Hocam, viladet haftası münasebeti ile Türkiye’de son dönemlerde büyük bir hareketlenme oluyor. Ancak biz peygamber efendimizin doğumu ile insanlığın kazandığı yeni durum konusunda neler söylemek istersiniz? sorusuyla söyleşimize başlayalım inşallah…
İçinde bulunduğumuz toplum, hayatın “Peygambersiz“ olamayacağının farkında, ancak “nasıl bir peygamber?“ konusunda doğru ve doyurucu bir bilinç düzeyine ulaştığını söylemek mümkün değil. Peygamber (sav)e parçacı yaklaşımlar O’nun bütüncül örnekliğini ve önderliğini zedeliyor. O’nu (sav) farklı boyutları ile incelemek mümkün, ancak bir parçayı öne çıkarıp özden kopmak oldukça yanlıştır. Şüphesiz hayatın her yönü ile bizlere “üsve-i hasene(güzel örnek)“ olan bir peygambere muhatabız ve ümmetiz…
O’nunla ilgili şu kavramların altını kalın çizgilerle yeniden çizmek lazım.
O “El- Emin“ olduğu kadar “El- Emir“dirde… O (sav) yeryüzünün “barış“ını hedeflediği gibi bunun ancak “direniş“ ile mümkün olabileceğini de gösteriyordu…
“Ahlak“çı vurgu yaparken, “ahkam“ı atlamıyordu… Dünyanın en “merhamet“li yüreğini taşıyan o eşsiz örnek “adalet“ten kıl kadar sapmıyordu… Alemlere “rahmet“ olduğundan kuşku yoktu, ama “savaş“larda en önde olmayı ihmal etmiyordu… Sürekli güzel “öğüt“lerde bulunurken, “özgürlük“ mücadelesinde bedel ödemenin gerektiğini gösteriyordu… “Sevgi ve şefkat“ dağıtırken sırası geldiğinde “hesap sormayı“da es geçmiyordu…
Peygamberliğin Muhammed sav’in şahsında oluşturduğu toplumsal yapı ve O’nun öncülüğünde meydana gelen ahlak toplumunun oluşum süreci hakkında neler söylenebilir?
Peygamberlerin gönderildikleri toplumları ve zaman dilimlerini incelediğimizde şununla karşılaşırız. Zulmün yaygınlaştığı, isyanların derinleştiği, ahlaki çöküşlerin toplumları sarstığı dönemlere denk gelir. Halık’tan, hilafetten, fıtrattan ve ahlaktan kopan insanın yeniden dirilişi için peygamberi söze ve soluğa ihtiyaç doğmuştur. Nübüvvet kervanı tamda o sırada devreye giriyor. Vahiy onları esfelden eşrefe taşıyor.
İşte Hz. Muhammed (sav)de böylesi bir zeminde devreye giriyor. Mekke cahiliyesinin o zorbalık ve ahlaksızlıkları karşısında bir avuç müminin ne askeri, ne siyasi, ne de ekonomik güçleri vardı. Ancak güç odaklarına karşı onların direncini ve sabrını bileyen ana damar, sahip oldukları ahlaki güç idi. Düşmanı çaresiz bırakan, daveti etkin kılan bu ahlaki donanım idi. Onlar o toplumda ahlaki duruşları ile öne çıkmışlardı. Güce karşı ahlakı kuşanmışlardı. Yüreklere böylece yol bulabiliyorlardı.
Hz. Muhammed (sav) ahlakı sadece kendi şahsında tutmadı, bir ahlak ordusu yetiştirdi. Ahlakı toplumsallaştırdı. O’nunki salt bir ahlak öğretisi değildi. Ahlakın ete-kemiğe bürünmüş haliydi. Vahiy o’na iniyor, o’nda ahlaka dönüşüp topluma hayat veriyordu. O’nun ahlak mektebinden geçenlerin nasıl yıldızlaştıklarını biliyoruz.
O şunu öğretiyordu, ahlakı oluşturmayan toplumsal hareketler çözülmeye ve çökmeye mahkumdur. Hayatlarında ahlaki değerleri içselleştirememiş, oluşum ve toplumlar savrulmaktan kurtulamazlar.
