özellikle yakınlarını Bedir’de kaybeden Mekkelilere satarak hem para kazanacaklar hem de içlerindeki bu intikam ateşini biraz olsun söndüreceklerdi.
Efendimiz (sas) gelen on kişilik bu heyetin isteğini, risâlet davası gereği cevapsız bırakmadı. Fakat bu icâbet, ashâbından göndereceği muallimlerinin başlarına bir şeyler gelebileceği endişesini de beraberinde getiriyordu. Gelen bu heyetten, kendilerinin güçlü bir kabile olduklarının ve muallimleri her türlü tehlikeden koruyacaklarının sözünü alan Efendimiz (sas), Suffa mektebinde sayıları o günler iki yüzleri bulan ashâbına, gönüllülük esasına dayanacak bu teklifi sunar ve bu teklife anında icâbet eden yedi sahâbî[3] efendimizi gelen bu heyet ile gönderir. Âsım b. Sâbit de gâyeleri yalnızca Rablerinin rızasına erme yolunda, O’nun kelâmını ta’lîm ettirmek üzere yola çıkacak olan bu muallimlerdendir. Efendimiz (sas) kendisini bu muallim heyetine imam, Hubeyb b. Adiyy’i de kendisine yardımcı olarak vazifelendirir.
Hamiyyü’d-Debr[4] Olmak
Kur’ân’a ve Resûlullah’a büyük bir sevdâyla yola çıkan bu yedi muallim, elçilerle beraber Mekke’ye 65-70 km. mesafedeki Rec’i suyu denilen yere gelip gece orada konaklarlar. Fakat amaçlarından şaşmayıp fırsat kollayan bu elçiler bir şeylerin planlarını yapmaya başlarlar. Âsım b. Sâbit onların niyetlerini anlar ve muallim kardeşlerine haber vererek beraber tepenin arkasına doğru koşmaya başlarlar. Bu kaçış ile üzerlerine yağmaya başlayan oklara rağmen tepeye çıkmayı başarırlar. Kabile elçileri teslim olmalarını söyler fakat muallimler teslim olmaz. Ölüme ölümü öldürerek yürüyen şehâdet âşığı bu yedi muallim, okları bitene kadar savaşırlar. Fakat karşı taraf orada yedi Kur’ân mualliminden dördünü şehîd ederler. Geride ise Hubeyb b. Adiyy, Zeyd b. Desinne ve Abdullah b. Tarık olmak üzere üç yiğit kalır. Dolayısıyla Âsım b. Sâbit de orada şehîd olanlar arasındadır.
Âsım b. Sâbit’in her daim bir duâsı vardı ya: “Ya Rabbi! Bana müşrik eli değdirme. Ne ben onlara dokunayım ,ne de onlar bana dokunsun.” Bu duâsını Âsım, son nefesinde de tekrar edip: “Allah’ım, ben bana düşeni yaptım, bundan sonrası Senin bileceğin iş. Sen bana müşrik eli değdirme!” diyecek ve son nefesini bu şekilde verecekti. Geride kalan üç sahâbî efendimizin âkıbeti ise hüznü yanında, şehâdet anlarında dahi, imanlarının kemâlini görmemiz açısından bizler için çok mühim mesajlar ihtivâ etmektedir.
Dört muallimi şehîd eden bu hainler, onların cesetlerini Mekke’ye götürmek istediler. Hâssaten Âsım’ın cesedi kıymetliydi onlar için, zira Âsım b. Sâbit Uhud’da Sülafe isimli kadının kocasını ve üç oğlunu öldürmüş, bundan dolayı da Sülafe, ölü ya da dirisini getirene yüz deveyi vaad etmişti. Bu amaçla kabile reisi, Âsım’ın şehâdet şerbetini içtiği mekâna, cesedini getirmeleri için birkaç adamını gönderdi. Adamlar gitti, fakat korkuyla geri döndüler. Sebebi ise, Âsım’ın her daim Rabbine olan duâsında gizlidir.
Rabbi, Âsım’ın duâsını makbûl eylemişti ve ona müşrik eli değdirmeyecekti. Rabbi’nin kelâmını ta’lîm ettirmek gâyesi sînesindeyken, Resûlü’nün duâsıyla yola koyulan bu kulunu Rabbi de en güzel bir şekilde, gönderdiği bir arı sürüsü ile koruyacak ve ona hiçbir müşriği yaklaştırmayacaktı. Oraya gelen müşrikler de bir türlü Âsım’ın bedenine yaklaşamadılar. Bunun üzerine kabile reisi, adamlarına gece olunca arılar gideceği için geceyi beklemelerini ve böylece cesede rahatlıkla ulaşabileceklerini söyledi. Geceyi bekleyen adamlar, cesede doğru yaklaştılar, ortada arı falan kalmamıştı, bir cesed duruyordu yerde. İyice yaklaştıklarında bir anda şiddetli bir şekilde yağmur yağmaya başladı. Adamlar bir yere sığınıp yağmurun dinmesini beklediler, yağmur dinince sığındıkları yerden çıktılar, fakat cesedin olduğu yere geldiklerinde ortada cesed falan kalmamıştı. Aradılar aradılar, fakat bulamadılar ve elleri boş döndüler. Âsım’ın o pâk bedeniyse yağmur sularıyla beraber, akıp gitmişti bir meçhule…
Büyük üstadlarımızdan merhum Mehmed Âkif’in, Âsım’ın nesline bıraktığı Çanakkale Şiiri ma’lum olduğu üzere Safahat’ın altıncı kitabı olan “Âsım” kitabındadır.
