Din Allah’ın insanlığa gönderdiği hayat ve hayat sonrası tüm ilkeleri vaazeden ilahi bir manzumedir. Din karşısında ona tabi olan herkes sorumludur. Bu sorumluluk muhatabın bazı özel durumlarına göre değişiklik arz etsede, hiç kimseye bir imtiyaz tanımaz. Bir yerlere mensub olmak, bazı ailelerden ve soylardan geliyor olmak ilim ve irfan ehli olmak dinin sorumluluklarını azaltmaz, bilakis bu tür meziyetleri olanların sorumluluklarını ziyadeleştirir. Allah’ın lütuf ve keremi olan böyle meziyetleri din namına bir kazanç kapısına çevirmek en büyük şükürsüzlüktür. Çünkü bahşedilen meziyetler insana şükür gibi önemli bir sorumululuk yükler ve her nimetin şükrünü bizzat o nimetin cinsinden ödemek yükümlülüğünü getirir.
İnsanın kıyamı (duruşu) ne ise, kıraati de (söylemide) ona uygun olmalıdır. Duruş söylem dengesi çok önemli ve ihmale gelmeyecek bir konudur. Dinden bahsetmek din adına konuşmak din adına cemiyet, vakıf, dernek ve cemaat oluşturmak çok büyük sorumluluktur. Böyle bir işe kalkışanlar kıyamlarının ne kadar önemli olduğunun bilincinde olmalı o makam ve mesleğin peygamberî bir makam ve meslek olduğunu unutmamalıdırlar. Oralarda bulunmak, onlar gibi davranmayı, onlar gibi yaşamayı insana yükler. Artık onlar sıradan insanlar değil, hayatları kamuya mal olmuş insanlardır. Yapacakları her davranışın örneklik teşkil edeceğini unutmadan hareket etmeli ve kendilerine yönelen teveccühü asla bir kazanç kapısına çevirmemelidirler. Müntesiplerini ticari bir meta gibi görmemeli cemaatin her bir bireyine müşteri gözü ile bakmamalıdırlar. İşte onlar “Dinden konuşmalı, dini anlatmalı, dini yaşamalı ama asla dinden geçinmemlidirler”.
Bu söz İsrailoğullarının Zekeriya’yı (a.s) tanıtmak için söyledikleri bir sözdür. Seyyidina Zekeriya’yı diğer Yahudi alimlerden ayıran en temel özellik de bu idi. Onlar mabedde oturup din adına kendilerine yönelen teveccühlerin kaymağını yerlerken O ( a.s ) marangoz dükkanında ter dökerek elinin ve alnının emeğini yerdi. O ( a.s) elinin emeği ile geçinir, elin (başkalarının) emeğine tenezzül etmezdi.
Efendimiz’in (a.s) temel hayat felsefesi de bu idi. O (s.a.v) yanına dilenmeye gelenlere para verip göndermez onları ellerinin emekleri ile geçindirmenin yollarını arardı. “Veren el alan elden üstündür” der insanların vermeye alışmasını sağlardı. Allah’ın bir hak üzere kendisine ganimetten pay ayırması O’nu (s.a.v) dinden geçinme kapısını açmaya itmemiş aldığı herşeyi en küçüğüne varıncaya kadar infak etmesine engel olmamıştı. Kaynaklar Huneyn Gazvesinin sonunda Efendimiz’e (s.a.v) düşen mikatarın şunlar olduğunun haberini verirler. 40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4000 okka gümüş ( 1 okka = 4 kg) ve daha neler neler…( İbn Sad Tabakat 2/152)
Peki O (s.a.v) dinden konuşup dinden geçinmeyen alemlerin sevgilisi ne yaptı bunca serveti? Tek şey; Allah yolunda infak etti. Beytü’l malın bunca servetini görüp babasından bir hizmetçi isteyen Fatıma’ya bile yok demişti. O ki canından aziz bildiği kızına bile yok demiş “Sen benden bir parçasın, beni anlarsın” diye Fatıma’nın talebini suffe ehlini gerekçe göstererek red etmişti. O (s.a.v) dinden konuşan insanların bu hayatlarını geçime malzeme yapmamalarının hassasiyetini öğretmek istiyordu.
İşte o hassasiyeti öğrenen Nebevi medresenin tilmizi Hz. Ebubekir (r.a) halifeliği döneminde bir genelge yayınlayarak, valilerin hediye almalarını yasaklamıştı. Bu yasağa itiraz edenler; “Ya hediyenin ne zararı var ki” diyenlere “Siz o makamda olmasaydınız o hediyeler size gelecekmiydi ? O hediyeler sizin şahsınıza değil sizin makamınızadır. O halde o makamda olduğunuz sürece hediye alamazsınız.” demişti. Hz. Ebubekir Nebevi bir okuyuşla bu hassasiyeti bir ömür boyu sürdürdü.
Aynı hassasiyeti bu asrın en büyük imamlarından olan Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinde de görüyoruz. O hem kendisine hem talebelerine hediye alınmasını yasaklamıştı. Bırakın hediyeyi zekat, sadaka ve ıskat adı altında bir geçim kapısına dönüşen hocalık müessesine dur deyip bunların önüne geçmişti.
Bu hassasiyetin temelinde yatan şeyi en güzel İmam Kuşeyri ifade eder. Der ki; “Bir şeyin ticaretini yapan, o şeyden istifade edemez.” Din ise insanlara istifade etmeleri için gönderilmiştir. Eğer din ticari bir alana çekilirse, ticari bir meta olarak görülürse sahibine olumlu hiç bir katkı sağlayamayacaktır. İşte bunun için bu alanda gerekli hassasiyeti göstermek her din muhatabının yükümlü olduğu bir konudur.
Ne yazık ki bu hassasiyeti şu an bizler gereği gibi yaşatamıyoruz. Dinden bahsedilen her yerde arkasından fatura geleceği korkusu ile insanlar davetlere iştirak edemiyorlar. Avrupalı bir kardeşim şu itirafta bulunmuştu; “Vallahi camilere gitmeye korkar hale geldik. Türkiye’den gelen bir misafir, sohbetin sonunda bizi soyup soğana çeviriyor. Artık birini görünce yolumuzu çeviriyoruz”.
İnsanları bu hale sokmamalı, dini müesseler para kimlikleri ile değil hizmet kimlikleri ile öne çıkmalıdırlar. Önce gönüller alınmalı sonra paralar… Gönlü sizde olmayanın parasının ne değeri var ki… İnsanları amellerinin altında ezmemeli, infakın önemi, dindeki yeri anlatılmalı, uygulamayı kişinin kendi tercihine bırakarak zorlamamalıdır. Unutmamalıdır ki; din mutluluğun diğer adıdır. Ona tabi olanları huzursuzluğa değil, saadete taşıyan en büyük vesiledir.
Muhammed Emin YILDIRIM