Düşünüyorum da; “İnsanlık tarihinin gelmiş-geçmiş en dertli insanı Hz. Muhammed’dir” dersem acaba abartılı bir ifade de bulunmuş olur muyum?
Sanki tüm dertlerden bir pay O’nun nasibine düşmüştü. Hayatı bir dertler mecmuası, gam yumağıydı. Zaten O’nun için makbul insan, dert sahibi olan insandı. Dertsiz, gamsız, duyarsız insan hayatın anlam ve amacından kopmuştur. Evet, davası olanın, kuşkusuz derdi de olacaktır.
Ancak söz konusu Hz. Muhammed (Sav) olunca O’nun derdi daha bir farklı ve derin…
Kendisine risalet tevdi edilmeden önce bile, Mekke toplumunun derdi başka, O’nun ki başka idi.
Kabile savaşlarının yorgun düşürdüğü kanlı ve kirli Mekke’de O’nun iç dünyasında fırtınalar kopuyor, ruhu daralıyordu. İçini dökecek, derdini yanacak kimse de yoktu. Mekke sıkıyordu.
Çareyi Hira’ya gitmekte buldu. Artık Hira dert ortağıydı. İçini Hira’ya dökecekti… Ruh Hira’da demlenecekti… Devran Hira’da değişecek, derman orada bulunacaktı…
Gerçekten O’nu Hira yollarına düşüren dert neydi? Neyin peşindeydi? Acaba O’nun ki dertlerden kaçış mıydı, yoksa bir arayış mıydı? Hira yollarını aşındırmanın sebebi ne olabilirdi?
Avcılık mı? Çobanlık mı? Dağcılık mı? Ya da piknik yapmak için mi? Tatil olsun diye mi? Sırf spor olsun gayesi ile mi yollara düşüyordu?
İnsanlarla değil de, dağlar ve taşlarla neyi paylaşıyordu? Ferhat gibi bir aşk macerasına mı tutulmuştu? Dağları delip Şirin’e mi ulaşacaktı? Yoksa O’nun ki kişisel bir hobi miydi?
Hayır hayır!.. Hiçbiri!.. O’nda olan muzdarip bir vicdanın anlam arayışıydı. Yani özetle “öze dönüş” hareketiydi.
Hira’ya çıktı ama oraya kapanmadı. Yüzü Mekke ‘ye dönüktü, gözlerini oradan ayırmıyordu. Kirlenen Mekke, kuşatılan Kâbe nasıl kurtarılacaktı? “Özgürlük Evi” özgürlüğe muhtaçtı… “Güvenlik Evi”nin güvenliği yoktu… “Kıyam Evi”nin kıymeti bilinmiyordu…
Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının çığlığı yüreğini yakıyordu…
Kan davalarından bitap düşmüş bu toplum nasıl dirilecekti? İnsanlık değerlerini ters yüz eden bu kokuşmuş kitle hangi adrese yönelecekti? Belirsizlik, başıboşluk insanların düştüğü bataklığı derinleştiriyordu.
İşte bu fotoğraf üzerinden kafa yoruyordu… Vicdanı sızlıyordu…
O engin tefekkür ikliminde bir ışık, bir işaret, bir imkân arıyordu. Bireysel bir teselli ve teskin peşinde değildi. Yüreğindeki sancı toplumsaldı. İnsanlığın düştüğü seviye vicdanını zorluyordu. Zihin durulması, ruhun sükûnu, yüreğin inşirahı için yol arıyordu.
İşte böyle bir ahvalde İlahi Kudret bu mükedder yüreğe müdahale ediyordu. Bu dertli insanın neyi dava edinmesi gerektiğine karar veriyordu:
“Oku.”
Beklenen, aranan; ses, ışık, işaret tamamdı.
Artık O Hira’da bir saat bile durmayacak, bir daha da oraya uğramayacaktı…
Tevhid meşalesi ile Mekke zulmünün ve zulmetinin üstüne yürüyecekti. Örtünüp-bürünmek yoktu. Tereddüt, telaş ve tasa yoktu… Gelen inzal inzarı gerektiriyordu.
Bu saatten sonra kendisine ait bir hayatı yoktu. Yaşamını insanlığın felahına adadı. Onların hidayeti için çırpındı. Yeryüzünün ıslahı ve imarı için didindi…
Ateşe yürüyenlerin ellerinden tutup çeken müşfik bir eldi.