Bunları ifade ederken Hz. Peygamberi sadece bir ahlak peygamberi olarak tanımlamak ciddi bir yanılgıdır. O (sav) ahlakı önemsediği kadar ahkamı da öne çıkarıyordu. İslam’ın bütünlüğünden koparılan bir ahlak vurgusu hayati bir yanlıştır. Ahlak vahyin bütünlüğü içinde yerine oturur ve anlam kazanır, beklenen sonuçları o zaman verir.
Viladet kutlamaları çerçevesinde gelişen hareketlenmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şayet Peygamber (sav)e yönelik sorumluluğu bir hafta ile sınırlarsak, bu uygulama asla kabul edilemez bir durumdur. O tüm zamanların peygamberidir… Kalan 51 haftayı O’ndan bağımsız düşünmek bile büyük acı veriyor. Zaten Hz. Muhammed (sav) kendi bedeni varlığını ne kutsallaştırdı, ne de ümmetinden böyle bir şey talep etti. Veladet kutlamaları sonradan ihdas edildi.
Onun ümmetinden istediği şuydu: Kendisi ile gelen vahyin yüce değerlerini hayatlaştırmak… Risaletin yürürlüğe girmesini sağlamak… O’nunla somutlaşan yaşam standartlarını bugüne taşıdığımız taktirde maksat hasıl olmuş demektir.
Belki bugün için şu yapılabilir, bu gibi kutlamaları fırsat bilip, bilinçli ve basiretli Müslümanların sürece müdahil olup, doğru bir peygamber algısına yönlendirmede bulunmak… Etkinlikleri meşru bir mecraya çekerek güzel sonuçlar elde etmekte mümkün… Sadece olup bitene muhalif olmakla iş bitmiyor, sorumluluklarımız doğrularımızla olaylara müdahil olmamızı gerekli kılıyor… Tabii ki çarpık kabulleri gidermek çokta kolay değil, ancak gerçeklerimizde kararlı ve tutarlı olursak sonuç alacağımızı düşünüyorum.
Öyle olmalı ki, kutlu doğumlar ümmetin yeniden doğuşuna vesile olmalıdır. Ölü toprağı serpilmiş kitlelerin, vahyin diriltici ruhu ile buluşmadan yapacakları kutlamalar sadra şifa sunacak bir özellik taşımayacaktır.
Resmi kutlamaların viladetin tabiatı ile uyuşup uyuşmadığı konusunda neler söylersiniz?
Ramazan ayında aşina olduğumuz görüntüler Kutlu Doğum haftası çerçevesinde de zuhur ediyor… Ramazan, zamanla nasıl ki festivalleşti ise şimdi de Kutlu Doğumun folklorik bir düzleme çekilme durumu ile karşı karşıyayız… Kültürel etkinlikler bağlamında seküler, hümaniter, liberal bir peygamber teması alttan alta işleniyor. Ya da “ılımlı“ bir peygamber imajı çiziliyor… Elinden kılıcı alınmış, zırhı çıkarılmış, Kitab’ın tamamını gündeme getirmeyen, uyuşumcu, herkesle barışık edilgen bir peygamber profili çiziliyor… Evet, statüko ile sorunu olmayan, sorgulamayan, itiraz etmeyen barışçıl(!) bir peygamber sanki daha çok kabul görüyor… Tabii ki; böyle bir yaklaşım peygamberden kopuş demektir… Ortada merasimlere boğulan üstü örtülen bir peygamber olgusu ile karşı karşıyayız. Kimi O’nun misyonunu göğe yükselterek, kimi de toprağa gömerek rahatlamanın yolunu seçiyor. Evet, O’nu insanüstüleştirerek, yani melekleştirerek güzel örnekliğinin yüklediği yükümlülükten sıyrılabileceklerini sanıyorlar. O’nu olduğu gibi kabul edip, uymak yerine O’na bir takım şeyleri yakıştırıp veya kendi önkabullerini O’na söyletmek yoluna gidiyorlar… Neredeyse Hz. Peygamber (sav)e semah yaptıracaklar, sema gösterisine çıkaracaklar. Peygamber (sav)in belirlediği çerçevede hayatlarını düzenlemeleri gerekenler, bu gün Peygamber (sav)e alan belirlemeye yelteniyorlar. Hayatın neresinde, ne kadar söz sahibi olacağına onlar karar vermeye kalkışıyorlar… O’nu sadece mabedlerde tutmak veya vicdanlara itmek istiyorlar… Ya da sadece hatıralarda yaşayan efsane bir kişilik kılmak istiyorlar…
Işte bizler için ilk sorumluluk, Hz. Peygamber (sav)i bu zihniyetin elinden kurtarmaktır…
Toplumun peygamber algısı ve bu kutlamaların oluşturduğu vasatta meydana gelen peygamber algısı üzerine neler düşünüyorsunuz?
