Rahman’ın misafiri olarak o mübarek topraklara ayak basan, hac farizasını yerine getirip sanki öz çocuğunu geride bırakıyor gibi büyük bir hüzün ile oralardan ayrılmak zorunda kalan her bir yolcu, Mekke’den Medine’ye doğru yol alırken hüzün ile sevinç arasında bir ruh hali ile yolculuğuna devam eder. Hüzün, İbrahim’in kentinden, Hacer’in ayak izlerinden, İsmail’in teslimiyetine şahit olmuş topraklardan ayrılmanın bir sonucu, sevinç ise Alemlere Rahmet olarak gönderilen kutlu Nebi’ye kavuşma özlemidir.
Efendimiz’in (sav) iman edenler için nasıl bir değer taşıdığının az çok şuurunda olan biri, Medine’ye kabri şerifinde yatan Nebi’yi değil; yaşayan, ümmete bıraktığı mirası ile dipdiri aramızda bulunan, önümüzde imam olarak duran ve bize hayatın her alanında rehberlik eden Allah Resulü’nü (sav) ziyarete geldiklerinin bilincinde olurlar.
O yeşil kubbenin altında adeta bir güneş gibi varlığı aydınlatan Efendimiz (sav), gelip önünde duran ve kendisine selam veren tüm kardeşlerinin selamlarına bizler duymasak bile karşılık vermekte ve kendisinin içimizde olduğuna dair mesajları bizlere duyurmaktadır.
Hz. Aişe validemizin odası olan o mübarek mekânın önünden geçtiğimizde, Hücre-i Saadet’in hemen üstünde sıra ile üç ayetin yazıldığını görürüz. Bu ayetlerden ikisi “O’nun (sav) sesinin üzerine ses olmayacağını” bizlere öğreten Hucurat Sûresinin 2. ve 3. ayetleri, diğeri ise Ahzab Sûresin 40. ayetinin; “Muhammed sizin içinizden herhangi birinin babası değildir. O ancak Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur” cümlesidir. Bu ayetler bile bir anda yaşayan bir peygamberin önünde olduğumuz bilincini bize öğretecek niteliktedir.
Nurlu şehir Medine’de yürüdüğümüzde aradaki 1500 senelik zaman farkına rağmen yinede Efendimiz’in o topraklara kazandırttığı derinlik ile müthiş bir sıcaklığı ve aydınlığı tüm hücrelerimizle gerçekten hissediyoruz. Adeta Efendimiz (sav) o nurlu şehirden tüm varlığı aydınlatan ve ısıtan bir güneş gibidir. Zaten Kur’an’da çok açık bir beyan ile O’nun Sirace’n-Mûnîr/Nur saçan bir kandil olduğunu bizlere söylemiyor mu?
İlahi kelam kendisinin ilk muhatabı olan Efendimiz’i (sav) çok farklı ve özel ifadelerle anlatır. Bu anlatımlardan en güzellerinden birisi de hiç şüphesiz Ahzab Sûresinin 45. ve 46. ayetlerinde peşi sıra Efendimiz’in şahsiyetinin anahtarlarından 5 tanesini dile getirmesidir. Bu ilahi mesaj, Efendimiz’in (sav) mübeşşir/müjdeleyici, nezir/uyarıcı, şahit/şehadet eden, daî/davetçi ve sirace’n-mûnîr/nur saçan bir kandil olduğunu bizlere söylemektedir.
Bu ayetlerde Efendimiz (sav) için kullanılan her ifade çok önemli ve üzerinde durulmaya değer niteliktedir. Ama biz sadece sonuncu ifade olan sirace’n-mûnîr üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Ayette doğrudan Efendimiz için kullanılan ifadede geçen sirac ve mûnîr kelimeleri, Kur’an içerisinde başka yerlerde de kullanılır. Mesela; sirac kelimesi, Ahzab 46’da Efendimiz için kullanılırken; Furkan 61, Nuh 16 ve Nebe 13’de güneşin ısısı ve ışığı için kullanılır. Peki, Efendimiz bir güneş midir ki, güneş için kullanılan bir ifade O’nun için de kullanılmıştır? O (sav) elbette bir güneşti. Bunu Sahabe çok iyi anladığı için Medine’ye teşrif ettiğinde, O’nu (sav) karşılarken; Talael Bedru’ları dile getirdiklerinde şöyle diyorlardı:
“Ente Şemsün, Ente Bedrün, Ente Nurun a’la nur”
“Sen güneşsin, Sen aysın, Sen nur üstüne nursun”
Ayette geçen ikinci kelime olan mûnîr ifadesine gelince, bu kelimenin de Kur’an içerisinde toplam 6 yerde geçtiğini görürüz. Bu kullanımlardan ilki, dile getirdiğimiz ayet olan Ahzab Süresinde Efendimiz (sav) içindir. Diğerleri ise, Furkan 61’de ayın ışığını ifade etmek için, 4 farklı ayette ise Kitabu’l-Mûnîr/Aydınlatıcı Kitap şeklinde, bizzat Kur’an için kullanılmıştır. Demek ki, Rabbimiz, gönderdiği kitabına mûnîr dediği gibi, o kitabı insanlığa ulaştıran Kerim Elçiye de mûnîr demiştir. Güneşin ısısına ve ışığına sirac dediği gibi, o Kerim Elçiye de sirac demiştir.
Bu bilgileri alt alta koyduğumuz zaman şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Allah En-Nur’dur. Işığın, ısının ve aydınlığın mutlak kaynağı sadece ve sadece O’dur. O (c.c.) karanlıklar içerisinde olan varlığı, aydınlığa kavuşturmak için kitaplar göndermiş ve bu kitapları insanlığa tebliğ, tebyin ve talim etmeleri için elçiler vazifelendirmiştir. Bundan dolayı gönderilen tüm kitaplar mûnîr, o kitapları insanlara ulaştıran elçilerde sirace’n-mûnîr olarak varlığı aydınlatmışlardır. Kitabın da, elçinin de varlığa saçtıkları nurun kaynağı Allah olduğu için, o ışık hiçbir zaman bitmeyecek, her zaman canlı ve taze olarak varlığını devam ettirecek, hele hele bazı bahtsızların üflemeleri ile asla sönmeyecek ve söndürülmeyecektir.
İşte Efendimiz’in (sav) huzurundan geçerken bunların hepsini tefekkür etmek ve şairin
“Takdiri Hüda kuveyi pazu ile dönmez,
Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez” dizlerini hatırlayıp, ışığını Allah’tan alan Kutlu Nebi’nin önünde yeniden sorumluluklarımızı hatırlayıp, söz vermek; herhalde Medine’yi ziyaret etmenin en önemli sebebi olsa gerek.
Muhammed Emin YILDIRIM