Tüm derdi bir kişinin daha iman etmesine vesile olmaktı… Öyle ki, en azılı hasmı Ebu Cehli bile, hidayeti için duasına dâhil etmekte tereddüt etmemişti.
Amcası Ebu Talib’in iman etmesi için az mı çırpındı? Ebu Talip imandan yoksun can verirken, O’nun da üzüntüden neredeyse canı gidiyordu.
O kendisini taşlayan taş yüreklilere sadece acıyordu ve onların zürriyetinden hidayet üzere nesiller umuyordu.
Tek derdi vardı; o da insanlığın hidayet bulmasıydı.
Hüzün ve ızdırap içinde Mekke’ye dönerken, Cebrail devreye giriyor:
“- Yüce Allah kavminin senin hakkındaki sözlerini işitmiştir. Seni korumaya yanaşmadıklarını da bilmiştir. Ve sana, şu dağlar meleğini göndermiştir. Kavmin hakkında ne dilersen, O’na emredebilirsin” dedi. Bunun üzerine dağlar meleği O’na seslenip selam verdi ve sonra:
“-Ey Muhammed! Cibril’in dediği doğrudur, emrine hazırım. Eğer şu iki yalçın dağın, onların üzerine çökerek birbirine kavuşup onları ezmesini istersen, emret” dedi.
Peygamberimiz büyük bir sabır ve merhametle şöyle cevap verdi:
“-Hayır, ben bunu istemem. Ben Allah’ın onların soyundan, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan, yalnız Allah’a ibadet eden bir nesil çıkarmasını diliyorum. (Buhari)
Dağlar meleğinin dileği başka, Muhammed’in derdi başkaydı. Yeter ki bir kişi daha iman etsin. daha fazla çileye katlanmaya hazırdı… Hemen şimdi olmasa bile, mümkündür ki, bunlardan hidayet bulanlar olabilecekti.
Allah bu sevgili kulunun yüce derdini bildiği için önce Addas’ın, sonra da cinlerin Müslüman olması ile yüreğini ferahlatıyordu.
Müşrikler O’nun davetini reddettikçe O’nun hüznü büyüyor. İnsanların tepki ve tekzibi O’nu derinden sarsıyordu.
Kur’an-ı Kerim O’nun iç dünyasındaki ızdırabın boyutlarını nazarlarımıza sunuyor:
“Onlar, mümin olmayacaklar diye neredeyse kendine kahredeceksin (öyle mi?)” (Şuara-3)
Bu dertle aynı kapıyı onlarca defa aşındırıyordu. Yılgınlık yok. Yorgunluk yok. Ye’s yok. Kendini tüketircesine asılıyordu. Cehalet ve şirk içinde kaybolan her bir kişiden kendini sorumlu tutuyordu…
Yüce Allah teselli veriyor, tebliğin gerçekleşmesini, sonucundan daha önemli olduğunu hatırlatıyordu:
“Sana düşen sadece tebliğdir.” (Nahl-35)
Fakat O, bu ulvi amaç için habire çırpınıyordu.
Hayber’de herkes hasretle zaferi ve Hayber ganimetlerini beklerken O’nun önceliği farklıydı. Hz. Ali’ye sancağı teslim ederken ona şu uyarıda bulunuyordu:
“-Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın senin vasıtanla bir tek kişiye hidayet verip doğru yola iletmesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” (Buhari)
Evet, Hayber’i fethetmekten daha büyük bir kazanım… Herkes “Hayber” derken, O “hidayet” diyordu. Hayberlere sahip olmaktan daha büyük bir ticaret.
Gün oldu, bir Yahudi çocuğun, evine giderek hasta yatağında ziyaret etti, onun Müslüman olmasını umuyordu, nitekim öylede oldu.
Huneyn savaşı sonrası Hevazin’lilerden elde ettiği o devasa ganimet mallarını ve esirleri taksim ederken, O’nun hedefinde yine insanların hidayeti vardı.
İhsan, kerem ve sevgi ile insanların kalbini İslam’a ısındırmaya çalışıyordu. Birçokları daha fazla pay beklentileri ile gözleri kamaşırken, O yeni muhataplarına “Müellefe-i Kulub”a öncelik veriyordu. İslam’dan etkilenmeyen kalp, kılıçtan çekinmeyen kafa, rahatlıkla cömertlikle fethedilebilirdi. Bunun içinde her şeyi elden çıkarmaya hazırdı.