Bana öyle geliyor ki bu toplum, Hz. Peygamber (sav)i biliyor, iman ettiğini de söylüyor, ancak yeterince tanımıyor. O’nu bilenler, O’nun doğumunu, vefatını, çocuklarını, eşlerini, savaşlarını, hicretini, miracını okuyorlar, dinliyorlar… Fakat O’nun adını, sünnetini, şeriatını, mesajını yaşatmak zorunda olduklarını unutuyorlar. Bilmiyorlar ki, Muhammed (sav)’siz bir hayat ne meşrudur, nede makbuldur.
Sormak lazım Kur’an’daki Peygamber kimliği ile toplumun algısındaki Peygamber örtüşüyor mu? Toplumun tasavvurundaki Peygamberin bir çok yetkisinin elinden alındığını göreceksiniz. Hatta dini yorumlamada kendisinde gördüğü yetkiyi Peygambere çok görenler bile var. Unutmamak gerekir ki Peygamber (sav) ile hayat arasındaki bağı koparan hayatın en büyük yanlışını yapmıştır. Peygamberle Kur’an’ı ayıranda Hak’tan ayrı düşmüştür. Biz Peygamberi Kur’an’la, Kur’an’ı da Peygamberle tanırız. Biri diğerinin tamlayanıdır.
Şimdi bize gökyüzünde gezinen değil, yeryüzünde yürüyen; iz bırakan, çığır açan bir Peygamber (sav) lazım. Yeryüzündeki Peygamberin kutlu izini ancak sürdürebiliriz. İnsanlar O’nu kutsayarak gökyüzüne uçurdular böylece gökyüzündeki bir Peygamberin izini sürdürme sorumluluğundan kurtulacaklarını sandılar… O’nu tekrardan hayatın içine çekmek durumundayız. Unutmamak gereker ki; hayalimizdeki, hatıramızdaki değil hayatımızdaki Muhammed (sav) bizi kurtaracaktır. Allah (cc) biz kullarını dünyada nasıl görmek istediğini, en güzel örnek Hz. Muhammed (sav)’i göndererek göstermiştir… Allah’ın razı olduğu yaşam tarzı, kulluk düzeyi Hz. Peygamberde belirginleşmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (sav) bir ölçüdür… Bir çizgidir… Bir farktır… Bir ayıraçtır…
Gerçek bir peygamber algısı için insanlarımız neler yapmalı?
Bugün ümmet, Hz. Peygamber (sav)’in peygamberlik sıfatı dışında, bütün fonksiyonlarına mirasçıdır, muhataptır. O’nun ortaya koyduğu yaşam modelini, mücadele tarzını çağlar boyu evrensel boyutta yaşatmaktan ve anlatmaktan sorumludur.
Hz. Muhammed (sav) risalet görevini tamamladı, bu gün bize düşen o misyonu sürdürmektir, O’nun mesajını gündemleştirmektir. Hz. Muhammed (sav)’e rağmen bir hayatı kabul etmenin Hesap gününde hiçbir mazereti olmayacaktır. Evet, hesabını vermek mümkün değildir. Yani bugün yapmamız gereken; önce O’nun (sav) sözü, sünneti, şeriatı karşısında bizim bir muhayyerlik hakkımızın olmadığını bilmektir. O’nun emirlerinden, nehiylerinden müstağni değiliz. O’na itaat konusunda ashabın sergilediği tablodan muaf değiliz… Bu konuda kendimizi mazur göremeyiz… O kendisine tabi olunmak için vardır…
Kendinimizi O’na hazırlamamız gerekiyor. Hayatımızı, alışkanlıklarımızı, arzularımızı gözden geçirmemiz icap ediyor. Ancak bulanık bir zihin ile, dağınık bir yürekle, yılgın bir ruhla, dar kalıplarla O’nu doğru anlamamız zor gibi…
O’na itaatımızı yenilememiz ve canlı tutmamız zorunludur. O (sav) buyurmuyor muydu?