Bizler Âsım deriz; Âsım’ın nesli, Âkif’in Âsım hayâli, deriz de Âsım kimdir, diye hiç merak eder miyiz? Merhum Âkif’e ilhâm olan bu ismi, onun bu isim ardındaki gâye-i hayâlini, mefkûresini hiç düşünür müyüz?
Gâye-i hayâl bir isim: Âsım
Mehmed Âkif bir Âsım çizer; beklediği, özlediği, hayâlini kurduğu… İlmek ilmek dokuduğu, ince ince işlediği bir Âsım sergiler naif yüreğinin tezgahından…Bir Âsım tahayyül eder, Âsım b. Sâbit gibi ve sanki onun imanının kemâlinde bir mü’min gibi…
Peki Mehmed Âkif’e ilhâm olan bu Âsım ya da Âsımlar kimdir hakîkatte?
Âsım b. Sâbit…Rabbinin duâsını hem şehâdetinden evvelki hayatında hem de şehâdet ânında en güzel bir biçimde makbûl eylediği sahâbî efendimiz… Âkif’in hayâlini kurduğu gençliğin o ilk tohumu…Bir güzel tohum ki kendisi de filizleri de ilhâm Âkif’e…
Âsım b. Ömer…Dayısının ismi ile müsemmâ bir yiğit! Âsım b. Sâbit’in bir kız kardeşi vardır. Resûlullah’ın (sas), ismini Cemîle binti Sâbit olarak değiştirdiği ve ilerleyen süreçte Hz. Ömer’e eş olma şerefine ermiş bir hanım sahâbî. Hz. Ömer, bu evlilikten doğan oğluna, dayısı Âsım b. Sâbit’in ismini koyuyor: Âsım b. Ömer (ra).
Hz. Ömer’in hilafet günleri ve Medine sokaklarında gece gece dolaşan bir halife…Yine bir gece vakti, bir anne ve kızın konuşma seslerini duyuyor Hz. Ömer, önünden geçmekte olduğu bir evden. Anne diyor ki:“Kızım süt az, süte biraz su kat da fazla para alalım.” Kızı da itiraz ederek:“Anne, biz nasıl süte su katarız? Yarın Allah’a nasıl hesap veririz? diyor. “Halife görmüyor ya şu an.” diyor anne. Kızı ise: “Halife görmüyorsa, halifenin Rabbi olan Allah da mı görmüyor?”diyor. Hz. Ömer sarsılıyor bu cümleler karşısında ve: “Bu kız benim evimin gelini olmalı.” diyor, o eve bir işaret koyuyor. Ertesi gün geliyor ve oğlu Âsım b. Ömer ile evlendiriyor o kızı. O kız ki, ismi Ümmü Ammar, iki tane kız çocuğu oluyor bu evlilikten. Bir tanesinin ismi Hafsa; diğerininki ise Ümmü Âsım, yani İslam’ın beşinci râşid halifesi olan Ömer b. Abdülaziz’in annesi…
Âkif’i, ilhâmına mazhar eden Âsım, hangi Âsım olursa olsun, kaynağı Âsım b. Sâbit değil miydi zaten?!
Vahyin koruduğu Âsım b.Sâbit…
Kur’ân’ın, bir insanı nasıl yetiştirdiğinin, nasıl koruduğunun, nasıl korkusuz bir hâle getirdiğinin ve nasıl izzetli bir ölüm, ölümden de öte diriliş olan ölümlerin en güzeli şehâdete nasıl vardırdığının cevabıydı Âsım!…
Âsım’ın, kısacık hayatıyla sırtlandığı imanıdır, tüm bu suâllerin cevabı. Yokuşlarda imanı sırtlanmak, sahâbî hasbîliğinde kolay mıdır? İmanını şehâdetine şâhid göstermek kolay mıdır?! Peki ya Âsım olmak…?!
“Âsım’ın nesli…diyordum ya…
nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu,
çiğnetmeyecek.”[5]
Elif Özkaraaslan
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Haziran 2017/2 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] İbn Sa’d, Tabakât, III,534,535; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 968, 969; İbn Esîr, Usdü’l-Gâbe, III, 106; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 330,331.
[2] İbn Hacer, el-İsâbe, II, 969.
[3] Bu yedi sahâbî efendimizin isimleri şöyledir: Âsım b. Sâbit, Hubeyb b.Adiyy, Zeyd b. Desinne, Mersed b. Ebû Mersed, Hâlid b. Ebû Bükeyr, Muattıb b. Ubeyd, Abdullah b. Tarık.
[4] Arıların koruduğu kişi.
[5] Mehmed Âkif, Çanakkale Şiiri.