O’nun derdi, davası ne saltanat, ne de servetti. Tek amacı sabah-akşam Rabbi’ni tesbih etmek ve insanları tevhide davet etmekti.
O, bu dertle iliklerine kadar ürperirken bir kişiyi daha İslam’ın nurlu halkasına katmaktan başka düşüncesi yoktu. O’nun öncelikli yöntemi müşrikleri kılıçla temizlemek değil, vahiyle tezkiye etmekti.
Allah’ın hoşnutluğunu bu eylemde buluyordu. Bu sebeple her türlü bedeli ödemeye hazırdı.
Acaba bu sorumluluğu yüklenen o yüce yüreğin donanımı neydi?
İnsanlığın kurtuluşu için tüm benliğini ortaya koyan Hz. Resul (sav) sadakat ve istikametten ödün vermiyordu.
Hicret öncesi Mekke’de müstekbirler tarafından Daru’n-Nedve’de Hz. Muhammed’le ilgili gizli bir oturum gerçekleştirildi. Çıkan karar şuydu: Her kabileden eli silah tutan bir genç görevlendirilip bir suikast timi oluşturulacaktı. Bu tim gizli bir operasyonla Hz. Peygamberi ortadan kaldıracaktı. Haşimoğulları tüm kabilelerden hesap soramayacakları için olay fail-i meçhul kalacaktı. Allah (cc) Resulünü bu tuzaktan haberdar kıldı ve korudu. O gece Resulullah (sav) yatağına Hz. Ali’yi yatırdı. Ona birde isim listesi sundu. Yarın yanımda bulunan emanetleri sahipleri olan bu listedeki isimlere ulaştıracaksın, dedi.
Acaba bu listede geçen isimler kimlerdi?
Daru’n-Nedve’de O’nun ölüm fermanını imzalayan isimlerden de emanetini O’na bırakanlar vardı. Şimdi onlar O’nu ortadan kaldırmanın hesabını yaparken, O’nun derdi başkaydı. Onların emanetini sağ-salim kendilerine nasıl ulaştırabilirim, diye düşünüyordu. O an için derdi buydu. Verilen ders şuydu, katillerimiz bile emanetlerini bize bırakabilmeli, bizde de emanet ve sadakat zedelenmemeliydi.
Yıllar sonra Muhammedü’l-Emin Hudeybiye’de aynı “emin”liğini sonuçları aleyhine de olsa ahde sadakat göstererek sürdürüyordu. Antlaşma maddelerine göre Mekke’den bir Müslüman Medine’ye Müslümanlara sığınacak olsa iade edilecekti.
Hz. Peygamber (sav) ile Suheyl antlaşma yazmakla meşgul oldukları sırada Suheyl’in oğlu Ebu Cendel tutuklandığı yerden canını kurtararak, zincirleri ile birlikte gelip Müslümanlara sığındı. Kureyş temsilcisi Suheyl:
-Ey Muhammed, o sana gelmeden önce seninle benim aramda antlaşma sağlandı. Dedi. Resulullah (sav):
-Ey Müslümanlar, beni dinimden vazgeçirmek için, müşriklere mi bırakıyorsunuz?
Peygamber karşısında tepki veremeyen Müslümanlar öfke dolu bakışlarla kendilerini ölü gibi hissediyorlardı. Hz. Peygamber (sav):
-Ey Ebu Cendel, sabret ki Allah, sen ve diğer güçsüzler için kurtuluş yolu gösterecektir. Biz bu kavimle bir ahitleşme yaptık. Onlara karşı ihanette bulunamayız, dedi. Ebu Cendel Kureyşli müşriklere teslim edildi.
Ashab Ebu Cendel’in hayatını ve özgürlüğünü düşünüyordu. Resulullah (sav)ın derdi başka idi: Ahde sadakat… Velev ki bu sadakat bir müminin hayatına mal olsa bile… Ümmetine bu mesajı veriyordu. Hayatınız pahasına da olsa söze ihanet etmek yok…
O (sav)’nun belini büken, saçını ağırtan “istikamet” ayeti değil miydi?