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, bana karşı gelen de Allah’a karşı gelmiş olur.“ (Buhari)
“Kişi arzularını, benim getirdiklerime tabi kılmadıkça gerçek anlamda iman etmiş sayılmız.“
Viladetin gerçek bir kutlamaya dönüşmesi için önerileriniz nelerdir?
Bu konuda ne yapmamız gerektiğinin en güzel çerçevesini yine O (sav) çiziyor: “Yozlaşma dönemlerinde İslam’ı yaşamada sebat etmek bana hicret etmek gibidir.“
Evet, amacımız O’nunla buluşmak ise öncelikle sahih bir İslami çizgiyi ve nitelikli bir İslami yaşamı gerçekleştirmek bize düşüyor. Bu günün şartlarında Peygambere hicret İslami temsiliyetteki netlik ve nitelikte kendini gösterir. İşte bu eksende buluşmalar, çalışmalar gerçekleştirmek lazım. O’na olan salavatımız bir desteğe, bir savunmaya ve bir sorumluluğa dönüşmelidir…
Bu sorumluluk çerçevesinde Peygamberi doğru anlama ve O’na uyma pratikleri, projeleri üzerinde çalışmak lazım gelir… Siyer okumalarımızı daha sistematik bir tarzda yaygınlaştırmalı ve derinleştirmeliyiz. Sünnete dayalı sade bir yaşamda karar kılmalıyız… Hayatımızdaki israfları, konforları, lüksleri ayıklamadan O’nunla buluşmamız zorlaşacaktır. Hadis derslerimiz sadece hadis malumatımız açısından değil, hikmet ve irfan yolculuğumuzda bize yeni ufuklar açmalıdır.
Yani Muhammed (sav)i bir mektebin oluşumu bizim sorumluluğumuzdadır. O’nu okudukça o aynada kendimizi göreceğiz ve geliştireceğiz. Davranış, düşünce ve duygularımız o doğrultuda değişmeye başlayacak… Çünkü artık O (sav) devrededir…
Hep, acaba “O (sav) ne diyor?“ sorusu belirleyicidir…
Son olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bizler için kendi öz nefsimizden daha evla olan Efendimiz (sav)i doğru okumak, doğru anlamak ve O’nu savunmak hayatta biricik gayemizdir. Çağın gürültüsü ve karanlıkları içinde O’nun sesini duymak ve O’nun ışığını taşımak terk edilmez bir görevdir.
Rasulullah (sav)i gündeme almak hem kolay, hem de zor… Şayet Müslümanlığımızı O’nun üzerinden sorgulayacaksak işte zorun zoru… Yoksa sadece konuşup, tartışacaksak bu kolay… Evet, programlarımıza, etkinliklerimize, makalelerimize, tezlerimize, derslerimize konu ve konuk edeceksek ve de bunun ötesine geçmeyeceksek bu çokta zor bir iş değildir…
Aslında yapılması gereken şudur; hiçbir endişeye, korkuya kapılmadan Peygamber(sav)’i hayatımızın içine çekmek… Zaten O (sav) içimizden biriydi… Biz O (sav)’na uzak düştük… Şimdi buluşma vakti…
Nasip olursa O’nu (sav) doğru anlama ve uyma konusunu ele alan bir kitap çalışmamız var, bu önemli mevzuun geniş açılımını inşallah o eserde kardeşlerimizle paylaşma yoluna gideriz…
Rabbim bizi O’nun şeriatından ve sünnetinden uzak kılmasın ve şefaatine layık kılsın…
Hocam, çok teşekkür ederiz. Umarım bu söyleşi Peygamber (sav) sevgisini çoğaltsın…