“Emrolduğun üzere dosdoğru ol” işte Resulullah ‘ı ihtiyarlatan ayet…
Bu çizgisini sonuna kadar sürdürürken şu dünya hayatında başka neyi dert edinmişti? Sade bir yaşam, mütevazı bir duruş…
Dünya metasına gözlerini dikmedi, fakru zarureti dert edinmedi… Gözlerini ufukta öteler ötesine kilitlemişti. Günlerce evinde ocak tütmemesine rağmen halinden memnundu. Arpa ekmeğine doymadan dünyadan göçtü ama gözü arkada kalmadı…
Çevre baskısına boyun eğmedi… Hane-i saadetlerindeki eşlerinin ısrarlı taleplerine karşı duruşunu bozmadı, yaşamını değiştirmedi.
Beni Kureyza ve Beni Nadir Yahudilerinden elde edilen ganimet malları dağıtıldığında Peygamber (sav)in hanımları onun etrafında oturarak:
– Ya Resulullah Kisra’nın ve Kayser’in hanımları takılar, süslü elbiseler, cariyeler ve hizmetçilere sahip… Bizde gördüğün gibi fakirlik ve darlık içindeyiz, dediler. Efendimizden mal zenginliği talebinde bulunmaları ve kendilerine Kral ve büyüklerin hanımlarına muamele ettikleri gibi muamele beklemeleri sebebiyle O (sav)nu üzdüler. Efendimiz zevcelerinin bu isteklerinden rahatsız olmuştu. Bir süre onlardan ayrı kaldı, Mescid’e kapandı. Herkes tedirgindi. Acaba Resulullah (sav) eşlerini boşadı mı? Hanımların derdi başka, O’nun ki başkaydı. İnen ayetler konuyu netleştiriyordu:
“Ey Peygamber, eşlerine söyle: ‘Eğer dünya hayatını ve onun süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel tarzda sizi salıvereyim. Eğer siz Allah’ı, Resulünü ve Ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır.” (Ahzab- 28-29)
Evet, ilahi karar netti… Ya Peygamberin derdine, disiplinine bağlı kalınacaktı ya da evlilik bağları kopacaktı… Bu öyle bir dert ki, bunun için yuvayı dağıtmak bile gerekebilirdi…
Resulullah (sav)in yakın dostu Hz. Ömer (ra) O’nun sıkıntılı hayatını gördükçe kendince hafifletmek istiyordu…
Bir defasında Hz. Peygamber’in yanına girdi. Resulullah (sav) bir hasır üzerine uzanmış yatıyordu. Hasır vücudunda iz bırakmıştı. Hz. Ömer bunu görünce:
– Ya Resulullah daha yumuşak bir yatak yaptırsaydın, dediğinde Efendimiz (sav):
– Dünyadan bana ne! Ben bu dünyada bir yaz günü yola çıkıp ta bir ağaç gölgesinde bir müddet istirahat edip sonra çekip giden bir yolcu gibiyim, buyurdu. (Tirmizi)
“Dünyada garip bir yolcu gibi” olma bilinci ile yaşayan Resulullah’ın dünyalık ne gibi dertleri olabilirdi?
O dünyanın içindeydi ama hiç dünya için olmadı… Hep Allah içindi… Bu anlamda bir hesabı beklentisi yoktu…
“Dünyada rahat yoktur” mesajını müminlerin hafızasına nakşediyordu… Dünyayı, bu kadar dert etmeye değmezdi… Süfli dertleri değil ulvi dertleri öneriyordu… Seküler olanı değil müteal olanı önceliyordu… Aşkın bir dünyanın aşkını işliyordu…
Yaşadığı dünya hayatının son anlarında sıkıntılı görünüyordu. Çok geçmedi hatırlamıştı, evde altı veya yedi dinar kadar paraları bulunuyordu. Ölüm döşeğindeki Resulullah, Hz. Aişe’ye hemen bu dinarları Medine’nin fakirlerine dağıtmasını emretti. Bir ara daldı. Hastalık telaşı içinde ki Hz. Aişe bunları infak etmeyi unuttu. Hz. Peygamber (sav) gözlerini açınca sordu; Hz. Aişe:
– Vallahi senin hastalığın beni meşgul etti. Peygamber dinarları isteyip avucuna aldı:
– Allah’ın Resulü Muhammed, bunları fakirlere infak etmeden Rabbine kavuşacağını sanmıyorum, buyurdu. Kendi elleri ile fakirlere ulaştırdı ve sonra:
İşte şimdi rahatladım, buyurdu ve daldı gitti. (İbn-i Sad)
Bu dinarlar O’nun için yüktü… O verme derdindeydi… Biz biriktirme… Dinar ve dirhemin bozucu gücüne hep dikkat çekiyordu…
Kızı Fatıma nasır tutmuş elleri ile hizmetçi ve yardım talebinde bulununca, Fatıma’sına alabildiğine düşkün olan Resulullah, O’nun isteğine “hayır” diyor, Ashab-ı Suffe’nin ihtiyaçlarını öncelediğini bildiriyordu…
O an derdi Ashab-ı Suffe idi… Zaten ümmetini öylesine dert edinmiş idi ki, diğer tüm dertlerini unutmuştu adeta…
O’nun ümmetine olan düşkünlüğüdür ki; onu her gece uykusunun en tatlı yerinde yatağından kaldırır, sabaha kadar ümmeti için yüreğinin derinliklerinden kopup gelen dualarla Rabbine yakarmaya sevk ederdi. Bir gün ellerini kaldırmış:
– Allah’ım, ümmetimi koru, ümmetime acı! Diye ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail’e buyurdu ki:
– Ey Cebrail! Gerçi Rabbin her şeyi bilir, ama sen git, Muhammed’e niçin ağladığını sor, Cebrail geldiğinde Peygamberimiz ona ümmeti için ağladığını söyledi. Cebrail, Allah’ın huzuruna dönüp, durumu anlattı. Yüce Allah buyurdu ki:
– Ey Cebrail Muhammed’e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz. (Müslim)
Biz O’nu ihmal etsek de, O bizden vazgeçmiyor… O sadece kendi cennetini düşünmüyor. O bize olabildiğine düşkün, peki ya biz O’na ne kadar düşkünüz? O’nun derdi derdimiz mi? O’nun yolu yolumuz mu? Muhammedi dert yüreklerimizi dağlıyor mu?
O’nun diğer bir derdi; ibadet hassasiyeti…
Geceleri ayakları şişinceye kadar kendini Rabbine verdiğini görüyoruz. Kendine neden bu kadar eziyet ediyorsun, denildiğinde cevabı:
“Şükreden bir kul olmayayım mı?”
O’nun derdi daha çok secde, daha yoğun dua, daha fazla zikirdi… Allah ile beraber olmanın yolu böyle açılıyordu… İşte bu dertle kıyama duruyor, secdeye kilitleniyordu… Yeter ki, Rabbim bana gücenmesin!
O hep dünyanın telaş ve tasasından sıyrılıp tefekkür iklimine taşınmak istiyordu…
Bir gece Hz. Aişe (ra) ile beraberken, gecenin ilerlemiş bir saatinde yataktan ayrıldı. Hz. Aişe uzaktan onu takip etmeye başladı. Acaba nereye gidecekti? Yoksa eşlerinden başka birinin yanına mı geçecekti?
Ama bakıyoruz ki, Efendimizin vardığı adres; Cennetü’l Baki kabristanı… Uzun uzun mezardaki dostlarını ziyaret etti, ölümü tefekkür etti… Gündüz hayatın yoğunluğundan fırsat bulamadığı gecenin sessizliğinde ölümle temas kurmaya çıkmıştı…
Hz. Aişe (ra) mahçup:
– Ben neyin peşindeyim, O neyin derdinde?
O’nun son bir derdi vardı ki hiç aklından çıkmıyordu… Yüce Allah O’nu risaletle taçlandırmışken, O şehid olma derdindeydi… Hâlbuki peygamberlik şehidlikten üstün bir mertebeydi… Buna rağmen net ifadelerle bu arzusunu dile getiriyordu:
– “Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki; ben Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra yine savaşıp öldürülmeyi, sonra yine savaşıp öldürülmeyi çok arzu ederim.” (Müslim)
Hülasa O’nun derdi; tevhiddi… Özgürlüktü… Adaletti… Kulluktu… İzzetti… Ümmetti… Ahiretti… Şehadetti…
Şimdi sormak lazım; dertlerimizle Efendimizin dertleri benzeşiyor mu? Aynı tasa ve kaygılarla O’nun ile buluşma zeminimiz bulunuyor mu?
Dertsizliğin, gayesizliğin, duyarsızlığın yaşam felsefesine dönüştüğü bir çağda bize “dertli insanlar” lazım…
İnsanın değeri neyi dert edindiğinden anlaşılır…
Dertsizlik derdi çağın en büyük tehdidi…
Bizi dertsiz bırakma Allah’ım!
İslam’ı dert edinenlerden kıl bizi!
Ramazan Kayan